Kadıköy’lü Küçük Sara 43
- İsrael seyahati -
1990 yılı gerçekten hayatımın en önemli kilometre taşlarını içeren bir yıldı. İlk aksiyon İsrael seyahatimizdi. 17 yıl sonra yeniden gitme olanağı bulduğum İsrael seyahatim hayatımda yeni bir sayfa olarak şekil kazanacaktı.
Haifa’da kaldığımız ev rahmetli dayım Yosef Sasson sevgili eşi Tante Viki’nin ve büyük oğulları Yitshak Sasson’un evleriydi. Çift daireli iki giriş katıydı. Tante Viki artık oldukça yaşlandığından bizi Yitshak’ın evinde ağırlıyorlardı ama, iki dairenin kapıları asla kilitli değildi. Yan odaya girer gibi yan daireye girilebilirdi. Orada kaldığımız 15 gün boyunca her gün David’le birlikte değişik şehirlere gidiyorduk. Egged firmasından üç değişik gezi paketi satın almıştık.
Birincisi Yeruşalayim gezisiydi. Egged’in Haifa Hadar bölgesindeki Egged bürosunun önünden kalkan tur otobüslerine binen turistler, o gün tertiplenecek olan tura katılırlardı. Bizim ilk turumuz Yeruşalayim’di. David ömründe ilk kez gideceği ebedi kent için çok heyecanlıydı. Ben ise unutamadığım ebedi aşkıma kavuşacağım için çocuklar gibi coşkuluydum. İlk olarak Doğu Yeruşalayim’deki Batı Duvarı’nı ziyaret etmiştik. “Ağlama Duvarı” da denilen Kotel Ha'maaravi’yi uzaktan görünce sevinçten nefesim kesildi. Neredeyse koşarak önüne gittim. İlk defa ağlama duvarında ağlıyordum, yeniden kavuşmamızın sevincinden. Ben 71 ve 73 yılında oraya annem ve babamla gittiğim zaman, duvarda kadın erkek karışık bir biçimde ibadet edilirken, bu sefer araya bir separatör konmuştu. Kadınlar sağda, erkekler solda dua ediyorlardı. David’le ayrılmıştık. Ben şükranlarımı ve sevgimi paylaştıktan sonra, erkeklerin olduğu alanın en gerisinde durarak David tefilin ve kipasıyla duvarda dua ederken, resimlerini çekmiştim. Gerçekten oradaki ortam, bu yaştaki kafamla beni daha fazla etkilemişti.
Duvardan ayrıldıktan sonra Arap çarşısından geçerek Via Dolorosa’ya girmiştik. Yıllar önce gezdiğim devasa kiliseleri yeniden ziyaret ediyorduk. Açıkçası burası beni uhrevi olarak etkilemiyordu. İhtişamlı yerlerdi, özel bir tarih içeriyorlardı. Davidö Hıristiyan kilise sanatına hayran olduğu için etraftaki sanattan ve dini objelerin ihtişamından çok etkilenmişti. Sonra bütün turu açık havada bir restorana yemeğe götürmüşlerdi. Her sofrada önceden yerleştirilmiş pita, humus ve turşu ve minik yeşil zeytinler vardı. Onları yemeye başladığımda, zevkten ve özlemden gözlerim kayıyordu. Yemek bitince turun kalkma zamanına kadar yerdeki çimlere uzanıp yeşillikleri okşarken, gülerek David’e bakarak Yehoram Gaon’un seslendirdiği Ladino şarkıyı söylemeye başlamıştım.
“İr me kero madre, a Yeruşalayim,
a bezar las tierras i pizar las yervas,
Para artarme de eyas” şarkısını söylerken yattığım yerde, çimlerden bir tutam koparıp, burnuma kokusunu çekmiştim.
Yemekten sonra Har HaTsofim'e, Ha-universita Ha-ivrit’e gitmiştik (Kudüs İbrani Üniversitesi). Oranın tarihini öğrenirken, açılış töreninde yapılan yağlıboya devasa boyutlardaki tablonun önünde uzun zaman kalmıştım. İçimden çocuklarımın da bir gün bu üniversiteye gidebilmeleri için Tanrı’ya yakarmıştım. Dualarım kabul edilmiş olmalı ki, oğlum Soni 1995 yılında aliya yaparak bu okula girdi, çift dalda mezun oldu ve rüyalarımı gerçeğe dönüştürdü.
Scopus Dağı’ndan (Har Hatsofim) sonra Holokost Müzesi Yad Vashem’e götürülünce içimde yine fırtınalar kopmaya başlamıştı. Yad Vashem aradan geçen 17 yılda çok değişmiş, daha da genişlemiş, hatta yeni bölümler eklenmiş,objeler çoğalmıştı. Her salonda televizyonlar ve kulaklıklar vardı, bunları takarak Holokost kurtulanlarının anlattıkları ölüm kamplarının dehşet dolu öykülerini dinleyebiliyordunuz. Biz eşimle duygulu birer Yahudi olarak orada çok etkilenmiştik. Zaten bence Yahudi inancını taşımasanız bile, bu insanlık utancının boyutlarını görünce, en azından insan olarak şaşırmanız ve hüzünlenmeniz gerekir. Ardından Doğu Yeruşalayim’in surları dışında ilk kez inşa edilen ve ünlü hayırsever Moses Montefiore’nin yaptırdığı Yemin Moshe ve Mishkenot Sha'ananim sokaklarını gezdikten sonra, Yeruşalayim şehrinin ilk değirmeni olan Montefiore’nin değirmenini de ziyaret etmiştik. Orada Montefiore’nin bu şehri her ziyarete gelişinde bindiği atlı araba da bir vitrin içinde sergileniyordu. Montefiore’nin değirmeni Yeruşalayim’in sembollerinden biridir. Daha sonra Knesset (Parlamento binasını) ve bahçedeki İngiliz hükümetinin armağanı olan dev Menora’yı uzun uzun inceleme fırsatını bulmuştuk. Üzerinde Tevrat’ta okuduğumuz önemli kişilerin yaptıklarıyla birlikte kabartma şeklindeki figürleri incelemek çok güzeldi. Bu menora, İngiliz Yahudi’si bir heykeltıraş olan Benno Elkan’ın eseridir. Dönüş yolunda ise mutlu, doygun ama çok yorgunduk.
İkinci gezimiz Egged turuyla gittiğimiz Yam HaMelah ve Ein Gedi gezisiydi. Yam HaMelah, yani Ölü Deniz, İsrael’in en önemli tuz kaynağıdır. Suyu o kadar tuzludur ki, yere ayaklarınızı değdirmeniz neredeyse imkansızdır. Su sizi anında kaldırır ve suyun üzerine sırt üstü uzanır kalırsınız. Ölü Deniz’in çamuruna bulanıp zenci gibi insanlar etrafta dolaşırlar. Çünkü bu çamur cilt için çok faydaları olan kimyasalları ve mineralleri içerir. Denizden çıktıktan sonra önce duşlara girip ardından jakuzili sıcak kaynak sularının doldurduğu havuzlara girdik. Ne yalan söyleyeyimö ömrüme ilk kez jakuziye girmiştim. Üzerime çöken rehaveti size anlatamam. Çıkışta da ömrümüzde ilk kez frozen yougurt yemiştik. Aman Allahö orası adeta bir kaplıca ve hamam sefası niteliğindeydi. Seçtiğiniz dondurulmuş meyve ve yoğurdun karışımıyla bir makinenin çeşmesinden akan buz gibi meyveli yoğurt dondurması mükemmeldi. İkide bir David’e, beni İsrael’e yeniden kavuşturduğu için teşekkür ediyordum.
Üçüncü Egged turu Eilat turu idi. O da başlı başına muhteşem bir yolculuktu. Önce Negev Çölü’ndeki Sde Boker Kibutz’una gitmiştik. Orada David Ben-Gurion ve eşi Paula’nın son yıllarını tamamladıkları kendi evleri vardı. Ev müze gibi ziyaret edilebiliyordu. Ben-Gurion’un mütevazı çalışma odası, duvarları boydan boya kaplayan kütüphanesi, ve dinlenme koltuğu, mutfakta eşi Paula’nın kırmızı teflonlu tencereleri ve sade ve eski model fırını ve buzdolabı, mütevazı oturma ve yatak odaları, bu ülkeyi kuran kişilerin karakterlerini ve tevazularının işaretiydi. Onlar ömür boyu kendilerini bu ülkeye adamış ve devlet kurulduktan sonra da gayet sade bir hayat yaşamayı yeğlemişlerdi. Onların zenginliği ,beyinleri, okudukları kitaplar, yazdıkları eserler ve bir ülkeyi, bir rüyayı yaşama geçirmenin verdiği memnuniyet ve gururdu. Ayrıca bütün ülke halkı onları saygıyla karışık bir sevgiyle seviyordu. Mezarları bahçede yan yana duruyordu. Ben- Gurion yeniden yeşerdiğini bizzat gözlemlediği Negev Çölü’ne gömülmeyi vasiyet etmişti.
Negev’de yolculuk devam ederken bu sefer Mitzpe Ramon’da durulmuş oradaki, neolitik taşlar ve jeolojik özellikleri hakkında yerleri ve hakkındaki bilgileri aldıktan sonra, bu kez de Avdat adlı bölgeye gelmiştik. Avdat bölgesinde Bizans döneminin arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan kalıntılar, amfiteatro, agora ve kilise kalıntıları vardı. Giderek Eilat’a yaklaşıyorduk. Orada da yol boyunca neolitik çağından itibaren orada mevcut olan tepeler vardı. Shlomo HaMeleh (Kral Süleyman) döneminde Shlomo’nun kurduğu Timna bölgesinde Timna Park ve Shlomo'ya ithafen Amudei Shlomo (Süleyman’ın Sütunları) adı verilen demir oksitli topraktan oluşmuş kızıl çok yüksek dağlar vardı. Orası bir zamanlar Shlomo döneminde bakır madenleriydi. En sonunda Eilat’a varınca kalacağımız King Solomon oteline vardık . Otel 5 yıldızlıydı. Odalar müthişti. Yemek salonunda sonu gelmez masaların üzerinde, açık büfe şeklinde, çeşitli ülkelerin mutfaklarından hazırlanmış yiyecekler vardı. O gün hava mayıs ayının başı olduğu halde çok sıcak değildi. Ben havuz başında sweatshirt ile otururken, David havuza girmişti. Çıkışta ”Su anastezi gibiydi. İğne batırsan şu an hissedemem herhalde” demişti. Diğer tarihleri hatırlamıyorum ama o gün, nedense aklımda kalmış 5 mayıstı. O gün otel odasından annemleri aradım onlarla konuşmadan önce, Hay telefonu açınca şaşırmıştım. Çünkü Hay o saatte yuvada olmalıydı. ”Neden evdesin?” diye sorunca, ”Ben suçiçeği oldum. Sizin gittiğiniz günden bir gün sonra hastalandım. Ama iyiyim korkma” dedi. Babam telefonu kaptı ve “Korkma, Hay çok iyi, artık döküntüleri kabuklarındı ve ateşli dönemi atlattı” dedi. Annem ise Hay’a tembihledikleri halde bize anlattığı için çok kızgındı. Hay telefonu almış, yeniden bana ”Ben senden bir şey gizlemem, eğer çocuğun hastaysa bilmen gerekir, ama üzülme artık yatmıyorum, sadece oturup dinleniyorum.” dedi. Ben üzüntüden ağlamaya başlamıştım. Bir de vicdan azabı, ben eğlenirken çocuğum meğerse hasta yatıyormuş. Üstelik annemle babam da yorulup uğraştıkları için, kendimi suçlu hissediyordum. Sonunda çaresizce telefonu kapattım, uzun bir süre yatakta uzanıp çok özlediğim çocuklarımı düşünmeye başlamıştım. Ertesi gün dönüş yolunda Eilatın meşhur akvaryumuna gitmiştik. Bir denizaltıya girmiştik. Deniz dibindeki balıkları yosun çeşitlerini ve koral kolonilerini görmek harikaydı. Sonra bizi Eilat dağlarından elde edilen yeşil malakit taşının işlendiği bir atölyeye götürmüşlerdi. Sonra satış mağazasına alınmıştık. Harika bir yeşil malakit taşlı gümüş bir kolye ve küpe takımı almıştık. Çok stil bir kolyeydi.
Bu turistik gezilerin arasında, aile ziyaretleri de yapıyorduk. Kuzinim Sara’nın evine gittiğimiz gün, onun bütün çocukları ve yeni torunları bizi orada bekliyorlardı. Sara’nın büyük kızı Ester’den iki torunu vardı Merav ve Liran, büyük oğlu Shlomo’nun Sapir adında bir kız bebeği, küçük kızı Viki’den de Opal adında bir kız bebek torunu vardı. Bu iki kız bebek arabalarında yatıyorlardı. Hepsi çok şekerdi. Sara’nın damatları Rafi ve İlan, gelini Levana da oradaydı. Çocuklara bakmaya doyamıyorduk. Ailemiz gitgide genişliyordu. Sara ve eşi İzak Katalan, bizi çok güzel ağırlamışlardı. Kahkaha ve mutluluk dolu bir gün geçirmiştik.
Bir keresinde Holon’a amcam Samil Sarfatiyi ziyaret etmiştik. David amcamı görünce çok şaşırmıştı, çünkü babamla çok benzeşiyorlardı. Tavırları ve konuşmaları bile aynıydı. Amcam gerçekten çok kibar bir insandı ama eşi Tante Suzan çatal dilli, evlere şenlik bir karakterdi. Onlara her gidişimde, onun dokundurmalarından ve sitemlerinden gam yüklenerek çıkardım.
Bu arada Petah Tikva’daki Hagor isimli Moshav'ına babamın öz kuzeni Hayim Alkabetz ve eşi Brurya’nın evine gitmiştik. Orada bir gece yatıya kalmıştık. Ertesi gün bizi Moshav’ın cipi ile Beit Guvrin’e ve Mearat HaNetifim’e götürmüşlerdi. Mearat HaNetifim, bir damla taş mağarasıydı. Her taraf bal rengi travertenlerle kaplıydı. Mağaranın içinde sarkıtlar ve dikitler vardı. Sarkıtlardan su damlaları akıyordu. Müthiş bir ekosu vardı oranın, bir tatbikat sırasındaki mola saatinde bir asker mağarayı keşfetmiş ve yerini görevlilere bildirdikten sonra orası turizme ve ziyarete açılmıştı. Bir tabiat şaheseriydi. Aynı gün, yola devam ederek Beer Sheva’ya gitmiştik. O gün hava o kadar sıcaktı ki doğal bir hamam gibiydi. Derin nefes alınca ciğerleriniz fırına verilmiş gibi yanıyordu. Orada o gün Brurya’nın bir kuzen çocuğunun Brit Milası vardı. Hepimiz önce tuvalete girip üstümüzü değiştirip, yanımızda getirdiğimiz güzel kıyafetleri giyip, sonra sünnet salonuna girmiştik. Bizi çok güzel bir masaya oturttular. Bebek sünnet edildikten sonra, sünneti yapan dindar, siyah şapkalı, uzun sakallı hahamı yanımıza getirdiler. Ona bizim Türkiye’den geldiğimizi söylemişlerdi. Haham yanımıza geldi ”Merhaba” dedi gülerek. Kuzguncuklu olduğunu ve buraya çok gençken aliya yaptığını, fakat ablasının hala Göztepe’de oturduğunu anlattı. Ayrılırken “Ne mutlu Türk’üm diyene” dedi ve gülerek vedalaştık. Bu ülkede her an bir sürprizle karşılaşmak olasıydı. Çünkü İsrael, bütün dünyadan yapılan göçlerle bir araya gelen Yahudilerden oluşmuştu. Din birliğinin yanı sıra kültür farklılıkları ülkenin gökkuşağı rengini yaratıyordu.
Başka bir gün Ashdod’a, sevgili halam Rebeka’nın kızı olan kuzinim Zizi’nin evine gittik. Halam bir süre önce vefat etmişti. Orada da sevinç ve gözyaşlarıyla sarmalandık. Zizi ve eşi Eli Kalef’in çocukları çok büyümüşlerdi. Büyük oğlu Niso askerliği sırasında Lübnan Savaşı’na katılmış, ardından orduda kalarak subay olmuştu. Kızı Lizet de askerdi ve Rus kökenli bir gençle nişanlanmak üzereydi. Çocukları böyle büyümüş görmek beni çok şaşırtıyordu ama, benim oğlum bile ekim ayında bar mitzvasını yapacaktı.
Günlerimiz maalesef akıp gidiyordu. Bu arada Cuma akşamları Yitshak’ın evinde bütün Sasson ailesi toplanırdı. Onların hepsine bayılıyordum. Günler çok keyifli geçiyordu. Bir gün Yitshak’la Ako ve Rosh HaNikra’ya gitmiştik. Başka bir gün Miri ve eşi Yaron bizi dürzü köyü olan Daliat Al Carmel’e ve Haifa, Carmel’e çok yakın olan Muhraka’ya götürmüşlerdi. Muhraka, Eliyahu Haanavi’nin bir süre gizlendiği mağaraydı. Başka bir gün Moshe ve Lior bizi önce Moshe’nin profesör olduğu Haifa Technion Üniversitesi’ne, sonra da Tiberia’ya götürmüşlerdi. Orada dördümüz birlikte yemek yemiştik. Bir akşam da Moshe'nin kızı Miri bizi evine çağırmış, hafif yiyecekler eşliğine Eurovision Şarkı Yarışması’nı izlemiştik. İsrael'i ünlü israelli şarkıcı Rita, Türkiye’yi Kayahan temsil ediyordu. Bir gün Yishak ve Dalia ile, Bulgar kökenli ressam bir arkadaşının (L.A.PEPO) sergi açılışına gitmiştik. Oradan sanatçının birkaç suluboya tablosunu satın almıştık. Yom HaShoa günü, Sasson’larla birlikte Haifa, Hadar’daki Sefarad sinagoguna gitmiştik. Orada beni misafir olduğumdan, 6 mumdan birini yakmaya davet etmişlerdi. Ertesi hafta sakin bir Yom HaZikaron geçirdikten sonra o akşam Yom HaAtsmaut gecesi başlamıştı. İsrael’in 42 doğum günü kutlanıyordu. Carmel Dağı'nın merkezinde kurulan bir sahne üzerinde harika müzikler çalan orkestralar müzik yapıyorlardı. Gökyüzünde havai fişekler patlıyordu. Herkesin elinde İsrael bayrakları vardı. Sesli, yumuşak, plastik çekiçlerle herkes birbirinin kafasına vuruyor, gençler sprey kutularından hepimizin üzerine beyaz köpükler sıkıyorlardı. David’le ben ömrümüzde ilk defa böyle bir şenlik görmüştük. Halkın sevinç ve coşkusu bize de sirayet etmişti. Orkestra eşliğinde, epeyi bir zaman, sokak ortasında dans etmiştik. Tante Viki bizi sevinçle izlerken, 42 yıllık İsrael için gururla göğsü kabarıyor, gözleri yaşlanıyordu. Artık yolculuğun sonuna yaklaşıyorduk. Sıra artık hediye alışverişine gelmişti. Çocuklarıma kavuşacağım için mutluydum, ama kendim için çok hüzünlüydüm. Çünkü oraya veda günü çok yakındı ve bu ayrılık benim için ateşten gömlekti…
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.