MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -33-
78 yılı artık bitmek üzereydi. Ben çocukla haşır neşir, bazı arkadaşlarımla ev ziyaretleri yaparak, çokça ablamla birlikte olarak, her gece de daha saat 17.00 iken takvimin sayfasını kopartarak günleri itelemeye çalışıyordum. Bazen Soni’yi kapalı, yüksek arabasına koyarak, Behiye’ye giderdim. Artık onun eşi Rıfat da yedek subaylık görevine başlamıştı. Eşi yokken Behiye de annesinde kalıyordu. Uzun uzun sohbet ederdik. Sara Ravuna da 77 yılının aralık ayında anne olmuştu. Rafi adında güzel bir erkek bebeği vardı. Hayatlarımız oldukça farklılaşmıştı. Bazen onunla da buluşur, bebek sohbetleri yapardık.
Soni çok hızlı büyüyordu. Kendi bebek, ebatları minik bir oğlan çocuğu gibiydi. Çok çabuk konuşmaya başlamıştı. Evde teyzem de olduğu için Ladino da öğreniyor ve lafa karışıyordu. Mesela yere düşerse “se kayo” (düştü) derdi. Yediğini çıkarırsa “lo kito” (çıkardı) derdi. Çok gülerdik. Cuma akşamları babam Kiduş duasını ederken, yüksek sandalyesinde babamın yanında otururdu. Babamın şarabından bir yudum içer ağzını şaplatırdı. Amotsi ekmeğinden de tuzlu lokmasını yerdi. Babam duayı bitirince “amen” derdi. Babamın gözleri parlardı. Ona küçük lokmalarla yemek yedirirdi. Çocuk altın rengi saçlarıyla Şabat sofrasına adeta ışık saçardı.
Soni, 77 yılının Roş Aşana gecesi doğmuş, 78 yılının Yom Kipur akşamı ilk adımlarını atmış ve sevinçle ellerini çarpmış ve “bavvo” (bravo) deyip gülmüş, bana doğru gelmişti. Bunlar unutulur sevinçler değil tabii ki. David gittikten tam iki buçuk ay sonra görevle izinli gelmişti. 15 gün kalacaktı. Komutanına teklif götürmüş ve asker ocağında tost ve sandviç satmayı önermişti. Komutan da onu özel izinle tost makinesi ve büfe için gerekli olan gereçleri alması için İstanbul’a göndermişti.
David taşı sıkarak para kazanmayı bildiği için, o sırada Doğubeyazıt’ta bulunan pasajların içindeki kaçak mallar satan dükanların varlığını keşfetmişti. Bu bölge tam İran sınırında olduğu için kaçakçılar gizlice geçirdikleri ithal malları o pasajlardaki mağazalarında satarlardı. David orayı keşfedince yaşantısına renk gelmişti. Her gün mesaiden sonra çarşıya iner, bazı şeyler satın alırdı. Mesela ateş ölçer termometreleri neredeyse bedava fiyata satarlardı. Ayrıca kalemler ve silgiler de keza. İzne geldiği zaman bu termometre ve kalemlerden birkaç düzine getirmiş, eczane ve bakkallara iyi fiyatlara satmıştı. Hiç unutmam, onun tatili boyunca defalarca restoranlarda harika yemekler yemiş, sinemalara gitmiş, hatta Soni’ye harika bir kışlık palto ve bot almıştık. Aldığı tost makinesini kargo ile göndermişti. Dönüşünde kurduğu çay ocağında tost satışları patlamış, Komutan ihya olmuştu. Bir keresinde “Siz Yahudiler inanılmaz insanlarsınız” demiş David’e. David pasajda gördüğü malların listesini yapar ve bana mektupta istediklerimi seçmemi söylerdi. Oradan ailenin hanımlarına çantalar, erkeklerine şemsiyeler hediye getirirdi. Bizim için Çin porseleninden kahve fincanları, mutfak araç gereçleri. teflonlu kırmızı tencere takımı, termos çaydanlık, incecik porselen biblolar, tabak, çanak, Çin porseleninden kaseler, daha neler neler. Artık günlerini bu sayede daha mutlu ve renkli geçiriyordu. Erler onu çok severdi çünkü hepsine sevgiyle yaklaşır, kimseye dayak atmazdı. Erlerin asker ocağında subaylardan ölümüne dayak yediklerini üzüntüyle anlatırdı. Askerler arası futbol turnuvalarında hakemlik yapardı. Bazı sabahlar uyanıp araziye eğitim için gittiklerinde Ağrı Dağı’nın göklerinden aşağıya inen bulutlar tankların üzerini kapatıp, onları yok edermiş. Erler heyecanla ”komutanım tanklarımız çalındı” diye bağırırlarmış David gülerek onları sakinleştirince, bulutların içine dalıp tanklara ulaşırlarmış. Doğubeyazıt’ta bulunan İshak Paşa Sarayı’nı ziyaret etmiş ve güzelliğini anlata anlata bitirememişti.
İzinli geldiği zaman valizlerini heyecanla açar, aldıklarını çıkartırdı. Gardrobumuzun yüklükleri artık hınca hınç doluyordu. Asker dönüşü kuracağımız kendi evimizin hayallerini kurup mutlu olurduk. Aslında hayal kurmak ve umut etmek, sahip olmaktan daha heyecan verici duygulardır. Bunları daha o yaşımda kavramıştım. Çok çabuk elde edilen mutlulukların kıymeti çok bilinemez. İnsan karakteri böyledir. Çünkü bir şeye çabucak kavuşursanız, bir süre sonra bunu içselleştirir ve kıymetinin ayırdına varamazsınız. David’in kasım gelişinde Soni 14 aylıktı. Koşuyor, konuşuyordu. İlk gün David’e fazla takılmadı, ama akşam olup da yanımda yattığını görünce, David’i alıcı gözüyle inceledi, biraz kıskandı ve ayakkabısının topuğuyla vurarak azıcık kafasını şişirdi. Ben ağlama numarası yapınca, bu sefer çok üzüldü, gözleri kızardı ve ağlayarak babasına sarıldı. Sonra kanka oldular.
79 yılının başında babam bir enfraktüs krizi geçirdi. 62 yaşındaydı. Bir buçuk ay boyunca tuvalet hariç sırt üstü yatıp dinlendi. Kardilog doktor her hafta eve gelir, elektro çekerdi. Sonra annemi, babama çok iyi baktığı için kutlardı. O aylar çok zordu. Babamın mesleği muhasebecilik olduğu için, bütün muhasebe işlerini ben yapıyordum. Firmaların sahipleri haftada bir bizim eve geliyorlar ve evrak getiriyorlardı. Babam bana yevmiye ve defter-i kebir tutmayı öğretmişti. Önce hepsini kurşun kalemle yapardım, babam yattığı yerden kontrol edip onaylayınca, bu sefer dolmakalemle üstünden geçer, ardından kurşun kalemleri silerdim. Öyle anlattığıma bakmayın, 23 yaşındaydım, Soni’ye ayırdığım zamanlar haricinde, bütün gün muhasebe yapardım. En sinir olduğum şey ise balans hesaplarıyla uğraşmaktı. Buna mizan da denirdi. Bazen iki kolon arası birkaç kuruş fark ederse, haydi yeniden hesap makinesinde toplama işlemleri başlardı. Geceleri rüyamda hep hesap yapardım. Bilinçaltım tıka basa rakamlarla doluydu. Babam sabrıma ve çalışmama bakar, bana sevgiyle gülümserdi. Aslında canım babacığıma ne yapsam, yine de azdı. Çünkü o dünya tatlısı, cömert, fedakar, sabırlı, sevgi dolu bir insandı.
Babam mart ayında artık ayaklanmıştı ama hala evde dinleniyordu. Daimi ilaçları vardı. Annem ona saksıdaki orkideler gibi özen gösteriyordu. Hepimiz etrafında pervane olurduk. Soni 18 aylıkken David bir aylık iznine geldi. Ev sakinleşmişti. Ziyaretçiler, komşular, babamın firmalarının sahipleri daha az gelir olmuşlardı. Mart ayı bilanço ayıdır. Bu sefer imdadıma Rebeka halamın oğlu, kuzenim Avram Kalvo yetişmişti. Avram da usta bir muhasebeciydi. İki üç Pazar günü, üst üste bizim eve gelir ve babamla konuştuktan sonra bilanço hesaplarını yapardı. Avram’ın bu yaptığı jest çok anlamlıydı, çünkü Avrupa yakasından kalkıp gelirdi. Üstelik evli ve iki çocuk babasıydı. Aile bağları ve çocukların aile büyüklerine olan saygıları eskiden bambaşkaydı. Aile demek şimdilerde olduğu gibi, salt çekirdek aile demek değildi. Bir aksilik veya sevinçte koskoca aile tek vücut olup, o günleri atlatmaya çalışırlardı. Şimdilerde yaşanan bireysel davranışlar ve bencillikler o devirlerde yoktu.
O mart ayında bir gün Topağacı’ndaki İsrael Konsolosluğu’na gidip yeni bir Aliya dosyası açtırmıştık. Bu seferki Aliya programına göre Haifa şehrinde bulunan Technion Üniversitesi'ndeki ulpana gidecek, oradaki lojmanlarda kalacaktık. David master programına, ben de bir bölüme girip üniversite okuyacaktım. Bu progamlarda çocuklar için okulun kreşleri ve yuvaları hizmet verirlerdi. artık sanki hayallerim gerçekleşecek gibiydi!
79 yılında İran’da Şah dönemi bitmiş, Humeyni’nin Molla Dönemi başlamıştı. Sınıra yakın askerde olan David, Türkiye’nin o sırada sınırda her an tetikte olduğunu anlatırdı. Türkiye’nin üzerinde de kara bulutlar vardı. Kahramanmaraş olayları patlak vermişti. Memleket iki parçaya ayrılmıştı. Ülkücüler ve Solcular ölesiye vuruşuyorlardı. TRT her akşam o gün şehit olanların ve terörle birbirlerini vuranların adlarını okurdu. Bu isimlerin sonu gelmezdi. Bankalara sık sık soygunlar yapılıyor ve insanlar rehin alınıyorlardı. Artık Mavi Bereliler adı verilen bir asker grubu vardı. Her bankanın ve resmi dairenin kapısında, makineli tüfekli mavi bereli askerler nöbet tutarlardı. Memlekette yakıt sıkıntısı vardı. Evimizin sıcak suyu gazlı termosifon sayesinde akardı. Gaz yoksa banyo yapmak imkansız hale gelirdi. Gıda pazarları gaz temin ederler, 10 liralık gaz için 20 lira rüşvet alırlardı. Gıda pazarının sahibi anneme telefon eder, ertesi gün gaz geleceğini söylerdi. Annem hemen gider, 20 lira rüşveti verdikten sonra, ertesi günü bidonuyla kuyruğa girer ve gaz alırdı. David asker iznine geldiğinde annemle dönüşümlü kuyrukta beklerlerdi. Onlar çok zor yıllardı. Hiçbir şey kolay bulunmazdı. Mesela Türk Kahvesi karaborsada idi. Eniştem Tahtakale’de bulabildiği kahve çekirdeklerini getirir, annem onu prinçten yapılmış eski kahve değirmeninde çekerdi. Annem gençliğini hatırlar ve 2. Dünya Savaşı yıllarında içtikleri nohutlu kahveleri anlatırdı.
David’in izinli olduğu o mart ayında iki kere, Avrupa yakasındaki Kalender Orduevi’nin restoranına gitmiştik. David yedek subay üniformasını giyerdi. Oradaki ızgara etlerin ve balıkların, mezelerin fiyatları bize bedava gibi ucuz geliyordu. İstediğin kadar Türk kahvesi içebiliyordunuz. Bir fincan kahve iki buçuk lira idi. O gün yemekten sonra peş peşe iki fincan içmiştim. Çünkü evdeki kahveleri idareli kullanmak zorundaydık. Aynı hafta Pazar günü bu sefer arkadaşımız Mordo Toledo ve nişanlısı Viki ile yine oraya gitmiştik. Mordo listedeki fiyatları görünce gözleri hayretle açılmıştı. Hiç unutmam sonra 5 çayına Tarabya Oteli’ne gidip Zerrin Özer’i dinlemiştik. Çıkışta Mordo, David’e dönüp ”David, Kalender’e yine gidip, masayı etle donatalım demişti. Çok gençtik, neşeliydik, kahkahalar atarak masaya gelen karışık ızgaraları yemiş, keyfine varmıştık. Serde gençlik ve aşk varsa hayat güzel oluyordu.
Yaz aylarında Soni’yi alıp her gün Moda Çay Bahçesine giderdim. Oradaki sevgili arkadaşım Eti Varon’du. Eti ile genç kızken orada ahbap olmuştuk. O ilk bebeği Eva’yı, ben de Ari’yi götürür onunla uzun uzun konuşurduk. 6 yıl sonra ben anne olmuştum, Eti de ikinci çocuğu Sabi’yi pusetine koyup sabahları oraya gelirdi. Artık ikinci dönem yarenliğimiz başlamıştı. Uzun uzun okuduğumuz kitapları birbirimize anlatır, onların üzerine konuşurduk. Birbirimize yeni kitaplar tavsiye ederdik. Eti'nin sakin ve soylu duruşu bana her yaşımda huzur ve sevgi verir. Daha sonraki yıllarda o Şalom Gazetesi’nde çalışmaya başlayınca, bu sefer vapur veya dolmuş sohbetlerimiz başlamıştı. Şimdi o İstanbul’da, ben İsrael’de, ama sevgimiz tam gaz devam ediyor. Eti sevecen, kibar, kompleksleri olmayan muhteşem bir hanımefendidir. Benim için büyük bir kazanımdır.
79 yılının eylül ayı yaklaşırken artık terhis günleri yaklaşıyordu. Soni tam 2 yaşındaydı. Boyu 98 cm. kilosu ise 12 kg.'dı. Yani 3 yaş boyutlarındaydı. Doktoru onu ölçtüğü zaman “Bu oğlan babasından daha da uzun olacak demişti” öyle de oldu. Ve beklenen gün geldi, 18 aylık askerlikten sonra David teğmen rütbesini alarak eve döndü. Şimdi bizi yeni maceralar bekliyordu.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.