GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -19-
1972 yazının başlaması ile birlikte, evde oturma günleri başladı. O yazı neredeyse dışarıya hiç fazla çıkmadan, sürekli kitap okuyarak geçirdim diyebilirim. En güzel eğlencem Ari’yi pusetine koyup Moda’ya gitmekti. Onunla çay bahçesine giderdim. Öyle güzeldi ki, yolda gelen geçen herkes onu okşayıp severdi. O zaman hayat ne kadar güzel ve naifmiş. Eğer çocuk seviyorsanız onunla konuşup, yanağını okşayabilirdiniz. Şimdi böyle şeyler taciz veya sapıklık olarak nitelenebiliyor. Dünya alaşağı oldu. Güzel ve masum şeylerin içi boşaltıldı. Bebeklere bile sapıkça duygular besleyen ruh hastaları var. Neyse ben o zarif zamanların aralığında, Moda Çay Bahçesi’ne giderdim. Orada benim gibi gerçek Kadıköy'lü olan ve dantel gibi zarif bir genç kadın olan Eti Mizrahi Varon ile karşılaşırdık. Onun da pusette 11 aylık Eva isimli bir kız bebeği vardı. Bebekler pusetlerde bakışırlarken, biz de Eti ile edebiyattan ve kitaplardan söz ederdik. O dönemlerde Jane Austin kitaplarına sardırmıştık. Sürekli onun kitaplarını okuyup, kitaplar üzerine uzun sohbetler ederdik. Ari'den sonraki yıllarda ben de büyük oğlum Soni’yle çay bahçesine gittiğimde, Soni’den bir yaş küçük oğlu Sabi’yi pusetine koyup oraya gelen Eti ile, yeni yarenlik yıllarına başlamıştım. Eti ile sakin ve alçak sesle, saatlerce entellektüel sohbetler edebilirdiniz. Yıllar sonra Şalom Gazetesi’nde yollarımız tekrar çakıştı. Onu da ileride anlatacağım.
O yaz da ara sıra Sara Ravuna ile buluşur Caddebostan’a gider, Borsa’da otururduk. Eski arkadaşlarla görüşüp sohbet ederdik. Hafta sonları annemlerle yemeğe dışarı çıkardık. Hafta ortası bazen Altıyol’a çıkıp vitrinleri seyrederdim. Beğendiğim bir şey olursa alırdım.
Bir gün mektup arkadaşım Menahem Yeruşalmi’nin gönderdiği bir mektupta babası ile kız kardeşi Karmela’nın, İstanbul’a gezmeye geleceklerini, onlarla bana hediye göndereceğini yazdı. Ben de cevabımda bizim evin telefon numarasını yazdım. Gelince beni aramalarını söyledim. Gerçekten de iki hafta sonra telefon çaldı. Babası kendini tanıttı. Annem telefonu alıp onları bizim eve davet etti. Ertesi gün, annemle Kadıköy iskelesine gidip onları vapurdan karşıladık ve bir taksiye binip eve getirdik. Menahem’in kız kardeşi sanırım 15 yaşlarındaydı. Çok şirin ve sıcak bir kızdı. Babası da çok güler yüzlü ve uzun boylu bir beydi. Menahem bana, ortasında yeşil bir malakit taşın olduğu, gümüş bir Magen David (6 köşeli yıldız) kolye göndermişti. Arkasında İbranice “Sara” yazıyordu. Ayrıca o sene “Kazablan” oyunu ile İsrael’de fırtınalar estiren Yehoram Gaon’un “Rosa, Rosa” isimli long playini göndermişti. Bunlar benim için muhteşem hediyelerdi. O koca Magen David’i boynuma asıp sokağa çıkardım. Annem çok tedirgin olurdu ama bir şey demezdi. Sadece hiç unutmam, bir gece Tante Suzan ile sokağa çıkmış, dondurma almaya giderken, hiç tanımadığım bir genç yanıma gelip, parmağını kolyeme bastırmış ve “Yahudi” demişti. Sonra yürümeye devam edip gitmişti. Teyzem korkudan sapsarı olmuştu. Ben ise kahkahalarla gülüp, teyzemi sakinleştirmiştim. Dondurmalarımızı aldıktan sonra, hemen eve dönmüştük. Kadının hali mecali kalmamıştı. Eve dönüp anneme olanları anlatınca, annem bana dik dik bakmıştı. Ama “artık bu kolyeyi ulu orta takma” da dememişti. O benim bu konularda korkak olmamı istemiyordu sanırım. Üstelik kendimi çok iyi savunacağımı da iyi tahmin ediyordu.
Yeruşalmi’lerin o ziyaretinden sonra, bir kez de Cumartesi günü öğle yemeğine davet edilmişlerdi. Babam da böylece onlarla tanışmıştı. Ben Karmela ile çok iyi anlaşmış ve onu sevmiştim. Bundan böyle onunla da mektuplaşmaya karar vermiştik. Artık yeni bir mektup arkadaşım daha olmuştu. İsrael ile olan bağlarım giderek güçleniyor, Vikita, Menahem ve Karmela sayesinde İsrael’in günlük yaşantısını sıkı bir biçimde takip edebiliyordum. Çünkü aklım fikrim oradaydı artık.
72 yılının Eylül ayında, Münih Yaz Olimpiyat’ları yapılıyordu. TRT bu olaya çok iyi hazırlanmış ve sürekli naklen yayınlar yaparak bütün yarışmaları izletiyordu. Ömrümde ilk defa şahit olduğum bu olimpiyat karşılaşmaları çok heyecan vericiydi. Özellikle iki yüzücü, olimpiyatın yıldızlarıydı. Kızlarda Avustralya’lı yüzücü Shane Gould ve erkeklerde, ABD’li yüzücü Mark Spitz, madalyaları süpürüp götürüyorlardı. Marc Spitz, 7 altın madalya kazanmıştı. İncecik, siyah saçlı ve siyah ince bıyıklı bir gençti. Nedendir bilmem ona karşı çok ilgi duyuyordum. Onun yarışmalarını koltuğun sırt bölümünün tepesine oturup seyrediyordum. Babam halime bakıp gülüyordu.
5 Eylül günü öğle saatlerinde televizyonu açtığımda, olimpiyatı anlatan spikerlerin konuşmalarında İsrael Olimpiyat Takımı ile Arap teröristler arasında bir takım olayların olduğunu duyunca kulak kesildim. Annemleri çağırdım ve sonunda İsrael Olimpiyat Kafilesinin rehin alındığını öğrendik. O zaman tek kanal vardı. Oradaki haberi kesip, yeniden yarışmaları vermeye başlamışlardı. Saat 17 ‘de yayınlanan haberleri duyunca, İsrael’in yine yangınlarda olduğunu öğrendik. Olaylar şöyle akmıştı;
4 Eylül’ü, 5 Eylül’e bağlayan gece, saat 4.30 sularında, kafilenin bir kısmının kaldığı iki apartman dairesine, Kara Eylül Örgütü’ne bağlı silahlı teröristler tarafından bir baskın yapıldı. İlk arbedede İsrael’li sporcu Yossef Romano ve İsrael güreş takımı antrenörü Moshe Weinberg, iki saldırganı yaraladıktan sonra öldürüldüler. Olaylar sırasında İsrael'li sporcu Gad Tsobari ve halter takımı antrenörü Tuvia Sokolovsky kaçmayı başardı. Ancak saldırganlar 7 İsrael’li sporcuyu ve 2 antrenörü rehin aldılar.
Teröristlerin talebi, İsrael hapishanelerinde tutulan 234 tutuklunun ve Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu grubuna ait iki tutuklunun salıverilmesi idi. Ayrıca olayı kontrol altına almak amacıyla, İsrael’in kendi özel kuvveti olan anti-terör timini bölgeye yollama talebini de Alman hükümeti reddetti.
Bir süre sonra saldırganlar bu taleplerinden vazgeçerek, helikopter eşliğinde istedikleri uçaklara kadar eşlik edilerek, yurtdışına çıkmak istediklerini bildirdiler. Alman polis kuvvetlerinin uzman ekibi yoktu ve Alman Ordusu, Almanya yasalarına göre olaya müdahale edemiyordu.
Saldırganlar rehinelerle birlikte, sağlanan iki helikoptere bindiler ve havaalanına doğru hareket ettiler. Saldırganlar havaalanına vardıktan belli bir süre sonra, havaalanındaki ekip kendi inisyatiflerine dayanarak operasyona başladı. Arap saldırganlar uçağa yaklaştıklarında bomboş bir uçakla karşılaştılar. Tam bu sırada projeksiyon lambaları yakıldı ve keskin nişancılar ateş etmeye başladı. Bunların arasında profesyonel keskin nişancı yoktu, gönüllü polisler vardı.
İlk ateşte 2 saldırgan öldürüldü ve 3. saldırgan ağır yaralandı. Artık şanslarının kalmadığını düşünen bir saldırgan helikopterin içini taramaya başladı. Bütün sporcuları katletti. Daha sonra da bir el bombası attı. Böylece hepsini ateşe verdi. Bu sırada diğer teröristlerde de siper aldıkları pozisyondan çıkarak, polise karşı bir saldırıya başladılar. Sonuçta ilk ikisinden ayrıca, iki saldırgan daha öldürüldü. Bir terörist kaçmaya çalışsa da, yarım saat sonra yakalandı.
Olaylar sonrası, 11 İsrael’li sporcu ve antrenör, 1 Alman polisi ve 5 Arap teröristin ölmesi ile sonuçlandı. 3 saldırgandan ikisi sağ, 1’i yaralı olarak ele geçirildi. Olay sonrasında olimpiyatlar durdu ve pek çok ülke olimpiyatlardan çekildi. Bunun nedeni olimpiyatların tarafsızlık ilkesi ve barış temasıydı. 5 Eylül günü olaylar hala devam ederken, 7 altın madalyalı, ABD’nin efsane yüzme şampiyonu Mark Spitz, Yahudi olduğu için, koruma altına alınmak amacıyla, özel bir uçağa bindirilerek apar topar ABD’ye geri gönderildi.
Ölen 5 Arap katilin cenazesi Libya’da devlet töreni ile gömüldü. Tüm dünya buna büyük tepki gösterdi. Olaydan bir ay sonra, bir Lufthansa uçağı kaçırıldı ve Almanya’da hapiste yatan 3 saldırganın serbest bırakılması istendi. Alman hükümeti korsanların isteğini yerine getirdi.
Olayların sonucu olarak İsrael gizli servisi Mossad ve askeri bir çok örgütlenme kurarak, bir dizi karşı saldırı başlattı, suikastler yaptı ve korkunç bir intikam aldı. Katliamı planlayan ve Almanya tarafından serbest bırakılan üç Arap terörist yok edildi.
Bütün bu olaylar dizisi beni çok etkilemişti. O gün çok ağladığımı hatırlıyorum. O yaşımda, ilginç bir şekilde, yapılan bütün kötülüklerin hedefinde Yahudilerin ve İsrael’in olduğunu görmek, bir Yahudi olarak beni çok rahatsız ediyordu. Bu çatışmaların alt yapısını adlı adınca çok iyi bildiğimi hiç iddia edemezdim. Bunun için bu konularda ansiklopedi ve yayınlanmış kitaplarla kendimi beslemeye karar verdim. O yaz yayınlanan “Kudüs…Ey Kudüs (O,Jerusalem) adlı çok kalın bir kitabı satın aldım. İkisi de gazeteci olan Dominic Lapierre ve Larry Collins’in birlikte yazdıkları bu kitap, henüz İngiliz mandası altındayken filizlenmeye başayan Arap-Yahudi mücadelesini, 2. Dünya Savaşı sırasında Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin Hitler ile yaptığı gizli görüşme ve birlikte kurdukları, Yahudileri ortadan kaldırma planları,1948 yılında kurulan İsrail Devleti’nin tüm Arap ordularının topyekun saldırılarıyla kuruluşun ertesi günü başlayan Bağımsızlık Savaşı’nı…okuyup öğrendikçe beynimde kapaklar açılmaya başladı. Ardından Holokost kitaplarına daldım. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Erich Maria Remarque), Boyalı Kuş (Jerzy Kosinsky) ve daha niceleri… Ben artık farklı bir dünyaya dalmıştım. Eski arkadaşlarımla, yaşıtlarımla yapılan sohbetler, minik küçük flört heyecanları beni hiç açmıyordu. Artık günlük tutmaya başlamıştım. Defterimin adı Desiree idi. Desiree ilk okuduğum romanın kahramanı, Napoleon Bonaparte’nin ilk aşkının adı idi. Bir an geldi ki sadece okumak ve Desiree’ye içimi dökmek bana yetiyordu. Bu belki de genç kızlık bunalımıydı, belki de daha fazla bilgiye olan susamışlığımdı. O yaz okuduğum kitapların haddi hesabı yoktu.
O yıl ekim başı okul açıldı. O sene sevgili İnci Kutay okuldan ayrılınca çok derinden üzülürken, sınıflarımıza girince karşıma yepyeni ama çok bildik bir kız çıktı. Kız, çocukluğumdan itibaren çok iyi tanıdığım Behiye Seyiağ (Bugün Bromi) sarışın, yeşil gözlü çok güzel bir kızdı. Behiye’nin rahmetli amcası ile annemler, Ravuna’larla çok samimi oldukları dönemlerde ailece dost olmuşlardı. Zaman zaman Behiye’ler de ev toplantılarına katılırlardı. Onu görünce içimi bir sevinç kapladı. Ömrümde ilk defa Yahudi bir sınıf arkadaşım olacaktı. Hemen bir sıraya yan yana oturduk. O gün aramızda öyle bir dostluk doğdu ki, bu gün hala bütün sıcaklığı ile süregeliyor. Behiye de Kadıköy Kız Koleji’nden, Marmara Koleji’ne nakil olmuştu. 10 Edebiyat’ta başlayan yeni öğretim yılı bana ilk günden bayram olmuştu. Okulu, özgürlüğü, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Okulumu çok seviyordum. Notlarım hep çok iyiydi ve okula gitmek bana bir partiye gitmek kadar mutluluk veriyordu. 72 yılının sonuna geldiğimizde, Desiree’ye artık neşeli anılar yazmaya başlamıştım.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia