KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-44
-SONİ'NİN BAR MITZVASI-
Evet 1990 yılının ne kadar dinamik geçtiğini anlatırken önce 15 günlük İsrael seyahatimizden başlamışken, bu seyahatin benim üzerimde ne kadar derin izlenimler bıraktığını anlatmam yersiz. Bu gezi sonunda ince ince sızlayan ve sözde kabuk tuttuğunu sandığım kalp yaram, yeniden açılmış ve iyiden iyiye sızlamaya başlamıştı.
Açıkça söyleyeyim, benim gençliğimde kendiniz için beslediğiniz hayaller evlenene kadar sürerdi. Sonuçta evlenip çoluk çocuğa karışınca, artık yaşamınızı ailenizin etrafında örersiniz,hayalleriniz bile kişisel olmaktan çıkar, ailenize endeksli olur. Belki ben öyleydim. Diğer insanları bilemem ama benim hayatım, aile büyükleri ve kendi yaptığım aileyle sınırlıydı. Farklı düşünmek beni bile şaşkınlığa sürükleyebilirdi. Nedir ki hayat yeni sürprizlere gebeydi. İngilizce “köşeyi dönerken karşına ne çıkacağını kim bilebilir ki?” diye ata sözü vardır. İşte 90 yılı böyle bir yıldı. İsrael’den eve bir valiz dolusu İsrael lezzetleri ve içki, likör vs ile dönmüştüm. Bütün bunları sofralarımda ailem ve dostlarımla paylaşıyor ve oradan esintiler yaşıyordum.
Haziran ortasında yine Selimpaşa’daki yazlık evimize gitmiştik. Soni sonbaharda bar mitzvasını yapacaktı ve harıl harıl peraşasını hazırlıyordu. Yeni İbrani yılının ilk peraşasını yani” Bereşit “ bölümünü bütün olarak okuyacaktı. Sesi çok güzeldi ve Talmud Tora’daki hocası Ribi Adoni onun peraşanın tümünü okumasını istemişti. Ayrıca tefilin takma günü için ise, ayrı bir bölüm daha öğreniyordu. Her sabah yataktan çıkığımda onu salonda peraşa çalışırken bulurdum. Çok çalışkan ve disiplinli bir çocuktu. Ayrıca o yaz kuzenim Yitshak’ın oğlu Yosi ile İris evlenmiş ve balayına İstanbul’a gelmişlerdi. İris çok güzel bir kızdı. Yosi zaten canımın içiydi. Çok genç oldukları için bizim eve gelmişlerdi. Onlara kendi yatak odamızı tahsis etmiştim. Her gün sabah kahvaltısı ettikten sonra, vapurla karşıya geçerler ve İstanbul’u dere tepe gezerlerdi. Sabah kalktıkları zaman onlara baş başa edecekleri muhteşem kahvaltılar hazırlar ve klasik bir müzik koyarak yalnız bırakırdım. Kız salona girip etrafına bakar ve iki kişilik sofrayı görünce “Versailles Sarayı’nda balayı yapıyoruz” derdi. Hafta sonu da onları yazlık eve götürüyor, bu sefer de o senelerde çok revaçta olan Classis Oteli’ne gidip, beş çayı veya gece canlı müziklerin olduğu barına götürüyorduk. Son 4 günlerinde ise Antalya’daki Club Med’e gidip balaylarını öyle bitirmişlerdi. Antalya’dan uçağa binip İsrael’e dönmüşlerdi.
Demirören sitesi benim hiçbir zaman çok hoşlandığım bir yer olmamıştı. Evime lafım yoktu. Bütün sitedeki arkadaşlarımız bize gelmeye bayılırlardı ama, ben orayı evin içindeyken severdim. Orası çok kalabalık ve her sınıftan insanın olduğu bir yerdi. Kafa yapıma uygun olmayan insanların içinde olmaktan hazzetmiyordum. Arkadaşlarımız Eti ve Hayim Nifusi de artık oraya çok seyrek geliyorlardı. Eti’nin annesinin Büyük Ada’daki yazlık evinde kalıyorlardı. Bu arada Lemi adında bir oğulları daha olmuştu.
O yaz,Kadıköyden bir arkadaşım olan ve Silivri’ye çok yakın olan Murat Suyu adlı bir yerde yaşayan Tuna ve Rahmi Kohen’i görmeye gittiğimizde, oranın çok daha nezih ve canlı bir yer olduğunu görmüştük. Onlar Saraçoğlu adlı bir sitede yaşıyorlardı. Orada en az on kadar genç ve Yahudi, çocuklu aileler vardı. Buranın özellikle Soni ve Hay için daha iyi olduğuna karar vermiştik. Yaptığımız bir çevre gezisi sonunda Saraçoğlu Sitesi’ne bitişik ve yeni bitmiş dubleks villaların satıldığı bir siteye girdik. Adı Ay-Sar sitesiydi. Yeni tamamlanmış inşaatın şantiyesinde, sitenin müteahhidi ve mühendisi olan genç bir adam oturuyordu. Adı Sefer Aysoy’du. Çok kibar, güler yüzlü ve saygıdeğer bir görünüşü vardı. Vilları görmek istediğimizi söyleyince, hemen bizi henüz satılmamış olan bir dupleks eve götürdü. Ev gerçekten mükemmeldi. Tam havuzun karşısındaydı ve odaları geniş ve aydınlıktı. Dav d bana baktı, ben yavaşça” olabilir” diye mırıldandım. Tekrar şantiye bürosuna döndük. Çocuklar sıkılmaya başlamışlardı. Sefer beyle anlaşan David, bizi topladı ve eve döndük. Ertesi akşam iş çıkışı oraya gitti ve evin satın alış protokolünü hazırladılar. Artık Demirören yılları bitiyordu. Ancak o yazı orada bitirecek, gelecek yaz Ay-Sar Sitesi’ne taşınacaktık.
Aynı yaz ablamlar da Göztepe Hamam Sokak’ta bir ev almışlardı. Gerçekten çok sevinçliydim. Bu arada David’in abisi Hayim’in ve Ester’in büyük oğulları Soni’nin bar-mitzva töreni vardı. Soni benimkinden 2,5 ay daha büyüktü. Sünnetler gibi şimdi bar- mitzvalar da peş peşe geliyordu. Giyindik kuşandık, şapkaları taktık ve büyük Soni’nin sıcak bir yaz günü yaptığı bar- mitzva’sına gittik. Gece kutlamasını da Tarabya Oteli’nde yapmışlardı. Çok keyifli ve güzel bir kutlama olmuştu. Bütün gece dans etmiş ve çok eğlenmiştik.
Eylül ayının 24’ ünde benim Soni’min tefilin töreni gerçekleşmiş, ardından sinagogun bahçesinde bir sabah kahvaltısı vermiştik. Araya giren Roş Aşana, Yom Kipur ve Sukot Bayramları’nın bitimindeki ilk cumartesi günü sabahı Soni Caddebostan Sinagogu’nda bar mitzva törenini gerçekleştirmişti. Ben o sabah o kadar heyecanlıydım ki, yerimde kaskatı oturuyordum. Bu arada Tanrı’ya şükredip duruyordum. Aile büyüklerimiz güzel giysileri ve şapkalarıyla, erkekler alt katta, biz kadınlar üst katta tam takım ve neşe içinde bir aradaydık. Büyükbabalar kıvançlıydı, büyükanneler neşeli ve mutluydu. Bizler ise ara nesil olarak Venezya, Ester ve ben genç, güzel ve mutluyduk. Sinagog hıncahınç doluydu. Soni kendisine Sefer Tora’dan okutulan Tevrat’ın ilk bölümü olan Bereşit’i o kadar başarılı okumuştu ki, tören bitip te dışarıya çıkınca ben bir tebrik denizinin içine dalmıştım. David’le bu ilk evlat mürüvvetinin sevincini yaşarken, mutluluktan içimiz kabarıyordu. O gün sabah davetli olan 500 kişilik davetli topluluğunu Göztepe Kültür Derneği’nin büyük salonunda ağırlamıştık. Sahneye konulan büyük Menora’ya gönül çiçeklerini koymak üzere, Soni her dereceden kuzin ve kuzenlerini törene çağırmış ve çiçekleri Menoraya koydurmuştu. Boydan boya kurulan tatlı ve tuzlu açık büfesi harika olmuştu.
Dernek çıkışı fotoğrafçıya gidip aile resmi ve Soni’nin talletini kuşanmış bir şekilde resmini çektirmiştik. O akşam Dedeman Oteli’nde, Soninin bar mitzva töreni kutlaması yapıldı. O gece tüm aile yakınlarımız ve arkadaşlarımızla birlikte çok güzel bir akşam olmuştu. Soni’nin mum yakma töreni çok güzeldi ve özellikle 6,5 yaşındaki Hay Eytan’ın adı söylenince, koşa koşa mumunu yakmaya gitmesi ve abisinin üzerine sevgiyle atlaması çok sempatikti. Bütün salon alkış ve kahkahalarla inliyordu. Bizim ufaklık yine zirveye tırmanmıştı. İki kardeş birbirini o kadar çok severdi ki, birinin sevinci veya başarısı diğerinin bayramı olurdu.
Artık yetişkin bir oğula sahiptik ve adı üzerinde tam kendisine biçilen, olgun yetişkin rolü onun üzerine tam uymuştu. Ona gözünüz kapalı olarak her konuda güvenebilirdiniz.
Ekim ayında Göztepe Kültür Derneği’nin yeni faaliyet sezonu başladığı zaman, biz kadınlar tiyatrosunun yazıp oynadığı oyun olan “La Kazika” ile sahneye çıktık. Bu oyunda ben, ablam Venezya Altaras, Perla Hasan, Eti Romano, Belin Pardo, Yıldız Krespi ve Jinet Bahar oynuyorduk. Bu yarı Ladino dilinde, yarı Türkçe,Yahudi aile hayatından bir kesitin sunulduğu bir komediydi. Provalar ve sahneleme döneminde çok güler, çok eğlenir ve verilen dinlenme molalarında dertleşir, içimizi döker ve hoşça zamanlar geçirirdik. Her kadın tiyatrosu, bir kereye mahsus olmak üzere gece de sahneye konurdu.O zaman eşlerimiz, babalarımız ve diğer arkadaşlarımız da eşleriyle bizi izlemeye gelirlerdi. Dernekte kendimi evimde gibi hissederdim. Çok mutlu saatler yaşar, herkesle çok iyi anlaşır ve çok eğlenirdim.
Her pazar sabahı, çocukların Talmud Tora dersinden sonra derneğe giderdik. Hay küçükler basketbol grubunda oynardı. Soni junior grubuyla buluşur toplantılara girerdi. Biz de onları beklerken, girişteki geniş kanapelere oturur oraya giren çıkan arkadaşlarımızla sohbet eder kahve içerdik. Zaten her Pazar sabahı öğlene kadar David’lerin ”Nostalji”adlı dernek orkestrası prova yapardı. Her Pazar sabahı oraya Yahudi cemaatinin bilinen simalarından Yusuf Altıntaş da gelir, bizim kahve sohbetimize katılırdı. Altıntaş müthiş zeki ve entellektüel bir insandı. İnce mizahi ve biraz da ironik bir şekilde yaptığı konuşmaları benim her zaman çok ilgimi çekerdi. Onunla her konuda saatlerce konuşabilir ve doyamadan da ayrılırdınız. Benim için yeni bir entellektüel dünyanın giriş kapısına vardığım bir yıl olarak 90 yılını sevgi ve şükranla anarım. Bir pazar sabahı Yusuf Altıntaş, mutad kahve sohbetimizi ederken, ortaya bir el bombası attı, patlattı ve ben kendimi yeni bir dünyanın eşiğinde duruverdim. Bombanın konusu buydu, ”Sevgili Sara, Yeşua Salvo Loya kardeşimden, İsrael’e bir seyahat yaptığınızı öğrendim. Sizden bu seyahatinizi kaleme almanızı istiyorum. Eğer tahminim doğru çıkarsa onları Şalom Gazetesi’nde yayınlamaya hazırım” dedi. Benim nutkum tutulmuştu. Liseyi bitirdikten sonra Kardeşlik Kulübü için çeviriler yapmıştım ama, bunlar özgün yazılar değildi. Ben “bunu yapabileceğimi sanmıyorum, okul bittiğinden beri sadece alış veriş listesi yazıyorum.“ dedim. Altıntaş; ”Bence çok iyi yazacaksınız, böylesine güzel konuşabilen bir insan, eminim ki çok da güzel yazacaktır” dedi.
Sardı mı beni bir telaş? İki gece gözümü kırpmadım. Adam içime bir tohum atmıştı sanki, beynim durmadan deli gibi çalışıyordu. 3. gün Salvo Loya’yı aradım. Salvo Loya çok sakin, ince ruhlu, insanın ruhunu duruşuyla ve gülümseyen çehresi ile sağaltan bir insandır. Ona, Altıntaş’ın teklifinden ve benim içimde peydah olan huzursuzluktan bahsettim. O tatlı sesiyle ”Sarika sakin ol ve seyahatin hakkında bir şeyler yaz. Bitirince önce bana ver. Bilirsin seni çok severim. Sana dürüst bir biçimde düşüncelerimi söyleyeceğim. Sonra daha sağlıklı düşünebileceksin “dedi.
O akşam televizyonda Fenerbahçe futbol maçı vardı. Hay ve David avaz avaz maç seyredip, her golde kendilerini yere atarken, ben salon masasında oturup o kargaşa ve gürültü içinde, kendi içime döndüm ve ilk yazımı yazdım. Yazının adı Yeruşalayim’di. Maç bitince yazıyı David’e okudum. Ağzı açık kaldı ve “sen manyaksın” dedi. Bu arada “manyak” burada çok önemli bir hayranlık ifadesi olup, David çok güzel bir yemeğimi yediğinde veya çok şık ve güzel göründüğümde de bana “sen manyaksın” dediği için, bu iltifatına çok sevinmiştim. Manyak sevinmiş ve heyecanlanmıştım. O gece bu sefer heyecandan uyumadım. Yataktan 10 kere çıkıp, 10 kere daha Yeruşalayim adlı yazımı okudum. Gittikçe bu iş beni artık enikonu sarmıştı. Ertesi akşam David beni arabayla Loya’ların Göztepe’deki evine götürdü, kapı ağzından ona yazımı verdim. “Ne olur çabuk oku, bana en kısa zamanda izlenimini söyle” dedim.
Ertesi gün sabah karın ağrısıyla kalktım. Mutfakta bağlı olan telefonun zilini, kalp çarpıntısıyla beklerken, yemek pişirmeye çalışıyordum ki telefon çaldı. Titrek sesle “alo” dedim. Salvo en neşeli sesiyle ”günaydın nasılsın?” deyince gülümsemeye çalışarak mutfakta yemek hazırladığımı söyledim. Salvo; ”Bence tencereleri bırak ve masa başı yap ”dedi. “Sen bunun için doğmuşsun, yazın mükemmel, hiç durma yaz, durmadan yaz yaz yaz. Demek ki Yusuf ve ben haklıymışız” dedi.
Tanrım dünyalar benim olmuştu. Hemen annemi ve ablamı arayarak olanları anlattım. Onlar da çok sevinmişlerdi. Ödevlerim konusunda, çok disiplinli ve ciddi olduğum için, önce yemeklerimi pişirip, ocağı söndürdüm. Hay o sene 1. sınıfa başlamıştı ve sabahçıydı. Okuldan geldi, onun yemeğini yedirdikten sonra, kağıtlarımı ve kalemimi aldım ve yeni bir dünyanın eşiğinden içeri giriverdim. İkinci yazım Haifa idi. O akşam David gelince, bu sefer Yusuf Altıntaş’ın Göztepe’deki evine gidip yine kapı ağzından ilk yazım olan Yeruşalayim’i ona teslim ettim. Yusuf genellikle soğuk duran ve beğenilerini çok fazla açık etmeyen bir insandır. O dönem henüz “siz” diye hitap ettiğim canım Yusuf’uma yazıyı verdim ve yarım ağızla ”telefonla fikrinizi bildirirseniz çok sevinirim” dedim, telefon numaramın yazılı olduğu bir kağıdı ona uzattım. Eve döndük. Bir saat sonra telefon çaldı. “Yazınız mükemmel, gazetede -Gezilerimde Gözlediklerim- adlı bir köşenin altında 4. sayfada yayınlatmayı düşünüyorum. Yalnız bu iş tavsamaya gelmez. En az 4 gün içinde diğer yazınızı bekliyorum” dedi. Gerçekten artık yazı dünyasının içine bodoslama girmiştim. Aralık ayının ikinci haftasında yazım Şalom Gazete’sinde yayınlandı. 35.yaşıma farklı duygular ve yeni bir kişilikle başlıyordum. Tam Dante’nin, Divina Comedia’yı bitirdikten sonra dediği gibi, 35 yaşındayım ve ömrümün yarısını boşa geçirmişim dediği gibi. Elbette ben bir Dante değildim ama, hiç de fena değildim doğrusu.