KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -40-
-Fotokopi yılları-
Hay Eytan doğmuştu ve doludizgin yeni hayatımıza başlamıştık. Hay çok iyi bir bebekti. Anne sütü ile besleniyordu ve kilosu çok dengeliydi. Soni ona bayılıyordu. David artık iki çocuklu bir aile babasıydı, çok yoğun çalışmasının yanı sıra, evdeyken de bana çok yardımı dokunurdu. Soni ise kardeşine, küçük bir baba gibiydi. Onun her şeyiyle yakından ilgilenirdi.
Hay 3 aylıkken ben çok ağır ve ateşli bir grip geçirdiğim için, onu mamayla beslemeye başlamıştık. İyileştikten sonra da artık sütten kesilmişti. Çok iştahlı bir bebekti. Elma suyuna bayılırdı. İlk aylarda başladığı sebze çorbasını yutarcasına yerdi. Peyniri damağı ve dili arasında ezer ve “dayın, dayın” diye iştah sesleri çıkarırdı. Çok hızlı büyüyordu ve en çok da uyumayı severdi. Bıraksanız neredeyse hep uyurdu.
7 aylık diş çıkarmaya başlayınca, doktora abone olduk. Neredeyse iki haftada bir ateşlenirdi ve haydi doktora. 1984 yazında Soni 2. sınıfa, Rina 3. sınıfa geçmişlerdi. Ari de artık orta okul öğrencisiydi.
1984 ayının mart sonunda, Ari Bar- Mitzva’sını yapmıştı. Hay’ı sinagoga portbebesine koyup götürmüştük. Sanırım 40 günlüktü. Ablam o gün çok güzeldi. İlk bebeğimiz Ari artık delikanlı olmuştu. O akşam aile efradı, Boğaz’da bir restoranda yemek yemiştik. Hay'ı da David’in abisi Hayim'lerin evine bırakmıştık. Güzel bir geceydi ve biz ilk olarak uzun bir zamandan sonra, giyinip kuşanmış ve topluma karışmıştık.
Aynı ay içinde, halamızın oğlu Avram Kalvo’nun oğlu Sami Kalvo’nun da Bar- Mitzva’sı Hilton otelinde yapılmıştı. O aklan için kayısı rengi bir gece elbisesi almıştım. Üzerine de David’in doğum hediyesi olan kızıl tilki, uzun kürk mantomu giymiştim. O devirlerde kürk giymek şimdiki gibi ayıp olarak karşılanmazdı. Herkesin kürkleri vardı. Şimdilerde hayvan hakları dolayısı ile insanlar, ben de dahil olmak üzere kürklerimizi giysi dolaplarının derinliklerinde saklıyoruz..
Geçmiş zaman böyle akarken, ağustos ayının başında ilk defa bir yaz tatiline çıktık ve Tekirdağ’daki Kumbağ Miltur Tatil Köyü’ne gittik. Hay’ın portatif karyolasını da yanımızda götürmüştük. Çocuklarımız iyi ve uyumlu çocuklar oldukları için problem yoktu. Her gün deniz ve havuz, etraftaki kişilerle güzel sohbetler derken, günün birinde ben günü birlik Edirne’ye gitmek istedim. Dördümüz arabaya doluşup şen şakrak yola çıktık. Edirne’ye vardık. Selimiye Camii, çarşı ve özellikle de Bedesten kapalı çarşısını gezdik, çünkü bir zamanlar babaannem Venezya Sarfati’nin orada hububat dükkanı varmış, babam hep anlatırdı. Yıkık duran sinagogu ve Kale İçi’ni gezdik. Orada satılan meşhur meyve şeklindeki sabunlardan ve küçük bir teneke beyaz peynir aldık. Her şey çok keyifliydi. Babamın memleketini ilk defa görmüş ve çok duygulanmıştım.
Dönüş yoluna çıkmadan, Hay’ın yoğurdunu ve bisküvisini yedirdik. Altını değiştirdik. Yolda, Soni de sevdiği krakerlerden atıştırıyor, teypte çalan şarkılara neşeyle eşlik ediyorduk. Bir süre sonra hava karardı ve arabamızın elektrik sistemi bozuldu. Farlar, reflektörler, teyp, korna hiçbir şey çalışmıyordu. David’le bakıştık ve Soni anlamasın diye hiç tepki vermedik. Aniden yoldaki ışıklar ve yerdeki beyaz çizgiler da yok oldu ve biz başka arabaların farlarını takip ederek ilerlemeye çalıştık. Yolun iki yanında tarlalar vardı ve asfaltın iki yanı da düşük banketti. Yani o karanlıkta, farları yakamadan, yoldan çıkıp bir tarlaya düşmemiz işten bile değildi. Hay tok ve temiz olduğu için uyuyordu, Soni olayın farkına varmış ve “Ne olacak? Nasıl ilerleyeceğiz?” diye sorup duruyordu. Ona sakin olmasını ve babasını tedirgin etmemesini söylüyordum. Ama aslında ben de şeşi beş atıyordum. Birden bire epeyi gerimizden gelen bir arabanın farlarını görünce David’e; ”Dur, arabadan inip bu gelen arabayı durduracağım” dedim. İndim ve yolun ortasına çıktım. Üzerimde bembeyaz bir tişört vardı. Karanlıkta göze çarpıyordu. Araba durdu, şoförün penceresine gittim. Arabada üç gençten erkek vardı. Ben; ”İyi akşamlar, bizim arabanın elektrik sistemi bozuldu. Bu yolda ışıklandırma yok, önümüzü göremiyoruz. Arabada bebek ve küçük çocuk var. Lütfen bizim önümüze geçin, sizin ışığınızla Tekirdağ’a varalım” dedim. Şoför; “Hanımefendi bizim Tekirdağ’da cenazemiz var, haber aldık gidiyoruz, vaktimiz yok dedi”, ben de “Gittiğiniz kişi zaten ölmüş, ama bize yardım etmezseniz, biz de yolda kaza geçirip öleceğiz. Hem de dört kişiyiz, cenaze evi bekleyebilir” dedim. Adamlar bakıştılar ve “Tamam, ama bizim hızımıza ayak uydurun “dediler. Arabaya bindim ve David’e “Gazla ve hızını onlara göre ayarla” dedim. Arabanın peşine takıldık ve selametle Tekirdağ’ın merkezine vardık. Ellerimizi dışarı çıkarıp onlara el salladık. Merkezde bir park yerinde arabayı park ettik. Hemen bir taksi tutarak Kumbağ’daki Miltur’a geri döndük. Sağ salim geri varmıştık ama benim korkunç derecede başım ağrımaya başlamıştı. İçtiğim ağrı kesicilere rağmen bir türlü kesilmiyordu. David ertesi gün merkeze giderek arabanın elektrik aksamını tamir ettirip otele döndü. Bu şekilde üç gün sonra tatil bitti ve eve döndük. Aynı gün aile doktorumuza gittim. Meğerse o baş ağrıları yüksek tansiyonmuş. Bana kan tahlilleri ve basit bir tansiyon ilacı verdi. Kan tahlilleri tamamen temizdi ama tansiyonum zıp zıp inip çıkıyordu. Burnumun üzerinde büyük bir baskı hissediyordum ve kafam sık sık uyuşuyordu. Günde iki kere gidip tansiyon ölçtürüyordum ve hep yüksek çıkıyordu.
O Edirne gezisinde yaşanan dönüş paniği, beni bitirmişti demek. Ben her zaman kötü bir şey olduğu vakit, önce aslan kesilirim ve kahraman gibi davranırım. Ama ardılları hep tansiyon veya depresyon olarak geri döner. 29 yaşıma 4 ay kala bu illet beni yakalamıştı.
Bazen kendimi o kadar berbat hissediyordum ki, bir keresinde ablama “bu bebeği galiba sen büyüteceksin” demiştim. Herkes çok üzgündü, ben başımı dik tutamıyordum. Hep yatar vaziyetteydim. Görevlerimi mecburen yapmaya çalışıyordum. Sonunda o dönemin en iyi nörologlarından bir olan Dr. Josef Benbanaste ’den randevu aldık. Giyindim, kuşandım, dolmuşla karşıya geçtim ve David’le doktorun Nişantaşı’ndaki muayenehanesinde buluştuk. Doktor bizi içeri aldı. Ben o kadar şık ve güzeldim ki, Doktor, David’i hasta sandı. Ben gülerek ona korkudan, savunma mekanizması olarak kendime özendiğimi anlattım. Doktor da gülmeye başlamıştı. Beni uzun uzadıya tetkik etti. Sonunda” sizde nevroz oluşmuş. O gün yaşadığınız panik yüzünden bu haldesiniz” dedi. Bana Fransa’dan getirtilecek “Sargenor” isimli içilebilir, ampul şeklinde bir ilaç yazdı. Günde iki kez birer ampul kırılacak ve yarım bardak suya atılıp içilecekti. Diğeri ise “Visken” adlı bir tansiyon ilacıydı. O hafta, David ‘in iş yerinden, tesadüf eseri bir mühendis Fransa’ya üç günlük bir iş seyahatine gideceğinden, David reçeteyi ona verdi. Dördüncü gün ilacım gelmiş ve tedavim başlamıştı. Tedavi tam 30 gün sürdü. Tansiyon ilacımı da düzenli kullanıyordum Gerçekten de o ayın sonunda tamamen iyileşmiştim. Hayatım normale dönmüştü. Çocuklarıma sanki yeniden kavuşmuştum. Nedir ki tansiyon ilacım artık her zaman çantamın içinde olacaktı. Aşırı bir sinir veya korku geçirdiğim anda, haplar her zaman elimin altında olmalıydı.
Bu da bitmişti. Gazi olan ben 29 yaşıma böyle başlamıştım. 85 yılı geldi. 6 Şubat 1985 günü Hay Eytan tam bir yaşındaydı ve yürümeye başlamıştı. Yeniden diş çıkardığı için ateşi 39’du ve Lincocin iğne oluyordu. Ancak iki hafta sonra tamamen iyileşince aile içinde 20 kişilik bir doğum günü partisi yapmıştık. Oğlan altın bukleli, minik burunlu, çok hareketli ve neşeli bir bebekti. Ellerini sehpanın üzerinde duran kristallere uzattığı zaman ben ona “NO HAY” derdim. O da bunu öğrenmiş, elini uzattığı anda, kendi kendine “NO GA!” der ve elini geri çekerdi. Kendi adını “Ga” olarak söylerdi. Abisi gibi erken konuşmamıştı. Tam 18 aylıkken ilk defa “Dede” demişti. Sonra da seri olarak cümleler halinde konuşmaya başlamıştı. Babam ilk defa –dede- demesine çok sevinmişti. “Çünkü o benim adaşım” demişti. Hay babama bayılırdı, ikisi devamlı gülüşürlerdi. Yani benim gibi, o da babama aşıktı.
O yaz bir kez daha Kumbağ’daki Miltur’a gitmiştik. Bu sefer yanımızda David’in kuzeni Hayim Yanarocak, eşi Terry ve Hay’dan 7 ay büyük olan oğulları Eliko da vardı. Ne tesadüftür ki Eliko ve Hay aynı gün 39 ateşle hastalanmışlardı. O gün tatili erteledik, ertesi gün ateşleri 37’lere inince yola çıktık. Yanımızda torbalar dolusu ilaç vardı. Tatil köyünün doktoru her iki oğlana da –Augmentine- iğne vuruyordu. Terry ile ben yemek hariç hep odadaydık. Böylece kendi çapımızda bir tatil yapmıştık. En azından çene çalıyor geyik yapıyorduk. Soni çok mutluydu, çünkü bebekliğinden beri Terry’ye bayılırdı.
Ağustos ayında salonun eşyalarını değiştirmiştik, beyaz brokar kumaştan berjer koltuk takımı, mermer sehpalar, yine ceviz ağacından yemek odası takımı ve vitrin almıştık. Yerlere duvardan duvara beyaz halı kaplanmıştı, salon için ikinci bir renkli televizyon ve cam dolabı içinde bir müzik seti alınmıştı. Perdeler beyaz tüldü ve etekleri gipür danteldi.
Ayrıca masif meşe ağacından yapılmış yeni bir yatak odası takımı da almıştık. Birkaç gün boyunca yeni ev taşınmış gibi salonu ve yatak odasının dolaplarını düzenlemiştim Tabii ki ablacığım hep yanımdaydı.
Böylece 1985 yılının 11 Aralık gününe ulaştık. O gün tam 30 yaşındaydım. Bu önemli yaştı ama, benim işim başımdan aşkın olduğu için yaşımın farkında bile değildim.
Doğum günümde masanın üstünde sütlü börek, Divan Pastanesi’nin çikolatalı bisküvileri, benim geleneksel kestaneli doğum günü pastam ve kaşarlı croissent’lar vardı. Masamda ablacığım Venezya, Rina, Ari, annem, babam, Soni, Hay ve Fügen vardı. Herkes çok mutlu ve neşeliydi. Soni benden daha heyecanlıydı. O sırada televizyonda okunan saat 17.00 haberlerinde sanatçı Adile Naşit’in ölüm haberi verilmişti. O kadar üzülmüştüm ki, gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. O çok tatlı, sevimli ve gülüşüyle herkesi fetheden bir sanatçıydı. Soni her akşam televizyonda onun “Uykudan Önce” isimli masal programını dinlemeye bayılırdı. Bütün çocuklara “Kuzucuklarım” derdi. Herkes onu çok severdi. Keyfim iyice kaçmış bir şekilde mumlarımı üfledim, herkesle tek tek kucaklaştım ve Fügen; ”Sara 30 yaşındasın, ne hissediyorsun?” diye sorunca ben “İnan ki hiçbir özel bir şey hissetmiyorum. Dün de Hay’ın altını temizliyordum, şimdi de temizlemem gerek, çünkü kokusu burnuma geldi bile” derken hepimiz kahkahalarla gülmeye başlamıştık. Ben ufaklığı alıp, poposunu çeşmede bir güzel yıkamış sabunlamış, kurulamış, ardından Pampers’ını bağlamıştım. 22 yaşımla tek farkım, o zaman Soni’nin alt bezlerini elden yıkarken, şimdi Hay’ın kirli Pampers marka bezlerini çöpe atıyor ve yenisini takıyordum. Artık alt bezlerini yıkamıyordum.
Hay’ın doğumuna yakın, Turgut Özal iktidara geldiğinden, ithal serbestisini getirmiş ve Türkiye şimdiye kadar hiç görmediği ithal mallara kavuşmuştu. Hay’ın biberonları, emzikleri, oyuncakları, meyve mamaları, hatta misafirlikte olduğumuz zaman ona kavanozundan yedirdiğim sebze mamalarını, ithal mallar getirten eczanelerde bulabiliyordum.
Keza yiyecekler de ilginçti,” La Vache Qui Ri” peynir çeşitleri alırdım. Soni hepsine bayılırdı. Kendime de eczaneden “Fa” markalı deodorant alırdım. Türlü çeşit parfümeri artık vitrinleri süslemekteydi. Bir keresinde Soni’ye ışıklar saçan, gürültülü bir oyuncak uzay tabancası almıştım. Bir sabah Soni’nin okula gidişini pencereden izlerken Hay, kaşla göz arasında tabancayı pencereden aşağı fırlatmıştı. O sırada evden çıkan komşunun çocuğu, oyuncağı kaptığı gibi koşarak uzaklaşmıştı. Soni eve dönünce komşuya gidip tabancasını isteyince, annesi “Bana ne! Geri vermiyoruz. Oğlum onu çok beğendi. Annen sana yenisini alsın” deyince Soni eve hayal kırıklığıyla dönmüş ve “anne, kadın oyuncağıma el koydu, inanamıyorum” demişti. Soni artık dünyanın kaç bucak olduğunu anlamaya başlamıştı. Henüz 20 aylık olan Hay’a “Bir daha pencereden aşağı bir şey atma” diye bağırmıştı. Sanırım birkaç gün sonra, Hay bu defa da pencereden aşağı iki küçük renkli cam küllük fırlatmıştı. Ondan sonra bir daha Hay salondayken pencereyi hiç açmamaya özen gösterirdik. Hay çok efeydi, kızdığı zaman ellerini beline koyar, yüzü kızarır ve bağırmaya başlardı. Fügen ona “Ali kıran, baş kesen” derdi ve çok gülerdik. Günlerimiz biraz hastalık, biraz eğlence, ders çalışmak, yemek yapıp, her gün çamaşır makinesi kurarak ve asarak, benim “fotokopi yılları”olarak tabir ettiğim gibi akıp geçiyordu.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.