MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -1-
Ben Kadıköy’lüyüm. Bahariye semtinde dünyaya gelmişim. Bu satırları yazmaya başladığım andan itibaren bölük pörçük anılar beynime hücum etmeye başladılar. Ben en iyisi en başından başlıyayım.
Ben Kadıköy’lüyüm. Orada doğdum, yetiştim, okudum, büyüdüm, anne oldum. Neredeyse 40 yaşıma değin Bahariye’de yaşadım. Ailem 1953 yılında, Sirkeci’den Anadolu yakasına, Bahariye’ye gelip yerleşmiş. O zamanlar, ablam Venezya ve ondan iki yaş küçük olan ve iki buçuk yaşındayken yaşama veda eden ablam Sarika varmış. Hacı Şükrü Sokağı’nda bir eve taşınmışlar. Annem ve babam, büyük bir aşkla evlenmiş, çok mutlu bir çiftmiş. Nedir ki 1954 yılının 12 Mart günü sevgili minik kızları gidiverince, ailenin üzerine kara bulutlar çökmüş. Ev matem ocağına dönmüş, ilk kızları Venezya kardeşi için yataklara düşmüş, kardeşini sayıklar dururmuş, annemi anlatmaya gerek yok…
Birkaç ay sonra o evden taşınıp, Sokollu Sokağı’nda bir daire kiralamışlar. 1955 başlarında annem bana hamile kalmış. Tek hayali bir kız doğurup onu, Venezya’nın kaybettiği kardeşini ona geri vermekmiş. Oysa bütün aile bir erkek çocuk beklentisi içindeymiş. Yatak, yorgan, takımlar hep mavi hazırlanmış ama, annem içinden hep kız olmam için Tanrı’ya dua eder dururmuş.
Annem bana hamileyken 6-7 Eylül olayları olmuş. Sokaktan gelen gürültüleri duyan annem dehşetle pencereye koşarken, o sırada evde olan ev sahibi Bedriye hanım annemi kolundan çekip içeri götürmüş ve perdeleri dibine kadar kapatmış. O gün yer yerinden oynamış. Rum vatandaşların evleri, ibadethaneleri ve iş yerleri paramparça edilmiş. Nısbiye Sokak’taki katedral kadar değerli ve büyük Aya Triada Rum Kilisesi, kırılıp harap edilmiş. Rus Çarı Nikola’nın hediyesi olan devasa kristal avize ve altın kaplamalı, nadide işlemelerle süslü, kutsal kitap dolabının kapısı hunharca tuzla buz edilmiş. Çığlıklar ve canhıraş feryatlar, iki gün boyunca bütün Avrupa ve Anadolu yakasında göklere yükselmiş. Annem 6 aylık hamile olduğundan, iki gün boyunca dışarıya burnunu bile çıkarmamış, tabii ablamı da. Neyse etraf sakinleşmiş, ağır ağır yaralar sarılmış ve yaşam devam etmiş.
10 Aralık Cumartesi akşamı hava çok soğukmuş. Hanuka Bayramı kutlanıyormuş. Herkes evdeymiş. Annemin karnı burnunda, artık doğuma gün sayıyormuş. Gecenin 11’inde kapı çalınmış. Babam kapıyı aralamış, karşısında izbandut gibi bir adam duruyormuş. Çok uzun boylu ve çok şişman bir adammış. Zile doğru bakarak,” Hayim merhaba. Yahu, beni tanımadın mı?” demiş. Babam şaşırmış, “Kusura bakmayın, tanıyamadım” demiş. Adam pişkin pişkin gülerek “Düşün düşün” demiş. Doğma büyüme Edirneli olan babacığım Hayim, “Acaba Edirne’den mi?” demiş. Adam bir kahkaha atmış “Tabi ya, aferin sana” demiş sonra,” Ben Salamon’un arkadaşıydım unuttun mu?” deyince, babam, bildiği Salamon’ları sormak isterken, dev adam babamı göğsünden itip içeriye dalmış, kapıyı kapatarak salona girmiş. Babamın beti benzi atmış, adam annemi görünce biraz keyfi kaçmış. Ablam da kanapede uyuyormuş. Adam babama “Hayim efendi çıkar cüzdanını masaya koy” demiş. Babam cüzdanını uzatınca içini boşaltmış, kolundaki saati de istemiş ,annemi, ablamı süzmüş, babama “Şu karının karnındaki çocuğa dua et, karına zarar vermek istemiyorum” demiş.” Şikayet edersen sizi öldürürüm” demiş ve kapıyı çarparak gitmiş. Annemle babamın korkudan nutku tutulmuş, bütün gece uyuyamamışlar. Ablamın başında beklemişler. Ertesi sabah annemin doğum sancıları tutmuş. Hemen bir taksi ile Zeynep Kamil Hastanesi’ne gitmişler. Günlerden pazarmış ve ben öğlene doğru, annemin canını çok yakmadan dünyaya gelmişim. Annem, koyu pembe renkli, gürbüz bir bebek olan çocuğun kız olduğunu, görünce sevinçten ağlayarak Tanrı’ya şükretmiş. Ben o hastanede doğan bütün kızlara denildiği gibi “Zeynep” olarak doğmuşum. Erkek bebeklere de “Kamil” denirmiş. Şaka bir yana, bana tabii ki Sara adı verilmiş. Rebeka halam adımın İnes (Mucize) olması için ısrar etmiş, ama annem “Hayır. Tanrı, birinci Sara’yı yanına aldı, ama şimdi ikinci Sara’yı bize hediye etti” demiş. Eve döndüğümüzde, içeri girer girmez beni ablacığımın kollarına vermiş. Ablamla aşkımız o gün başladı, hala aynı sevgiyle devam ediyor.
Ben doğduktan bir ay sonra babam bir gün Hürriyet Gazetesi’nin 1. Sayfasında “Hırsızlar Kralı Fil Hamdi Yakalandı “ diye okuyunca alttaki resme baktığında o gece bizim eve gelen dev adamı tanıyıvermiş. Meğerse adamın lakabı “Fil Hamdi” imiş. Adam azılı bir hırsızmış. Birkaç ay süresince yüzlerce insanı soyup, darp etmiş. Gazetede soyulanların en yakın karakola gidip şikayetçi olması isteniyormuş. Annem babamın şikayet etmesine mani olmuş. “Karnımdaki bebeğin hatırına bize zarar vermedi, şimdi bir de biz ona zarar vermeyelim” demiş. Benim annem işte böyle merhametli bir kadındı. Babam da ondan aşağı kalmazdı.
Sokollu Sokak’taki evde 2,5 yaşıma kadar yaşamışız. Oradan çok küçük, silik hikayelerim var. Mesela 2 yaşımdayken arka balkona çıkıp, bahçedeki kümeste yaşayan hindilerle konuştuğumu çok net hatırlıyorum. Hindiler “gulu gulu” diye guruldarlerken ben de onlara; ”Gulu gulu, ben Sarika”diyerek kendimi onlara tanıtırmışım. Komşular gülmekten ölürlermiş. Yıllar sonra, beni arada bir sokakta gören bir komşu kadın ”Gulu Gulu Sarika, nasılsın?” diyerek bana sarılır öperdi.
Sokollu Sokak’taki ev sahibimiz, Ankara’dan erkek kardeşi geleceği için, bize iki gün mühlet vererek, evi boşaltmamızı istediğinde, annemle babam telaşla ev aramaya çıkmışlar. Bizimle yaşayan anneannem henüz yeni felç hastası olmuşken, ben de bu kadar küçükken, üstelik de iki gün mühlet olunca, annem sinirden delirmiş. Babamın Yeldeğirmeni’nde, Haydarpaşa Sinagogu’ndan çok yakınlaştığı, gençlik arkadaşı Eliya Bicerano, ona Uzun Hafız Sokak’ta bize uygun bir giriş katı olduğunu söyleyince, hemen nazlanmadan oraya taşınmışlar. O dönem Yeldeğirmeni semti bütün Yahudi cemaatinin bir arada yaşadıkları bir semtti. Herkes birbirini tanırdı. Bütün cemaat annemlere sevgiyle kucak açtı. Babamın keyfi yerindeydi, hem iskeleye hem de sinagoga yakın oturuyordu. Sinagogun bir bahçe kapısı Uzun Hafız sokaktaydı. Hemen bitişiğinde hala orada duran ekmek fırınından gelen mis gibi sıcak ekmek kokusu, evimizin penceresinden burnumuza gelirdi. Evler kagirden, neo klasik binalardan oluşurdu. Sonradan öğrendiğime göre orada, Yahudi ailelere ait apartmanlar vardı. Her dairesinde de Yahudi kiracı aileler yaşardı.
Aslında bu bilgiler daha geniş bir anlatıda aktarılacak şeyler. Uzun Hafız Sokak’taki anılarım çok net değil, fakat birkaç anı gözlerimde oldukça net. Üst katımızda oturan ev sahibimiz olan ailenin annesini hatırlıyorum. Bir gece ateşim son derece yükselmiş ve sayıklamaya başlamışım. Annem korkudan titreyerek üst kata çıkmış, o dönemlerde telefon çok nadir bir şeydi. Kimsenin evinde telefon yoktu, ama komşumuzda vardı. İzin isteyerek benim doktorumu aramış, doktor talimatlarını verdikten sonra gerekirse beni evine getirmesini söylemiş. Annem ikinci çocuğunu aynı yaşta kaybettiği için, panikten gözyaşlarına boğuluyormuş. Evin hanımı anneme “Çocuğu okumama izin verir misiniz?” diye sorunca, annem ona sarılarak “Hem de çok isterim demiş”. Kadın elinde Kur’an-ı Kerim’i ve ipek eşarbı ile aşağı inmiş. Bu sahneyi ömrümde unutamadım. Ben ateşler içinde salondaki kanapede annemin kucağında oturtuldum. Yaşlı kadın gözlüklerini taktı, ipek şalını başına örttü ve Kur’an Kitabından Arapça bir dua okuyup, her cümleden sonra yüzüme üflemeye başladı. Bu epeyce sürdü veya belki bana öyle geldi. Önce bu seremoniden çok korkmuştum ama, kısa bir süre çok rahatladığımı ve sakinleştiğimi hatırlıyorum. Duanın sonlarına doğru uyuya kalmışım. Alnıma ellerini koyduklarında benim ateşimin düştüğünü sevinçle görmüşler. Annem ve babam komşu hanımın ellerini öpmüşler. İkisi de bütün gece yanı başımda nöbet tutmuşlar. Ben ise huzurla sabaha kadar uyumuşum. Sabah da gayet enerjik bir biçimde kalkmışım. Annem bu hanıma olan sevgisini ve minnetini her zaman anlatırdı. Babam o gün onların evine bir buket gül göndermiş.
Diğer bir anım ise komik. Bizim evin tam karşısında boş bir arsa vardı, her tarafını otlar ve yoncalar sarmıştı, koskocaman beyaz papatyalar, bütün alanı yorgan gibi örtmüştü. Ablam güneşli havalarda beni elimden tutup oraya götürürdü. Papatya buketleri yapıp anneme getirirdik. Mahalledeki bütün Yahudi çocuklar ve küçük kardeşleri de oraya gelirlerdi. Bir gün otların arasında ölü bir serçe gördüler. Kızlar feryat figan, herkes kuş için çok üzüldü. Daha büyükçe olan oğlanlardan biri bakkala koşup mukavva bir kutu getirdi. Kızlar biraz geride, oğlan ölü kuşu yavaşça kutuya yerleştirdi. Sonra dal parçalarıyla toprağı kazıp, kuşu gömdü ve üzerine bir taş koydu. Kızlar ağlayarak taşın üzerini papatyalarla kapladılar. Ablam dahil bütün kızlar ağlıyorlardı. Ben de onları hayretle izliyordum. Sanırım bu ömrümün ilk cenaze töreniydi. Ertesi gün de törenle mezar ziyareti yapıldı. Sonra da kuşun ruhu kuşların cennetine uçtu.
Yeldeğirmeni’nden birkaç anım daha var ama bunları bir sonraki yazımda anlatmayı planlıyorum. Bakalım bir sonraki yazımda hangi Kadıköylüler kendilerini satırların arasında bulacaklar. Sevgiyle kalın.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.