MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
İSRAEL’İN BAĞIMSIZLIK SAVAŞI -1-
Yeni Bir Ulus Kurmak Ve Onu Savunmak
1948-49 Arap-İsrael Savaşının tarihi derinden tartışılmalıdır. İsrael’liler ve destekçileri, geleneksel olarak, çatışmayı, ezici Arap saldırganlığı karşısında, acemi Yahudi Devleti'nin yıkılmasını önlemek için bir savunma savaşı olarak gördükleri için, bunu “ Bağımsızlık Savaşı” olarak adlandırırlarken, Filistinli Araplar ve müttefikleri ise, Filistin toplumunun yok edilmesi, Filistin’de Yahudi yönetiminin kurulması ve yüzbinlerce Arap’ın evlerinden kovulması veya onların terk etmesi onlar için bu şekilde telakki edildiği düşüncesiyle, bu olayları Nakba (felaket) olarak nitelendiriyorlar.
Yahudi Göçmenler Güvenli Bir Sığınak Arıyor…
Savaşın kökleri 1880’lerde başlayan ve 1930’larda ve 40’larda Yahudilerin Holokost’tan kaçışıyla zirveye ulaşan, İsrael topraklarına yapılan, Siyonist göç dalgası yatıyordu. İçinde bulundukları zor durum ve kendilerine bir yuva kurmak isteyen tek bir ülkenin olmaması, bir Yahudi devletine duyulan ihtiyacı acil hale geldi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, yerinden edilmiş yüzbinlerce Yahudi, gözlerini Aliya’ya dikti, ancak 1917’den beri Filistin’in kontrolünü elinde tutan ve Arap dünyasıyla dostane ilişkiler sürdürmek isteyen İngiliz hükümeti onları kabul etmeyi reddetti. Yahudiler, Araplar ve İngilizler arasında şiddet arttıkça, İngiltere sorunu Birleşmiş Milletler'e devretti.
1947’de Filistin’in 1.85 milyonluk nüfusunun yaklaşık üçte biri Yahudi, üçte ikisi Arap’tı. Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi (UNSCOP), İngiliz Manda yönetiminin sona ermesini ve ülkenin Yahudi ve Arap devletlerine bölünmesini ve Yeruşalayim’in etrafında uluslararası olarak kontrol edilen bir bölge olmasını önerdi. Yahudi göçünü sağlamak için umutsuz olan ve gelecekteki toprak genişlemesini göz önünde bulunduran Siyonistler, planı kabul ettiler. Araplar, Filistin’deki herhangi bir Yahudi yönetimine karşı oldukları için bunu reddettiler.
29 Kasım’da, BM Genel Kurulunun bölünme lehinde oy kullanılmasının hemen ardından, Yahudi yerleşim birimleri ve mahalleleri Filistinli Araplar tarafından saldırıya uğradı.
Sonuçta ortaya çıkan, aslında iki ayrı çatışmaydı: Filistin’deki Yahudiler ve Araplar arasında bir iç savaş başladı (29 Kasım 1947 - 14 Mayıs 1948), ardından İsrael Devleti’nin kurulması ve beş Arap ordusu tarafından işgal edilmesi; ardından gelen savaş, Temmuz 1949’a kadar sürdü.
İç savaşta, Hagana -Yahudilerin Yeraltı Savunma Örgütü-, iki küçük paramiliter birim, Etzel (Ulusal Askeri Örgüt) ve Lehi (İsrael Özgürlük Savaşçıları) ile birlikte, gevşek biçimde örgütlenmiş Filistinli savaşçılara ve Arap ülkelerinden gelen gönüllülere karşı savaştı. Kasım ve Mart ayları arasında, Hagana’nın ana zorluğu, izole yerleşim yerlerine, karışık şehirlerin Yahudi bölgelerine ve yollara yapılan Arap saldırılarını püskürtmek oldu.
Yeruşalayim’e giden yol saldırıya uğradı ve başkentin Yahudi mahallelerinin ulaşımı kesildi. Erzak, yiyecek ve su alamadı. Yahudi kuvvetleri Arap saldırılarının çoğunu püskürttü, ancak ağır yenilgiler de aldı, örneğin Etzion yerleşim bloğunu savunmak için yolda 35 asker hayatını kaybetti.
Nisan 1948’de, İngilizlerin ayrılması beklentisiyle, Hagana, Yahudi topraklarının genişletilmesi için bir saldırı planı olan D Planını başlattı. Nahşon Operasyonu -Yeruşalayim’e giden yolu açmayı hedefliyordu. 9 Nisan’da Etzel ve Lehi, Yeruşalayim yakınlarındaki bir Arap köyü olan Deir Yassin’i işgal etti, 100’den fazla Arap sivili öldürdü ve binlerce Filistinliyi evlerinden kaçırdı. Palmach’ın Haifa, Yafo, Tsfat ve Tiberya’yı fethetmesinden sonra, on binlerce mülteci daha kaçtı.
Bunu Yahudi kayıpları izledi: Scopus Dağındaki Hadassah Hastanesinin 77 sağlık personeli, 13 Nisan’da Arap güçleri tarafından öldürüldü ve 13 Mayıs'ta Kfar Etzion’un düşmesinin ardından, yerleşim savunucularından 129’u, Hevron bölgesinden Arap köylüler tarafından öldürüldü.
Mayıs ortalarına kadar Haganah, Arap güçlerini bozguna uğrattı ve büyük şehirleri ve 100’den fazla Filistin köyünü kontrol altına aldı. Silahlı 30.000 savaşçısı vardı ve Çekoslovakya’dan büyük bir silah alımını gerçekleştirmişti. 14 Mayıs 1948’de, İngiliz Manda Yönetimi'nin gitmesinden önce, David Ben Gurion, Tel Aviv’deki bir törenle İsrael Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Ertesi gün yeni devlet, Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak orduları tarafından işgal edildi.
Yeni kurulan İsrael Savunma Kuvvetleri’nin (Tsahal) karşılaştığı acil zorluk, takviye gelene kadar Yahudi yerleşimlerini savunarak Arap saldırısını durdurmaya çalışmaktı. Savaşın ilk ayı, Yeruşalayim, Ürdün’ün Arap Lejyonuna karşı şiddetli çatışmalara sahne oldu; Mayıs ayının sonunda Ürdünlüler eski şehri fethetmiş ve o bölgenin Yahudi sakinlerini kovmuşlardı. Suriye’nin Galil’de ilerlemesi Kibutz Dgania’nın sakinleri tarafından durdurulmuştu.
Birleşmiş Milletlerin arabuluculuğunda bir ay süren ateşkesin ardından, Temmuz 1948’de çatışmalar yeniden başladı. Dani Operasyonu’nda, Tsahal, Yeruşalayim koridorundaki iki Arap kasabası olan Lod ve Ramla’yı ele geçirerek, Yeruşalayim kuşatmasını kırdı; 50.000 Filistinli Arap evlerini terkettiler. Ekim ayında, BM destekli ikinci bir ateşkesin ardından Tsahal, Hiram Operasyonu’nda Yukarı Galil’i ele geçirdi. Yoav ve Horev Operasyonları’nda Aralık ayına kadar Mısır Ordusunu Negev’den sürdü. Mart 1949’da Uvda Operasyonu ile, İsrael Kuvvetleri Eilat’ı ele geçirerek ülkenin güney kesimini fethettiler.
Bağımsızlık Savaşı, İsrael ile çevredeki Arap devletleri arasında ateşkes anlaşmalarının imzalanmasıyla sonuçlandı. İsrael, Filistin’in % 78’inin kontrolünde kaldı-taksim planında tahsis edilenden yaklaşık %50'den fazla toprak sahibi oldu-. Kalan %22 oranındaki topraklar, Ürdün (Batı Şeria ve Doğu Yeruşayim) ve Mısır (Gazze şeridi) arasında bölündü. Bağımsız bir Arap Filistin Devleti asla kurulmadı ve hiçbir Arap devleti İsrael’in varlığını tanımadı.
Holokost’un gölgesinde, Yerel Yahudi Devletinin beş Arap ordusuna karşı kazandığı zafer bazen bir mucizeden birazcık eksik olarak yorumlandı. Yine de daha sıradan açıklamalar mevcuttur. İsrael askerlerinin sayısı Arap komutasındaki askerlerin iki katıydı. Ayrıca, kısmen saflarındaki yüksek sayıda 2. Dünya Savaşı gazisinin bir sonucu olarak, Tsahal; hasımlarından daha iyi eğitim ve örgütlenmeden yararlandı. Ben Gurion, Arap ordularını İsrael’in gizli silahı olarak nitelendirdi: ”Onlar o kadar beceriksiz ki, hayal etmesi zor”dedi.
Yine de Yahudiler zaferleri için yüksek bir bedel ödediler. 6.000’den fazla İsrael’li -nüfusun %’de 1’i öldürüldü. Kayıpların çoğu, ülkeye yeni gelen mülteciler ve Holokost’tan kurtulanlardı. Savaş, aynı zamanda Yahudi nüfusu içindeki bölünmeleri de yoğunlaştırdı. Tsahal’in oluşturulmasından sonra, bağımsız paramiliter birimlerin (Etzel ve Lehi) yeni ulusal orduya dahil edilmesi kararlaştırıldı.
Ancak Haziran 1948’de, Etzel’e giden silahları taşıyan bir gemi olan Altalena İsrael’e ulaştı. Ayrıkçılığı ve iç savaş tehdidini savuşturmaya kararlı olan Başbakan Ben-Gurion, Etzel’e silahları Tsahal’e teslim edilmesini emretti. Ultimatom göz ardı edildiğinde, Ben-Gurion geminin bombalanmasını emretti; Çatışma sırasında 16 Etzel savaşçısı ve üç Tsahal askeri öldürüldü.
Nihayetinde savaşın en büyük kaybedenleri, bir devlet kurmaları engellenen, İsrael, Mısır veya Ürdün yönetimi altında yaşamaya zorlanan ve 700.000’den fazla, mülteci durumunda evlerine dönemeyen Filistinli Araplar oldu. Savaşın geleneksel Siyonist hesapları, mültecilerin Arap liderliğinin emriyle işgalci orduların önünü açmak için kaçtıklarını iddia etti. Ancak çağdaş tarihçilik daha karmaşık bir tablo çiziyor.
Hükümet ve askeri arşivlerden yararlanan Benny Morris gibi İsrael’li tarihçiler, Filistinli Arapların çoğunun, Yahudi askerler tarafından işlenen hayali-veya bazen gerçek- vahşetten korktukları, ancak bazılarının geçici bir sınır dışı etme politikasının kurbanları olduğu sonucuna vardılar. İsrael’li yetkililer tarafından, savaştan sonra evlerine dönmeleri engellenen ve Ürdün hariç her Arap ülkesinde sefil kamplarda tutulan bu mülteciler, Arap-İsrael çatışmasının 1950’ler ve sonrasında tırmanması için önemli bir katalizör oldular.
Devam edecek…
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.