MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -6-
Eskiden, kar yağardı.
Henüz ayrılmamıştık, henüz bölünmemiştik,
Aynı mahalledeydik, zengini, fakiri, esnafı,
Yoksulu, bir arada birliktik,
Omuz omuza sımsıcak yaşardık ve kar yağardı bembeyaz,
Lapa lapa.
Henüz bölünmemiştik, henüz ayrılmamıştık…
… Kar bendim, kar sendin, kar bizdik.
Eridik, eridik, eridik, eridik
Murat Balkuş
Şimdi biraz da ev hayatımızdan söz etmek istiyorum. Ailemiz oldukça kalabalıktı. Annem, babam, ablam ve benim yanı sıra yanımızda, 18 yıllık evlilikten sonra eşi tarafından terkedilmiş olan teyzem Suzan, benim iki buçuk yaşımdan itibaren bizimle yaşamaya başlamıştı. Çocuğu yoktu. Ablamla bana adeta bir anne kadar bağlıydı. Bizleri o kadar çok severdi ki, kendini tamamen bize adamıştı. Anneannem Sara da ben doğduktan hemen sonra, ikinci teyzem Veneta’nın yanından bize taşınmıştı. Anneme benim doğumumdan sonra destek vermek için gelmişti, nedir ki ben henüz iki yaşımdayken felç olmuştu. Aklı başındaydı ama yürüyemiyordu. Yani ben onu hep kendi köşesinde otururken hatırlıyorum. Saçları bembeyaz ve firketelerle tutturulmuş topuz şeklindeydi. Cuma akşamları babam onu sofraya oturturdu. Babam Kiduş yaptıktan sonra, o da kendi şarap bardağını kaldırır ve babama “Hayimof, nazdrave” derdi. Anneannem Bulgar kökenliydi ve babamı gerçekten çok severdi. Zaten babamı sevmemek olası değildi. O güzel bir insandı.
Yani evde altı kişiydik desem de çok inanmayın. Bir de evimizin bir müdavimi vardı. Aşer bizim sevgili kuzenimizdi. Veneta teyzemin biricik oğluydu. Tant Veneta ve Onkle Bohor, minik oğulları ile birlikte, Sokollu Sokağı’nda bir giriş katında otururlardı. Aşer, kızıl saçlı, çilli, incecik bacaklı, masmavi gözlü çok şirin bir çocuktu. Onunla beş yaş aramız vardı ama ben uzunca, o ise kısa boylu olduğu için yaşıt gibi dururduk. Venezya, Aşer ve ben ayrılmaz üçlüydük. Birbirimizi çok severdik. Onsuz bir gün benim için imkansızdı. Her gün okul çıkışı bize gelir, genellikle akşam yemeğinden sonra babası bize gelip onu alır, eve dönerdi. Yaz ayları o, mahallesindeki erkek çocuklarla saatlerce maç yapardı. Her taraf bağ bahçe olduğu için ağaçlardan kucak dolusu gül toplar anneme getirirdi. Annem, kavanozlar dolusu gül reçeli yapar, onların evine de bolca gönderirdi. Onkle Bohor da balık avına çok düşkündü. Her hafta Moda’ya gider, onlarca istavrit yakalardı. Evine gittikten bir süre sonra, Aşer elinde koca bir torba istavritle bizim evde belirirdi. Annem onları ayıklayıp, yıkadıktan sonra una bulayıp kızgın yağda kızartırdı. O balıklar sofraya gelince, çıtır çıtır tabak dolusu yerdik. Kışın kar yağdığı zaman okullar bir iki gün tatil edilirdi. Aşer bizim kapının önüne gelir ve sokağın ortasına boylu boyunca yere yatardı. Ablamla ben onu pencereden izlerdik. Annem bize balkondan topladığı karları bir plastik leğene doldurup odaya getirirdi. Ablamla ben eldivenlerimizi takıp, çörek boyunda bir kardan adam yapıp onu balkona koyması için anneme verirdik. Sonra başımızı cama dayayıp cüce kardan adamımızı seyrederdik. Annem böyle havalarda hastalanma endişesiyle bizi dışarıya çıkarmazdı.
Bizim yemek odası bölümünde çok büyük bir çini sobamız vardı. Babam onu Kapalıçarşı’daki Bedesten’den satın almıştı, antika sobanın bir köşkten geldiğini söylemişlerdi. Soba turkuaz, beyaz ve altın renklerinde çok büyük bir odun sobasıydı. Babam her yaz başı borularını, sobanın altındaki nakışlı tablasını ve kapısını gümüş renkli yaldız boyayla boyardı. Kış başlamadan, bacacı gelip baca ve boru temizliği yapardı. Bir de ağustos ayında bir gün eve odun satın alınır ve tavan arasındaki bir odaya istiflenirdi. Babam o yıllarda yaklaşık 14 çeki odun alırdı. Oduncular sabah yaklaşık saat 10’ dan, akşamüstü 17’ ye kadar yukarıya küfelerle odun taşırlardı. Annem o gün odunculara koca bir tepsi içinde, beyaz peynir, zeytin, kaşer peyniri, birer taze ekmek, haşlanmış yumurtalar ve karpuz verirdi. Sık sık da onları oturtur, kahve ve buz gibi soğuk su verir, o sıcakta mola vermelerini sağlardı. Akşamüzeri de sokaktan geçen taze simitlerden alıp çayla ikram ederdi. O zamanın ev kadınlarının görgüsü gerçekten çok farklıydı.
Kış geldiği zaman, teyzem bize kaşer ve sucuk keyfi yaşatırdı. Tel ızgaranın arasına yerleştirdiği sucukları veya kaşer peynirlerini sobada pişirir, ve kedi gibi yanında bekleşen bizlere verirdi. Biz bunları taze ekmeklerimizle birlikte afiyetle yerdik. Ayrıca sobanın üst çini kapağı açılınca içine üç büyük sahan alacak kadarlık alana annem, ısıttığı yemekleri emaye sahanlara koyar, oraya yerleştirirdi. Babam gelip de yemeğe oturduğumuz zaman, yemekleri oradan alıp sıcacık tabaklarımıza doldururdu. Soba başı sohbetleri harikaydı. O seneler radyolu yıllardı. Radyo bütün gün açık olurdu. Geceleri, haftada bir, radyoda ”Radyo tiyatrosu” yayınlanırdı. Her hafta bir gece hep birlikte onu dinler, sonra yatardık. Akşamüstü reklamlar kuşağını ablamla birlikte ders çalışırken dinlerdik. O bir buçuk saatlik sürede, reklam aralarında “Orhan Boran ve Yuki”, “Uğurlugil Ailesi” gibi kısa ama harika programlar vardı. Şubat tatillerinde ve yaz tatillerinde sabahları “Arkası Yarın” adında, hergün dizi halinde yayınlanan tiyatro oyunları dinlerdik. En iyi tiyatro sanatçılarının seslendirdiği bu saatlerin tadına doyum olmazdı. O sırada annem ve teyzem de işlerine ara verirler ve kahve eşliğinde bu “Arkası Yarın”ı dinlerlerdi. Ablamla ben de, onlarla birlikte kahve içerdik ama, benim fincanım daha küçük, porselen beyaz bir fincandı. Zaten vermezlerse kıyameti kopartırdım.
“Odayı saran odun kokusu,
Dışarıda çisildeyen bir yağmur
Sıcak bir çay
Aklımda çocukluğumdan kalma bir masal…”
Nazım Hikmet
Okula henüz gitmediğim yıllarda, öğle yemeğimi salondaki orta sehpada, küçük hasır koltuğuma oturarak tek başıma yemeye bayılırdım. Annem sehpaya serdiği bir örtü üzerine tabağımı, pasta takımının küçük çatal, bıçak ve kaşığını koyardı. Babamın incecik camdan küçük rakı karafına su doldururdu, kısa boylu bir su bardağına bu minik sürahiden suyumu doldurup içmeye bayılırdım. Çatal bıçaksız kesinlikle yemezdim. Köftelerimi bıçağımla dörde böler ciddiyetle yerdim. Eğer börek, köfte, patates tava, pilav veya makarna varsa kendi başıma yerdim. Yoksa annem ağzıma yemek verirdi.
Ben aslında çok uslu ve ciddi bir çocuktum. Sulu yalapşap şakalardan hiç hoşlanmazdım. Hala da hiç sevmem. Kendime çok yeten, sürekli olarak resim yapan ve kitap okuyan bir çocuktum. Kimseye alay etmez, ardından gülmezdim. Ebeveynimiz bize çok anlam yükleyip, ciddi bir biçimde her şeyi anlatırlar, hatta ileri yaşlarımızda fikrimizi de alırlardı. Evde herkes birbirine ve haklarına çok saygılıydı. Evde kavganın eseri yoktu. Sanırım annemler arada bir atışsalar bile, bu bize hiç yansımazdı. Arada bir, eğer bir akşam üstü eve bir buket kırmızı gül gelirse, ablam bana “Bizimkiler dargınmış galiba, babam barışmak için çiçek gönderdi” derken, annem gayet memnun hafifçe gülümser ve çiçekleri vazoya yerleştirirdi.
Ablam Venezya 12 yaşındayken, bir akşam sofrada piyano istediğini söyledi. Bu tür istekleri babam emir telakki ederdi. Yaklaşık iki hafta kadar sonra evin kapısına bir kamyon geldi. İçinde devasa ahşap bir sandık vardı. Üzerinde ise Rusça yazılar ve damgalar vardı. Sandık açılınca içinden pırıl pırıl, simsiyah bir konsol piyano çıktı. Piyano salona yerleştirildi. Ablamla ben sevinçten uçuyorduk. Piyanonun kapağı açıldığında Kyril harfleriyle Rusça, Leningrad yazıyordu. Bunu daha sonra piyano hocamız bir Rus arkadaşına okutmuş ve bize söylemişti. Ablam ilkokul yıllarından itibaren harika mandolin çaldığı için, zaten notaları çok iyi bilirdi. Birkaç gün sonra eve gelen piyano öğretmeninden ders almaya başlamıştı. 1961 yılıydı ve ben daha okula gitmiyordum. Piyanoya daha sonra başlayacaktım. Evimize ablamın okuduğu Marmara Koleji’nin müzik hocası Cemil Türkarman gelmeye başladı.
Cemil Bey çok uzun boylu, beyaz saçlı, boncuk gibi mavi gözlü, sevecen, 70 yaşlarında bir beydi. Doğma büyüme Bahariye’li, Saint Joseph mezunu, müthiş kültürlü bir insandı. Onu çok severdik. Annemle derslerden sonra Fransızca konuşurlarken, ben kızıp Türkçe konuşmalarını isterdim, çünkü her şeyi duyup anlamam gerekiyordu. Cemil Bey'in Renan Türkarman adındaki biricik oğlu annemin yaşındaydı. Devletin “Harika Çocuk Bursu”yla, Belçika Kraliyet Akademisi’nde konservatuarı bitirmiş, ardından Çankaya Köşkü’ne, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın özel piyanisti olarak atanmıştı. 1960 devrimi ile, Demokrat Parti dönemi bitince, İstanbul’a dönerek ailesiyle birlikte yaşamaya başlamıştı. Baba oğul, haftada iki kere dönüşümlü olarak bize gelirler ve ikişer saat ders verirlerdi. Renan Bey bir beyzadeydi. Sadece özel ders verir başka bir işte çalışmazdı. Oysa babası Cemil Bey, Kandilli Kız Lisesi’nde ve Özel Marmara Koleji’nde müzik öğretmeniydi. Renan Bey midesine çok düşkündü, anneme yemek tarifleri verirdi. Annem de ona yaptığı keklerden ve bisküvilerden ikram ederdi. 8 yaşıma geldiğim kış, ben de piyano derslerine başladım. Yani haftada iki gün ikişer saat piyano dersi almamız ve hafta ortası her gün etüt yapmamız gerekirdi. Piyanonun başına oturduğumda bedenim koca piyanoya karşı pek küçük kaldığından, altıma üst üste iki kadife yastık, ayaklarımın altına da ahşap bir tabure koydular, böylece artık kollarım ve ellerimle piyanoya hakim olabiliyordum. Piyano çalmayı severdim ama etüt yapmaktan nefret ederdim. Böylece annemle 10 yıl sürecek olan mücadele yıllarımız başladı...
Bu uzun meseleyi diğer yazımda paylaşmak istiyorum.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.