KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -1-
Ben Kadıköy’lüyüm. Bahariye semtinde dünyaya gelmişim. Bu satırları yazmaya başladığım andan itibaren bölük pörçük anılar beynime hücum etmeye başladılar. Ben en iyisi en başından başlıyayım.
Ben Kadıköy’lüyüm. Orada doğdum, yetiştim, okudum, büyüdüm, anne oldum. Neredeyse 40 yaşıma değin Bahariye’de yaşadım. Ailem 1953 yılında, Sirkeci’den Anadolu yakasına, Bahariye’ye gelip yerleşmiş. O zamanlar, ablam Venezya ve ondan iki yaş küçük olan ve iki buçuk yaşındayken yaşama veda eden ablam Sarika varmış. Hacı Şükrü Sokağı’nda bir eve taşınmışlar. Annem ve babam, büyük bir aşkla evlenmiş, çok mutlu bir çiftmiş. Nedir ki 1954 yılının 12 Mart günü sevgili minik kızları gidiverince, ailenin üzerine kara bulutlar çökmüş. Ev matem ocağına dönmüş, ilk kızları Venezya kardeşi için yataklara düşmüş, kardeşini sayıklar dururmuş, annemi anlatmaya gerek yok…
Birkaç ay sonra o evden taşınıp, Sokollu Sokağı’nda bir daire kiralamışlar. 1955 başlarında annem bana hamile kalmış. Tek hayali bir kız doğurup onu, Venezya’nın kaybettiği kardeşini ona geri vermekmiş. Oysa bütün aile bir erkek çocuk beklentisi içindeymiş. Yatak, yorgan, takımlar hep mavi hazırlanmış ama, annem içinden hep kız olmam için Tanrı’ya dua eder dururmuş.
Annem bana hamileyken 6-7 Eylül olayları olmuş. Sokaktan gelen gürültüleri duyan annem dehşetle pencereye koşarken, o sırada evde olan ev sahibi Bedriye hanım annemi kolundan çekip içeri götürmüş ve perdeleri dibine kadar kapatmış. O gün yer yerinden oynamış. Rum vatandaşların evleri, ibadethaneleri ve iş yerleri paramparça edilmiş. Nısbiye Sokak’taki katedral kadar değerli ve büyük Aya Triada Rum Kilisesi, kırılıp harap edilmiş. Rus Çarı Nikola’nın hediyesi olan devasa kristal avize ve altın kaplamalı, nadide işlemelerle süslü, kutsal kitap dolabının kapısı hunharca tuzla buz edilmiş. Çığlıklar ve canhıraş feryatlar, iki gün boyunca bütün Avrupa ve Anadolu yakasında göklere yükselmiş. Annem 6 aylık hamile olduğundan, iki gün boyunca dışarıya burnunu bile çıkarmamış, tabii ablamı da. Neyse etraf sakinleşmiş, ağır ağır yaralar sarılmış ve yaşam devam etmiş.
10 Aralık Cumartesi akşamı hava çok soğukmuş. Hanuka Bayramı kutlanıyormuş. Herkes evdeymiş. Annemin karnı burnunda, artık doğuma gün sayıyormuş. Gecenin 11’inde kapı çalınmış. Babam kapıyı aralamış, karşısında izbandut gibi bir adam duruyormuş. Çok uzun boylu ve çok şişman bir adammış. Zile doğru bakarak,” Hayim merhaba. Yahu, beni tanımadın mı?” demiş. Babam şaşırmış, “Kusura bakmayın, tanıyamadım” demiş. Adam pişkin pişkin gülerek “Düşün düşün” demiş. Doğma büyüme Edirneli olan babacığım Hayim, “Acaba Edirne’den mi?” demiş. Adam bir kahkaha atmış “Tabi ya, aferin sana” demiş sonra,” Ben Salamon’un arkadaşıydım unuttun mu?” deyince, babam, bildiği Salamon’ları sormak isterken, dev adam babamı göğsünden itip içeriye dalmış, kapıyı kapatarak salona girmiş. Babamın beti benzi atmış, adam annemi görünce biraz keyfi kaçmış. Ablam da kanapede uyuyormuş. Adam babama “Hayim efendi çıkar cüzdanını masaya koy” demiş. Babam cüzdanını uzatınca içini boşaltmış, kolundaki saati de istemiş ,annemi, ablamı süzmüş, babama “Şu karının karnındaki çocuğa dua et, karına zarar vermek istemiyorum” demiş.” Şikayet edersen sizi öldürürüm” demiş ve kapıyı çarparak gitmiş. Annemle babamın korkudan nutku tutulmuş, bütün gece uyuyamamışlar. Ablamın başında beklemişler. Ertesi sabah annemin doğum sancıları tutmuş. Hemen bir taksi ile Zeynep Kamil Hastanesi’ne gitmişler. Günlerden pazarmış ve ben öğlene doğru, annemin canını çok yakmadan dünyaya gelmişim. Annem, koyu pembe renkli, gürbüz bir bebek olan çocuğun kız olduğunu, görünce sevinçten ağlayarak Tanrı’ya şükretmiş. Ben o hastanede doğan bütün kızlara denildiği gibi “Zeynep” olarak doğmuşum. Erkek bebeklere de “Kamil” denirmiş. Şaka bir yana, bana tabii ki Sara adı verilmiş. Rebeka halam adımın İnes (Mucize) olması için ısrar etmiş, ama annem “Hayır. Tanrı, birinci Sara’yı yanına aldı, ama şimdi ikinci Sara’yı bize hediye etti” demiş. Eve döndüğümüzde, içeri girer girmez beni ablacığımın kollarına vermiş. Ablamla aşkımız o gün başladı, hala aynı sevgiyle devam ediyor.
Ben doğduktan bir ay sonra babam bir gün Hürriyet Gazetesi’nin 1. Sayfasında “Hırsızlar Kralı Fil Hamdi Yakalandı “ diye okuyunca alttaki resme baktığında o gece bizim eve gelen dev adamı tanıyıvermiş. Meğerse adamın lakabı “Fil Hamdi” imiş. Adam azılı bir hırsızmış. Birkaç ay süresince yüzlerce insanı soyup, darp etmiş. Gazetede soyulanların en yakın karakola gidip şikayetçi olması isteniyormuş. Annem babamın şikayet etmesine mani olmuş. “Karnımdaki bebeğin hatırına bize zarar vermedi, şimdi bir de biz ona zarar vermeyelim” demiş. Benim annem işte böyle merhametli bir kadındı. Babam da ondan aşağı kalmazdı.
Sokollu Sokak’taki evde 2,5 yaşıma kadar yaşamışız. Oradan çok küçük, silik hikayelerim var. Mesela 2 yaşımdayken arka balkona çıkıp, bahçedeki kümeste yaşayan hindilerle konuştuğumu çok net hatırlıyorum. Hindiler “gulu gulu” diye guruldarlerken ben de onlara; ”Gulu gulu, ben Sarika”diyerek kendimi onlara tanıtırmışım. Komşular gülmekten ölürlermiş. Yıllar sonra, beni arada bir sokakta gören bir komşu kadın ”Gulu Gulu Sarika, nasılsın?” diyerek bana sarılır öperdi.
Sokollu Sokak’taki ev sahibimiz, Ankara’dan erkek kardeşi geleceği için, bize iki gün mühlet vererek, evi boşaltmamızı istediğinde, annemle babam telaşla ev aramaya çıkmışlar. Bizimle yaşayan anneannem henüz yeni felç hastası olmuşken, ben de bu kadar küçükken, üstelik de iki gün mühlet olunca, annem sinirden delirmiş. Babamın Yeldeğirmeni’nde, Haydarpaşa Sinagogu’ndan çok yakınlaştığı, gençlik arkadaşı Eliya Bicerano, ona Uzun Hafız Sokak’ta bize uygun bir giriş katı olduğunu söyleyince, hemen nazlanmadan oraya taşınmışlar. O dönem Yeldeğirmeni semti bütün Yahudi cemaatinin bir arada yaşadıkları bir semtti. Herkes birbirini tanırdı. Bütün cemaat annemlere sevgiyle kucak açtı. Babamın keyfi yerindeydi, hem iskeleye hem de sinagoga yakın oturuyordu. Sinagogun bir bahçe kapısı Uzun Hafız sokaktaydı. Hemen bitişiğinde hala orada duran ekmek fırınından gelen mis gibi sıcak ekmek kokusu, evimizin penceresinden burnumuza gelirdi. Evler kagirden, neo klasik binalardan oluşurdu. Sonradan öğrendiğime göre orada, Yahudi ailelere ait apartmanlar vardı. Her dairesinde de Yahudi kiracı aileler yaşardı.
Aslında bu bilgiler daha geniş bir anlatıda aktarılacak şeyler. Uzun Hafız Sokak’taki anılarım çok net değil, fakat birkaç anı gözlerimde oldukça net. Üst katımızda oturan ev sahibimiz olan ailenin annesini hatırlıyorum. Bir gece ateşim son derece yükselmiş ve sayıklamaya başlamışım. Annem korkudan titreyerek üst kata çıkmış, o dönemlerde telefon çok nadir bir şeydi. Kimsenin evinde telefon yoktu, ama komşumuzda vardı. İzin isteyerek benim doktorumu aramış, doktor talimatlarını verdikten sonra gerekirse beni evine getirmesini söylemiş. Annem ikinci çocuğunu aynı yaşta kaybettiği için, panikten gözyaşlarına boğuluyormuş. Evin hanımı anneme “Çocuğu okumama izin verir misiniz?” diye sorunca, annem ona sarılarak “Hem de çok isterim demiş”. Kadın elinde Kur’an-ı Kerim’i ve ipek eşarbı ile aşağı inmiş. Bu sahneyi ömrümde unutamadım. Ben ateşler içinde salondaki kanapede annemin kucağında oturtuldum. Yaşlı kadın gözlüklerini taktı, ipek şalını başına örttü ve Kur’an Kitabından Arapça bir dua okuyup, her cümleden sonra yüzüme üflemeye başladı. Bu epeyce sürdü veya belki bana öyle geldi. Önce bu seremoniden çok korkmuştum ama, kısa bir süre çok rahatladığımı ve sakinleştiğimi hatırlıyorum. Duanın sonlarına doğru uyuya kalmışım. Alnıma ellerini koyduklarında benim ateşimin düştüğünü sevinçle görmüşler. Annem ve babam komşu hanımın ellerini öpmüşler. İkisi de bütün gece yanı başımda nöbet tutmuşlar. Ben ise huzurla sabaha kadar uyumuşum. Sabah da gayet enerjik bir biçimde kalkmışım. Annem bu hanıma olan sevgisini ve minnetini her zaman anlatırdı. Babam o gün onların evine bir buket gül göndermiş.
Diğer bir anım ise komik. Bizim evin tam karşısında boş bir arsa vardı, her tarafını otlar ve yoncalar sarmıştı, koskocaman beyaz papatyalar, bütün alanı yorgan gibi örtmüştü. Ablam güneşli havalarda beni elimden tutup oraya götürürdü. Papatya buketleri yapıp anneme getirirdik. Mahalledeki bütün Yahudi çocuklar ve küçük kardeşleri de oraya gelirlerdi. Bir gün otların arasında ölü bir serçe gördüler. Kızlar feryat figan, herkes kuş için çok üzüldü. Daha büyükçe olan oğlanlardan biri bakkala koşup mukavva bir kutu getirdi. Kızlar biraz geride, oğlan ölü kuşu yavaşça kutuya yerleştirdi. Sonra dal parçalarıyla toprağı kazıp, kuşu gömdü ve üzerine bir taş koydu. Kızlar ağlayarak taşın üzerini papatyalarla kapladılar. Ablam dahil bütün kızlar ağlıyorlardı. Ben de onları hayretle izliyordum. Sanırım bu ömrümün ilk cenaze töreniydi. Ertesi gün de törenle mezar ziyareti yapıldı. Sonra da kuşun ruhu kuşların cennetine uçtu.
Yeldeğirmeni’nden birkaç anım daha var ama bunları bir sonraki yazımda anlatmayı planlıyorum. Bakalım bir sonraki yazımda hangi Kadıköylüler kendilerini satırların arasında bulacaklar. Sevgiyle kalın.