Kadıköylü Küçük Sara-48-
KABIMIZA SIĞAMIYORUZ
92 yılında GKD'de kazanlar kaynamaya başlamıştı.Bir kaç kişi bir araya gelmiş ve komisyonlar arası hizipleşmeler başlamıştı.Bunun gerçek nedenini bugün bile tam anlamıyla çözebilmiş değilim. Herkes kutuplaşmış, biri diğerini yıkmaya çalışıyordu. Herkes diğerinin kuyusunu kazmaya çalışırken, derneğin orkestrası olan Nostalji de bundan nasibini alınca, orkestra çok kırıcı ve onulmaz hatalar sonucu yok edildi. Orkestra üyelerinin çoğu özel hayatta da yakın dostluklar oluşturduğu için, resmen karpuz gibi ikiye bölünmüştü. Bizler, akordeon ve klavye çalan Eli Meriç, perküsyonları çalan Gery Erdemanar ve solo gitar çalan Selim Elyazar ve nişanlısı, bir gruba ayrılınca, diğerlerinin de kimi açıkta kaldı, kimisi de kendi yoluna devam etti. Sonuç olarak, David, Gery, Eli ve Selim zevk için kendi evlerimizde toplanıp müzik yapmaya başlamışlardı. Selim guruba “Ambiance” adını vermişti. Şarkıları David söylüyordu, ben de bazen keyif için onlara katılırdım, bu günler arkadaşlarımızın eşleri ve çocukları da katıldıkları için yarı eğlence, yarı müzik şeklinde olurdu. Bu grupla birkaç dini bayramda, Barın Yurt ve İhtiyarlar Yurdu Derneği’nde küçük konserler verip, dernek sakinleriyle birlikte bayram kutlamıştık.
Bizim Göztepe’deki yeni evin yenileme, tadilat işleri bitince, o sene sattığımız Demirören sitesindeki ilk yazlık evimizin eşyaları ile döşemiştik. Sadece kanapenin kumaşını değiştirmiş, şehir evine daha çok yakışan bir hale sokmuştuk. Ev çok aydınlık, ferah ve sadeydi. Salona da Çanakkale taşından bir şömine yaptırmıştık. Soni ve Hay sevinçten havaya uçuyorlardı. Artık Cuma günleri öğleden sonra o eve gidiyorduk ve Pazar akşamına kadar orada kalıyorduk. Çünkü çocukların okulu Bahariye’deydi. Hafta ortası orada olmamız gerekiyordu. Cuma günleri Soni okuldan gelince, toparlanıp, bir taksiyle yeni eve gidiyorduk. Bu bize eğlenceli bir oyun gibi geliyordu. Serde gençlik vardı. Şabat yemeğini evde pişirip, oraya götürmek bile beni hiç sıkmıyordu. Soni sağ kolumdu. Hay da elinden geldiğince destek verirdi. Henüz 9 yaşındaydı Eve gelince hemen kat kaloriferini yakar ve arı gibi çalışırdık. İş bölümü yapardık. Yarım saatte her şeyi ayarlar, sonra hayatımızı yaşardık. 93 Ocak ayında tam olarak orada yaşam başlamıştı. 37 yaşındaydım, mutlu ve güçlüydüm. Yeni evde harika bir çalışma odam vardı. Oda kırmızı ve siyak renklerde döşenmişti. İlk defa bir çalışma odam vardı ve bu oda yazı hayatımda bana ivme katıyordu.
Odam benim cennetimdi. Bazen hafta ortası da evime gidiyor orada saatlerce yazı yazıyordum. Sanki kendime özel bir stüdyom vardı. Soni artık gönlünce evde kalıyor, kendi çevresinin ve arkadaşlarının tadını çıkarıyordu. Onların odası da çok güzeldi. Odalarında her şeyleri vardı. Hay da oranın tadını tepe tepe çıkarıyordu. Yığınla dernek ve Talmud Tora arkadaşları vardı. Eve bölük bölük küçük oğlanlar ve kızlar getirirdi. Soni hafta sonları en az iki arkadaşını bizim evde yatıya tutardı. Kemal Levi, Elyo Baron, Rubi Kohen ve Selim Eskinazi bunların içinde en çok gelenlerdi. Evde partiler yaparlardı. Güliz Loya ve Tuna Loya da evin kız müdavimleriydi. Büyük kuzenler Soni ve Rina da evin gediklileri arasındaydı. O sene şubat sömestr tatilini tümden Göztepe evinde geçirmiştik. Biz de özellikle Pazar öğleden sonraları tüm arkadaşlarımızı eşleriyle bize çağırır ve hep birlikte müzik yapardık. Cumartesi akşamları geniş arkadaş grubumuzla barlara, müzikli restoranlara giderdik.
Benim GKD’deki kadınlar tiyatrosu da o sene “Yüksek Sosyete” adlı oyunuyla çok beğeni toplamıştı. Hayat güzeldi, çocuklar mutluydu, herkesin keyfi yerindeydi. Daha ne olsun?
Bu arada benim Şalom hayatım da çok iyiydi.” Bizim Kadınlarımız”ı yazmaya devam ediyordum. Röportajlar yapıyordum, ayrıca o sırada HEGKOM (Hahambaşılık Eğitim Komisyonu) başkanı olan Yusuf Altıntaş, cemaatin yetkin birkaç hanımıyla birlikte benim de katılımımla bir yazı kurulu oluşturmuştu ve “Yahudilikte Kavram ve Değerler” adlı bir kitabın ortak yazarları olarak çalışmaya başlamıştık. Bu hanımların içinde Beki Haleva, Suzan Alalu, Fani Ender, Ninet Pardo, Klara Arditi, Eda Asayas, Teri Basmacı, ve ben vardık. Ben bu hanımlarla Yusuf’un yaptığı ilk toplantıda tanışmıştım. Hiç birine aşina değildim ama, hepsiyle kısa sürede kaynaşmıştım. Harika ve sevgi dolu bir ilişki tesis etmiştik. Her hafta birimizin evinde toplanırdık. Konuları aramızda bölüşmüştük. Önce o hafta yazısını hazırlamış olan arkadaşımızı dinler ve gerektiği yerlerde birbirimizi redakte ederdik. Sonra hazırladığımız harika çay sofralarında kahkahalar arasında yer, içerdik. Gerçekten o kitabın hazırlık aşamasında aldığım zevki ve keyfi asla unutamam. Kitap o kadar başarılı olmuştu ki, daha sonra ikinci baskısı da yapılmıştı. O günlerden sonra geriye mükemmel bir dostluk ve sevgi bağı kalmıştı. Bu arkadaşlarımla günümüzde hala sevgi dolu dostluklarımızı sürdüre geliyoruz.
Pazar sabahları saat 10.30 gibi Yusuf bize kahve içmeye gelirdi. Eskiden Pazar sabahları yaptığımız dernek sohbetlerini artık bizde yapıyorduk. Çünkü çocuklar derneğe yalnız gidebiliyorlardı. Yusuf’la yaptığımız bu sohbetler, beni entelektüel hayatımda zenginleştiriyordu. Onun sayesinde ve yönergeleri doğrultusunda okuduklarım değişikliğe uğramıştı. Tavsiye ettiği kitapları yutarcasına okuyordum. Felsefeye merak sarmıştım. Yahudi tarihi üzerine derin araştırmalar yapıyordum. Yusuf gitgide ufkumu genişletiyordu. Bazen kahve fincanım elimde kalır, bir yudum bile içmeden soluksuz onu dinlerdim. Onun şu sözleri beni çok gururlandırırdı. “Sarika sen bereketli bir topraksın. Sana ne eksem çiçek veriyor. Çorak toprağa tohum ekemezsin” derdi. Ben de bunu hak etmek için saatlerce masa başı yapardım. O, benim için suyu hiç tükenmeyen bir su kaynağı gibiydi.
Bzim ufaklık Hay Eytan da Yusuf’tan çok etkilenirdi. O Yusuf’a “Koçum” Yusuf da ona “Hergele” derdi. Ufaklık bana özendiğinden sürekli ansiklopedi okumaya başlamıştı. Oturur seçtiği konulardan yazılar yazardı. Yusuf bize geldiğinde ona çalışmalarını okuturdu, Yusuf büyük bir ciddiyetle okur, ara satırlardan oklar çıkarır şu veya bu konuda araştırma yapmasını isterdi. Ertesi hafta Hay ona yeni konusunu teslim ederdi. Yusuf ona her hafta iki buçuk lira harçlık verirdi.
O da onu cebine atar ve neşeyle derneğe giderdi. Yusuf, Soni ve Hay’ı gönülden severdi ve onlara içtenlikle yol gösterirdi. İlim irfan saatlerinden sonra, hep birlikte sohbet ederdik. David de Yusuf’la kendini çok mutlu hissederdi. Öğle saatinde Yusuf evine döndükten sonra, biz de arkadaşlarımızla program yapardık.
93 yılı iyi gidiyordu. O yaz ayrıca üyesi olduğum “Kökler” grubu ile de toplantılar yapıyorduk. Köklerin lideri Leyla İpeker’di. Grupta ayrıca Lizet Loya, Leyla’nın kız kardeşi Şeli Kohen ,Lizet Bİcirano Bahar, Şeli Bahar, Stella Kent ve Ceni Bali de vardı. Bu hanımlarla da ayda en az iki kere evlerimizde toplanırdık. Yahudi soyadları ve aileleri konusunda araştırmalar yapar, aile soy ağaçlarını çıkarırdık. Bu gruptaki kadınlarla da çok güzel ilişkiler kurmuştum. Lizet’i ve Stella’yı zaten önceden GKD’den tanırdım ve çok severdim. Şeli de Dostluk Yurdu Derneği’nde kadınlar kolu başkanıyken, iki dernek hanımlarının tanışma toplantısında ,ilk tanıştığımız gün birbirimizi çok sevmiştik. Şeli müstesna bir insandi uzun boylu, koyu mavi gözlü, incecik, neşeli ve içinde adeta bir ”Peter Pan” olan çoşkulu ve çekici bir kadındı. Hayat dolu ve neşeliydi. Heyecanlı ve hassastı. Çabuk ağlar, çabuk gülerdi. Ben onu ilk gördüğüm gün adeta aşık olmuştum. Elmamın yarısı gibiydi. O da bana çok bağlanmıştı. Telefonda genç kızlar gibi uzun uzun konuşurduk. Yaz geldiği zaman da genellikle ablası Leyla İpeker’in Maden 45 nol’u evinde toplanırdık. Leyla da kardeşi gibi heyecanlı, hassas ,sevecen bir kadındı. Bize harika sofralar kurar, sevgiyle “kökler” hakkındaki bilgilerini paylaşırdı. Bİrkaç dil bilirdi, cümlesine Türkçe başlar, İngilizce ve Fransızca devam eder ,İbranice ile süsler ve ladino ile bitirebilirdi. İlk bir iki toplantıda çaktırmadan zorlansam bile, sonradan eldiven ve el gibi olmuştuk. Onu son derece sever ve sayardım. Sonraki Ada yıllarımda eşi Kemal İpeker ve onunla çok güzel bir arkadaşlık geliştirmiştik. Çok güzel insanlardı. İkisi de, ne yazık ki çok erken yaşlarda yaşama veda ettiler.
93 yılı yeni olaylara da gebeydi. David’in müzik hayatı, tıpkı ilk gençliğinde olduğu gibi yeniden canlanmıştı. Yıllarca kenarda kalan gitarını artık elinden düşürmüyordu. Yeni ufuklar gözüküyordu. Deyim yerindeyse artık David, Yusuf ve ben kabımıza sığamamaya başlamıştık.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.