GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -32-
1977 yılının sonbaharında havalar harika gidiyordu. Sanırım “pastırma yazı” dedikleri bir tatlı hava hüküm sürüyordu. Soni 15 günlük olduğu zaman, onu ilk defa mavi renkli yüksek arabasına koyup Modaya kadar gezmeye gitmiştik. Aslında benim sağlığım yerindeydi ama, eskilerin deyimi ile 40 günlük loğusalık döneminde yeni anne ve çocuk, pamuklar içinde korunurdu. Annem ve Tante Suzan da tabiidir ki bu konuda da kendilerini aşmışlardı.
Soni çok iyi ve sağlıklıydı, 53 cm. 3.450 gr. doğan çocuk, bir ayın sonunda 5 santim uzamış, 1.5 kg. almış, koca bir bebek olmuştu. On beş gün zorla da olsa anne sütü aldıktan sonra, tamamen greve gitmişti. Doktoru mecburen “Guigoz” adlı bir mamaya geçmişti. Oğlum biberona iştahla saldırırdı.
Her şey yolundaydı ama, David şimdi askere bir an önce gitmek ve dönüşünde hayata normal bir biçimde devam edebilmemiz için, iyi para kazanmayı hedefliyordu. Her hafta düzenli olarak askerlik şubesine gidiyor ve adeta yalvarırcasına onu askere almaları için ısrar ediyordu. Bir keresine şube başkanı olan yüksek rütbeli bir subay ,”Ben sizin kadar askere gitme sevdalısı birini görmemiştim” deyip, gülmüştü. Uzun sözün kısası David uzun uğraşılarının sonucunda 1978 yılının Nisan ayına askerliğe sevk kararı aldırdı. Çok memnundu.
77 yılının Kasım ayında İsrael’in kaderinin lehine gelişen bir olaya da televizyon sayesinde tanık olmuştuk. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, İsrael Başbakanı Menahem Begin’in daveti üzerine İsrael’e resmi bir şekilde konuk ediliyordu. Bu bir mucize gibiydi. İsrael Devletinin en kuvvetli can düşmanı, barışmak üzere yapılan çağrıya yanıt vermiş ve İsrael Devletinin ve halkının konuğu olmuştu. Bu Kızıl Deniz Mucizesinin ikinci bölümü gibiydi. Mısır Firavunu, İsrael Ulusu ile barış yapacaktı. 18 Kasım günü bu ziyareti TRT aracılığı ile evlerimizde izliyorduk. Çok iyi hatırlıyorum, Sedat Kneset’te bir konuşma yapmıştı. O akşam onuruna verilen yemekte artık siyasetten çekilmiş olan Golda Meir de onun yanındaydı ve dostça gülüşüp sohbet ediyorlardı. Bu çok önemli bir girişimdi. Günümüze değin artık Mısır’la dikkate değer bir şeyin yaşanmaması, işte bu ziyaretin sonucunda gerçekleşmişti.
Ben David’in askerliğinin yaşatacağı duyguların ciddiyetini sanırım tam kavramamıştım. Soni 6. ayını bitirdiği zaman askerlik oldukça yaklaşmış, kapımıza dayanmıştı. Askere gitmeden on beş gün önce, David çalıştığı yerden ayrılmış, vaktinin tümünü Soni ve bana ayırmıştı. Bu arada bıyığını da kesmiş, saçlarını da oldukça kısa kestirmişti. İkimiz de ruhen ve mental olarak yeni hayatımızla senkronize olmaya çalışıyorduk. O kış Cuma akşamları kayınvalidemlere gidip Şabat yemeği yer ve vapurla eve dönerdik. Arabamız olmadığından bebeği götüremezdik. Çünkü hava buz gibiydi. On beş günde bir David’in abisi Hayim, kendi Soni’sini, Ester’i, kayınvalide ve kayın pederimi arabasına doldurur, karşı taraftan bize gelirlerdi. O günler gerçekten harika geçerdi. İki Soni de gürbüz ve çok güzel bebeklerdi. Kayınpederim ikisini birer kucağına oturtur, mutluluk sarhoşu olurdu. Onlara Fransızca bir çocuk şarkısı söylerdi. En sonunu ise “Kokorikoko Siyoniko’ko,kukkurikoo diye bitirirdi. Bizimkiler de ona pek bir şey anlamadan uzun uzun bakarlardı. O sert adam gitmiş, onun yerinde çehresi gülüşüyle gençleşmiş bir Grandpapa Siyon gelmişti. Torunların, sert kayaları bile yumuşattığına canlı olarak tanık oluyordum. Esterle benim sohbetlerimiz hep bebekler etrafında dönerdi. Biberonlar, emzikler, patikler havada uçuşurdu. İki bebeği yan yana benim karyolanın üzerine yatırıp altlarını değiştirirdik.
Bu arada Soni tam 4 aylıkken ilk iki alt ön dişini çıkarmıştı. Gümüş kaşıkla çıt çıt hafifçe vurur o minik incilerin sesiyle mutlu olurdum. Ona diş hediyesi olarak, yumuşak deriden yapılmış, açık mavi renkte patikler almıştım. Oğlum çok yakışıklıydı.
Soni 7 aylık olduğu zaman, babası Tuzladaki Piyade Yedek Subay Okuluna gidip mülakata katıldı. Sonuç olarak Ankara Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulunda tankçı asteğmen olarak orduya katıldı. Tankçı eğitimi 4 ay sürecek ve sonra sınavlara gireceklerdi. Ardından kura çekilecek ve gerçek asteğmenlik görevi başlayacaktı. Birkaç gün içinde vakit geldi ve David askere, Ankara’ya gitti. İşte gerçek o zaman bütün çıplaklığı ile yaşama geçti.
Annemlerin evinde hayatım tabii ki rahattı. Evdeki tek görevim sadece oğlumla ilgilenmekti. Hatta evdeki temizlik günlerinde ben çantamı hazırlar, oğlanı arabasına koyar doğru ablama giderdim. Rina Soni’den tam bir yaş büyük olduğu için, benimkinin yanında kocaman dururdu. Ari 1. sınıfa başlamıştı. Çok tatlı ve zeki bir çocuktu ama çok az yemek yerdi. Rina da aynen onun gibiydi. Yediği şeyleri en az iki saatte bitirirdi. Ablam üzüntüden kahrolurdu. Ben onlara gittiğimde ablam Soni’ye sebze çorbasını içirirken, ben Rina’ya palyaçoluk yaparak ancak bir saatte bir kase yutturabilirdim. Ablam “keşke ben Soni’ye her gün yemek versem, içim açılıyor” derdi. O bize geldiğinde ise, akşamüstü öğününü Soni’ye yedirirdi. Ben ise şaklabanlık yaparak Rina’ya yedirirdim.
Özlem iyicene bastırmaya başlamıştı. Öyle numaraları çevir, sana hemen alo desinler öyle bir şey yoktu. Önce santrale bağlanılır, isim verilir, sonra Allah ne verdiyse, 10 saat veya bir bütün gün beklerdiniz ve Ankara bağlanırdı. Asker olduğu için de konuşma 5 dakika ile sınırlanırdı. Bir ay hiç görüşmedik. Bu arada babamla ben otobüsle Ankara’ya gitmiş, bazı tanıdıklar aracılığı ile Ankara’dan bir ikamet adresi gösterek, David’e evci kağıdı çıkartmıştık. İki kere taksiyle Zırhlı Birlikler Okulu’na gittiğim halde David’i görememiştim. Babamla Ankara’da Stad Oteli’nde kalmıştık. Gece David beni otelden arıyor ve konuşuyorduk. Merkez Komutanlığına gidip, ona evli evci belgesi çıkartmıştım. Böylece hafta arası bir gece dışarı çıkıp Gençlik Parkı’na giderdi ve etrafı gezerdi. Hafta sonları ise İstanbul’a gelirdi. Bu şimdiki gibi kısa ve basit bir yolculuk değildi. Ankara İstanbul arası 8 saat süren bir yolculuktu. Varan ve Koç otobüs biletleri daha pahalı olduğu için, az tanınmış firmalarla yolculuk ederdi. David bu otobüslere “Kelle Koltukta Turizm Şirketi” derdi. Cumartesi sabahları çok erken saatte eve gelirdi. Teni açık havada eğitim yapmaktan bronz rengi olmuştu, ben onun yanında sarı benizli gibi kalırdım. O kapı ağzı buluşmalarının sevinç ve heyecanını tarif etmek olası değil. Önce yıkanır ardından altın rengi saçları olan bebeğine sarılırdı. Çocuk tatlı, tombul ve güler yüzlüydü. Artık emeklemeye başlamıştı. O kadar çevikti ki, sonsuz bir hızla emekleyip evin içinde turlar atardı. Onu pusete koyup gezmeye çıkardık. O günü mutluluk içinde geçirir, akşam bebeği annemlere emanet edip önce yemeğe, sonra dans etmeye diskoya giderdik. Malum o henüz 24, ben ise 22 yaşındaydık. Yaşımızın bize istettiği şeyler vardı. Pazar günleri sabahları bazen arkadaşlarımızla buluşurduk. Zaten akşamüstü saat 4 gibi Kadıköy’deki Gazanfer Bilge otobüs şirketinin otobüsüne biner ve giderdi. Bu gidişlerinde onunla beraber, lise ve fakülteyi birlikte okudukları sevgili Niso Danon da olurdu. Şimdi de yedek subay okulunda yine yan yanaydılar. Asteğmen kıyafeti ve şapkası David’e çok yakışırdı. Babamın ona gururla baktığını çok iyi hatırlıyorum. David’i yolcu ettikten sonra babamla ağır ağır eve dönerdik.
Dağıtım ağustos ayındaydı ve tabii çektiği kura sonunda nereye gideceğini öğrendiğinde David kara kara düşünmeye başladı. Eh kolay değil, çektiği yer Ağrı Dağı eteklerindeki Doğubeyazıt’tı. İşte asıl güçlük şimdi başlıyordu. Kuradan sonra Ankara’dan eve geldiğinde bana Doğu Beyazıt’a gideceğini söylediğinde önce tam idrak edemedim. Okul döneminden kalan atlasımı açıp bakınca Doğubeyazıt’ın İran sınırında olduğunu gördüm. Kulağıma neyle üflenen mezarlık ilahileri çalınmaya başlamıştı. Buna göre demek ki birkaç ayda bir görüşebilecektik. Teslim olana kadar 15 günlük bir izni vardı. Bu tatilin tam ortasında 10 günlüğüne Heybeliada’sına giderek, David’lerin yazlık evinde kaldık. Adaya gidiş yolculuğu çok komikti. Soni’nin büyük arabasının üzerine parçalara ayrılan portatif karyolası ve büyük bir yol çantası ve kocaman tepeleme, dolu bir valiz, Soni ise pusetinde, cümbür cemaat vapura bindik ve Heybeli’ye gittik. Kayınpeder bizi iskelede bekliyordu. Oğlanı kaptı önden gitmeye başladı. Biz de gülmekten kırılarak, ağır ağır atlı arabaya bindik. Daha doğrusu valiz ve çantalarla ben bindim. David de büyük bebek arabası ve karyolası ile yürüyerek geldi.
Bütün aile küçük prensi karşıladı. Kucaktan kucağa gidiyordu. Çocuk çok şekerdi,10 aylıktı, artık”“anne, baba, dede, mam mam “diyordu. Herkese kendince cevaplar veriyor, herkese gülümsüyordu. Heybeli’de günler çok güzel geçiyordu. Denize gidiyorduk. Kayınvalidemle çamlara yürüyüş yapıyorduk. Canım benim, o da oğlunun ve torununun tadını çıkarıyordu. O hiçbir durumdan şikayet etmeyen çok soylu bir kadındı. Ama ben torununu kucağına almayı, oğlunu çok özlediğini o kadar iyi biliyordum ki, o yaşımda da empati yapabiliyordum. Arkadaşlar, aile, Büyükada gezmeleri, plaj ve akşam yemekleri derken vakit gelmiş 10 gün uçup gitmişti. Kadıköy’e eve döndük.İki gün sonra 5 Eylül, yani David’in doğum günüydü.
Heybeliada ‘da kaldığımız günler içinde David’in teyzesi Tante Rejin’in oğlu David ve eşi sevgili Ketty’nin ikinci çocukları doğmuştu. Selim artık “Aslan” adlı küçük bir erkek kardeşe sahip olmuştu (9 Ağustos 78). O yıllar bebeklerin peş peşe doğdukları ve ailelere sevinçler yaşatan yıllardı.
5 Eylül’de Asker Ağa’nın 24. doğum gününde Soni’nin 1. yaş doğum günü partisi yaptık. Eve her iki tarafın ailelerini ve yakın arkadaşlarımızı davet etmiştik. Bu erken parti David’in iki gün sonra Doğubeyazıt’a hareket etmesi gerektiğinden kaynaklanıyordu.
Parti sofrası harikaydı, küçük beyin pastası Baylan’dan alınmıştı. Üzerinde adı yazılıydı, minik bir vişneli likör kadehi kenarına saplanmıştı. Kocaman 1 sayısı ve başak burcunu temsil eden bir altın rengi süs de vardı. O gün çok mutlu bir gündü. Herkesin kucağında bir bebek vardı. Ester 14,5 aylık kendi Soni’sini, Venezya 2 yaşını bir gün önce bitirmiş olan Rina’yı (4 Eylül),ben de kendi Soni’mi kucağımızda gezdiriyorduk. Ari artık 2. sınıfa başlamış, incecik ve uzun boylu bir delikanlı olmuştu. Onu da babam omuzlarının üzerinde gezdiriyordu. David’e üzümlü bir jöle hazırlamıştım. Üzerinde krem şanti ile David 24 yazmıştım. Önce David jöledeki mumları üflemiş, sonra sıra Soni’nin pastasının mumuna gelmişti. O kahkahalar, alkışlar ve mutluluk nidaları hala kulaklarımda çınlıyor.
David, ertesi sabah Doğubeyazıt’a gitmek üzere, Yeşilköy’den uçağa binerek Erzurum’a uçtu. Ondan sonra Ağrı otobüsüne binip 5 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Doğubeyazıt’a varmıştı. Bulutların aşağıya kadar inip tankları gizlediği ulu Ağrı Dağının eteklerinde, 14 ayını geçireceği yere ulaşmıştı. Nuh’un tufandan sonra ayak bastığı Ararat Dağı’nın eteklerinde şimdi Nuh’un Sam(Şem) kolundan torunu David Kohen oraları arşınlayacaktı. Bizi uzun ve meşakkatli bir ayrılık ve özlem dönemi bekliyordu. Ama David sakin ve olgun hali ile kendisini mutlu edecek olan çıkış yolları da yaratıyordu tabii ki.
Soni hızla büyürken, ben kendimi tamamen ona vererek, kriz derecede kitap okuyarak ve David’e her gün bir mektup yazarak günlerimi geçiriyordum. Postacı bizim sokağa her gün saat 12 gibi girerdi. Beni çok iyi tanırdı. Ben onun sokağın başında görünmesini pencerede beklerken, yukarı bakar ve elindeki zarfı sallayıp gülerdi. Ben aşağı uçarak iner, mektubu elinden alırdım. Size o andaki sevincimi anlatamam. Heyecanla zarfı açar, yutar gibi okurdum. Bazan içinden kurumaya yüz tutmuş bir kır çiçeği, bazen bir “Silahlı Kuvvetler" sigarası çıkardı. Sigaranın üzerinde “I Love You” yazardı. Ben de o gece ona cevap yazarken, onun da dudaklarına değmiş olan sigarayı içerdim. Mektubun altını da dudaklarıma kırmızı ruj sürerek öptüğüm imza ile mühürlerdim.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia