KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-67

2007 yılında gittiğimi Norveç’in fiyortları seyahatinin özelliği bir gemiyle Norveç’i dantel gibi çevreleyen buzullardan oluşan körfez bölgeleriydi. Geminin içinde lüks seyahat gemileri gibi odalar, yemek salonları ve geceleri dans edilebilecek ve farklı şovlar izlenebilecek eğlence salonları vardı. Dört beş gün boyunca birkaç fiyorda uğramıştık. Hepsi için ikişer üçer saat molalar veriliyor, böylece gemiden inip o kasabaları tanıma fırsatımız oluyordu. Bunların içinden iki tanesini unutamıyorum. Bir Pazar günü vardığımız bir fiyordda, hava oraya göre oldukça sıcaktı. Vapurdan indik, Pazar günü olduğu için dükkanlar kapalıydı, biraz etrafı gezdikten sonra yüksekçe bir tepenin üzerinde duran çok büyük bir kilise gözümüze çarptı. Oraya kadar merdivenlerle çıkılıyordu. Bir sürü insan o merdivenleri tırmanıp kiliseye gidiyorlardı. Biz de peşlerine takıldık. İçeri girince kilisenin tıklım tıklım dolu olduğunu gördük. Esmer tenli bir rahip gülümseyerek elimi tuttu ve beni bir yere oturttu. Mihrabın önünde zenci kadın ve erkeklerden oluşan bir gospel korosu vardı. Onlara eşlik eden orgun eşliğinde gospel şarkıları söylüyorlardı. Bu kadar güzel ve uyumlu, bu çok sesli koronun müziği gerçekten sanki bu dünyaya ait değildi. Müzikler kah blues gibi hazin, kah coşturucuydu. Kıyafetler otantikti ve hakim renk koyu turuncuydu. Kilisede sanki binlerce güneşi andıran ve içimizi sıcacık ısıtan tanrısal bir konser izledik. Aslında konser hala bitmemişken, geminin kalkmasına 15 dakika kaldığı için ayaklarımız geriye giderek merdivenleri indik ve koşarak gemiye çıktık.

Diğer bir unutulmaz fiyort ise Bergen’di. Bu geminin son durağıydı. Bergen çok büyük olmayan bir şehir. Limandan karaya ayak bastığınızda karşınıza kocaman bir balık pazarı çıkıyor. Ama ne balıklar. Hepsi Kuzey Buz Denizi balıkları. Morinalar, ringalar, somonlar, urutulmuş veya fümelenmiş balıklar, kabuklu deniz yaratıkları. Orası adeta bir balık panayırı gibiydi. Erkek ve kadın balıkçılar keskin bıçaklarıyla balıkları hazırlayıp satıyorlardı. Balık çarşısından az ileride ise, turistleri Bergen’in en yüksek noktası olan bir dağa çıkartan bir teleferik vardı. Sırası gelen vagonlara binip oturuyor ve cableway onları dağın en yüksek tepesine götürüyordu. Neyse vagona girdik, yerimize oturduk ve yukarı çıktık. Oraya çıktığımız anda karşımıza çıkan manzara nefes kesiciydi. Bergen şehri bütün güzelliği ve haşmetiyle karşınızdaydı. Olduğumuz yerin tam merkezinde tamamen camlarla kaplanmış, geniş bir salon vardı. Yerler ahşaptı. İçinde bulunan birkaç şöminede harıl harıl odunlar yanıyor, ateşin cızırtısı o dışarıdaki soğuktan sonra içinizi ısıtıyordu. Yanda bir bar ve etrafta thonet masa ve sandalyeler vardı. Salonun tam merkezindeki yüksekçe bir platformun üzerinde kocaman siyah bir kuyruklu piyano vardı. Piyanist siyah bir frak giyiyordu ve Norveç’in en önemli müzisyeni Grieg’in eserlerini çalıyordu. Piyanistin yüzüne baktığımda gözlerim şaşkınlıktan açıldı. Piyanist Şalom Gazetesinden yazar arkadaşım Robert Schild’di. David’e aptallaşarak adamı gösterdim, o da şaşakaldı. Çaktırmadan yanından geçtim. O da gülümseyerek bir baş selamı verdi. Piyanist tabii ki Robert değildi ama o gün insanların çift yaratıldığına gözlerimle şahit oldum.

Bergen - Norveç

Bergen - Norveç

Bergen Balık pazarı

Bergen Balık pazarı

2008 yılında da böyle ufak tefek gezilerimiz oluyordu ama dürüstçe söylüyorum ki şimdi o tarihleri kaydetmediğim için pişmanım. Eskiden o kadar keskin bir hafızam vardı ki, şimdi artık eski gücünü yavaş yavaş kaybettiğini ayrımsayabiliyorum. O sene mart ayında Romanya’ya bir seyahatimiz olmuştu. Başkent Bükreş’te merkeze yakın bir otelde kalıyorduk. Romanya aslında Çavuşesku’nun diktatörlüğünden birkaç yıl önce kurtulmuş, kalkınmaya çalışan bir ülkeydi. Tabiat güzellikleri, parkları ve güzel anıtları olan meydanların dışında, eskiden devlet başkanı Nickolae Çavuşesku’nun oturduğu saray şimdi halka açılmış olup, ziyaret edilebiliyordu. Yeni yeni gelişmeye başladığından biri iki AVM dışında gidilecek yer de yoktu. Ama harika bir şeyi vardı, krallık döneminden kalma opera ve bale binası. Benim için bilet bulup bu gösterileri izlemek kadar güzel bir şey yoktu. Gişeden üç ayrı gece için opera biletleri aldık. Opera binasının içinde eski yıllarda sahneye konan kostümlerin müzesi de vardı. Dil Romence olduğu halde, üstten geçen ışıklı bantta İngilizce tercümesi vardı. Orada beni en çok etkileyen Faust operası oldu. Goethe’nin en önemli eseri olan Faust’un bendeki yeri özeldir. Marmara Kolejinde son sınıftayken, edebiyat hocamız sevgili Lütfü Civelek şubat tatilinde okuyup özetini sunmamız için hepimize birer kitap adı vermişti. Ben sınıfın en iyi edebiyat öğrencisi olduğum için bana Faust’u vermişti. “bu kitabın altından yalnız sen kalkabilirsin” derken gülümsüyordu. 17 yaşındaydım, kitap çok derindi ama altından kalkmış ve 10 almıştım. Faust Operası 5 perdeydi. David 3. perde bittiğinde oyunun bittiğini sanıp” haydaa ben sonunu anlamadım “dedi. Ben gülmekten ölmüştüm. Sabret daha çok var diye. Gerçekten de 4 perdelik Carmen Operasından sonra tek 5 perdelik opera eseri sanırım Faust.

Bir gün bir taksici ile anlaşarak Transilvanya Bölgesindeki Bran’a gittik. Hava bu gibiydi. Çok yoğun ama incecik kar atıştırıyordu. Orası da turistik bir kasabaydı. Merkezde Kont Drakula’nın şatosu vardı. Hakikaten şatonun tipi gotik ve dehşetengizdi. Merdivenler, o kadar dar ve dikti ki, biri aşağı inerse duvara yapışmak zorunda kalıyordunuz. Şişmanca biriyle merdivende karşı karşıya gelirsek herhalde tirbuşonla oradan çıkarılacaktı. Çok dar ve küçük alanlarda içi sıkışan David, en üste çıktığımızda şükür duası okumuştu. Bunun bir de inişi vardı. Sonuç olarak Karpat Dağları, vampir efsaneleriyle süslü olan Transilvanya’yı da görmek güzel bir şeydi.

Bükreş’teki büyük Koral Sinagogu’nu da ziyaret etmiştik. İçinde bir Holokost anıtı ve öldürülen Romanyalı Yahudilerin isimleri vardı. Zaten Avrupa’nın neresine giderseniz gidin Holokost’un gölgesi hep tepenizde dolaşır.

Çavuşesko'nuın Sarayı - Bükreş - Romanya

Çavuşesko'nuın Sarayı - Bükreş - Romanya

Bükreş Opera ve Bale Binası

Bükreş Opera ve Bale Binası

Drakula Şatosu  - Bran

Drakula Şatosu - Bran

Choral Sinagogu

Choral Sinagogu

Bu yılların içinde Rina nişanlısı Ariel Darsa ile evlenmişti. Şimdi iki çocukları var 15 yaşındaki Nitsa ve 9 yaşındaki Ronen. İstanbul’da yaşıyorlar. Korona ve işlerden fırsat bulabildikleri zamanlarda İsrael’e gelip ablamlarla görüşüyorlar.

Ariel ve Rina

Ariel ve Rina

Bu geçen yıllar içinde o kadar çok şey oldu ki, bazıları içimi acıtıyor. Mesela bu yıllar içinde kayınvalidem Korin son derece rahatsızdı ve 14 yıl boyunca haftanın üç günü diyalize giderdi. Bu hepimizi çok üzen ama çaresizce sıkıntısına ortak olduğumuz bir durumdu. Artık ablamla yaşayan annem de çok çaptan düşmüştü. Her şeyi unutuyor, bazen hiç yaşanmamış şeyleri gerçek gibi anlatıp hepimizi hayretlere düşürüyordu. Bakıcısı her an yanında olduğu halde, ablamla beni sanki görünmez iplerle kendine bağlıyordu.

O yaz adaya bize 15 günlüğüne getirdiğim annem, iki gün sonra yatağının kenarından yere düştü ve kalçası kırıldı. Onu adadan cankurtaran gemisiyle Kartala, oradan da Or-Ahayim Hastanesi’ne götürdük. O gün korkudan ve sıkıntıdan yaşlandığımı hissediyordum. Allahtan bir kurs için o sırada yanımızda olan Hay’ın varlığı bana güç vermişti. Annemin durumunu duyan Soni de ilk uçakla yanımıza gelmiş, bu zor günlerde bizimle birlikte olmuştu. Annem ameliyat oldu. 17 günlük bir bakımdan sonra hastaneden yürüyerek çıktı. O ameliyattan sonra 4 yıl daha yaşadı, ama son 6 ayında sürekli yattı ve uyudu.” Anne” diye seslendiğimizde yavaşça gözlerini açar gülümseyip yine uykusuna dalardı.

Annem ölmeden birkaç gün önce Rina 2. çocuğu Ronen’i dünyaya getirdi. Çocuk 6 günlükken annem vefat etti. Annemin cenazesinin ertesi günü Ronen’in brit-milası vardı. İşte ablam ve ben yine en mutlu olmamiz gereken günlerden birinde karanlıklar içindeydik. Üçüncü kez mutlu günlerimiz burnmuzdan geliyordu. Ablam hep bebekle içeride oturmuş, ben de lohusa yeğenimin hatırına pastasını kesmek için yanında durmuştum. Böylece Soni’nin düğünü, Lal’in doğumu ve Ronen’in doğumun tadını istediğimiz gibi çıkartamamıştık.

Annemi kaybettikten tam bir yıl sonra da kayınvalidem Korin Yanarocak’ı kaybetmiştik. Kayınvalidem dünyanın en iyi insanlarından biriydi. Eminim ki cennetinde, kendi gibi meleklerle yarenlik ediyordur.

Hay, Rina Soni Ronen

Hay, Rina Soni Ronen

Annem İda ve Kayınvalidem Korin

Annem İda ve Kayınvalidem Korin

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.