Kadıköylü Küçük Sara -54-

1998 - Sofya - Bulgaristan

1998 - Sofya - Bulgaristan

1998 yılında katıldığımız Esperansa 98 organizasyonu Sofya’nın yakınlarındaki bir kayak merkezindeki bir otelde yapılıyordu. Orada Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden, özellikle eski Doğu Bloku’ndan kurtulup özgürleşmiş olan küçük Balkan ve Slav ülkelerinin Yahudi topluluklarından, Ladino müziği yapan sanatçılar vardı. Ayrıca Bulgaristan’ın birçok şehrinden gelmiş Yahudi katılımcılar vardı. Kimisi Ladino dilinde bildiri sunuyorlardı, kimisi de sadece misafir katılımcı olarak otele gelmişlerdi. Varna, Plovdiv, Burgaz, Rusçuk ve Sofya’dan katılımcılar vardı.

Bu kişilerin bazıları üniversite profesörleriydi. Bu harika adamlar, Bulgaristan’ın Sovyet Rusya’dan kopmuş olan özgür Bulgar Hükümetinden ayda sadece 50 dolarlık bir maaş alıyorlardı. Amerikalı Yahudi yardım grubu JOINT sayesinde, bir araya getirilmişler, kimsesiz olanlar Wizo’nun ve Joint’in desteğiyle maddi ve manevi olarak rehabilite ediliyorlardı. Aralarında felsefe, tarih ve matematik profesörleri vardı. Bunlarla konuşup gerçekleri öğrenince, insanın içi acıyordu. Klara ve Eli Perahya da onlara emanet edilen Matan Baseter yardımını ve kıyafetlerle dolu iki bavulu, organizasyona teslim etmişlerdi. Program 4 günlüktü. Biz gündüzleri oteldeki kongre salonunda verilen bildirileri dinliyorduk. Öğleden sonra çevre gezilerine götürülüyorduk. O yıllarda Sofya’da lüksten ziyade muhteşem tabiat manzaraları vardı. Çam ormanların tatlı serinliği insanın içini mutlu ediyordu. Herkes hemen kaynaşmıştı. Ladino dilinde konuşuluyordu. İnsanlar komünist rejimi süresince Yahudilik aidiyetlerini genellikle kaybetmişlerdi. Ladino dilini, çocukken evlerinde aile ihtiyarlarından öğrenmişlerdi. O zamanlardan çok yıllar sonra, hafızalarının derinliklerinden yukarı yükselen bu dili hatırlayıp konuşuyorlardı. Herkes çok mutluydu. Bunların çoğu Bulgarlarla evliydi ama kendi köklerini yeniden bulmak, onları küçük çocuklar gibi mutlu ediyordu. Her gece dört müzisyen veya grup konserler veriyordu. İkinci gece biz konser vermiştik. O kadar çok beğenilip alkışlandık ki, herkes yanımıza gelerek bizi öpüyor ve tebrik ediyorlardı. Bir akşam grup halinde bir opera eseri izlemeye götürüldük. Cumartesi sabahı, organizasyonun şoförü, Perahya’ları, ve bizi alıp Sofya’nın merkezine götürmüştü. Orada henüz yeniden hizmete giren büyük katedrale ve hükümet binasına gitmiştik. Eski ve tarihi muhteşem Sofya şehri, üzerine 50 yıldır serpilmiş olan ölü toprağından başını yeni yeni kaldırmaya başlamıştı. Sovyet Rusyanın, 100 metrede bir caddelere kondurdukları nöbet kuleleri hala yerlerinde duruyordu. Sovyet rejimi 50 yıl boyunca Bulgarları demir yumrukla yönetmiş ve ezik insanlar topluluğu yaratmıştı. Yaşlı olan Bulgar Yahudileri birlikte resim çektirmekten çekiniyorlar ve fotoğraf karelerinde görünmek istemiyorlardı. Bu geçen yaklaşık 25 sene zarfında, artık günümüzde Bulgaristan’ın Avrupa Birliği çerçevesinde çok yükseldiğine eminim. ”Esperansa 98“ mutlulukla bitmiş ve orada çok yakın dostluklar kurmuştuk. Nitekim o senenin sonbaharında bu sefer Plovdiv’e konser vermek için davet edilecektik.

Gery - Ben ve David - Sofya

Gery - Ben ve David - Sofya

İstanbul’a mutlu ama gergin dönmüştüm. Çünkü Hay ertesi günü Amerikan Hastanesi’nde ameliyat edilecekti. Ameliyat çok başarılıydı. Çocuk ertesi sabah tek koltuk değneği ile seke seke yürümeye başlamıştı. Hastaneden 3. gün taburcu olup, hemen ada evine geçmiştik. Hay evde arkadaşlarını kabul ediyordu. Keyfi yerindeydi. Sonunda dikişleri alındı ve normal hayatına dönmeye başladı. Bu macera da böyle geçmişti.

Bulgaristan dönüşünden yaklaşık bir buçuk ay sonra bu defa Budapeşte’den bir konser teklifi almıştık. “Jewish Summer Festival “adlı bir Yahudi şenliğine davet edilmiştik. Bu festival Macaristanı’n Budapeşte şehrinde olacaktı. Hay artık iyiydi. Nişan yapmaya karar veren Soni ve Lisya, nişanı Eylül ayında yapmaya karar vermişlerdi. Tam İstanbul’a geldiklerinin ikinci gününde ablamın kayınvalidesi Madam Recina bir gün şiddetli bir mide ağrısıyla uyandı. Öğleden sonra eniştem işten gelip onu arabaya koydu ve ablamla birlikte Acıbadem Hastanesi'ne götürdüler. Soni’ler henüz karşı tarafta Lisya’lardayken, biz David ve Hay’la hastaneye gittik. Ablamları girişte bulduk. Madam Recina yattıktan bir saat sonra fenalaştığından, onu yoğun bakım ünitesine götürmüşler, biz daha ablamların yanına gelir gelmez, yukarıdan inen bir hemşire enişteme onun ölüm haberini verdi. Hayla ben donmuştuk. Sarılıp ağlamaya başladık, eniştemin yüzü kül gibiydi. Hay, Madam Recina’yı kendi ninesi kadar çok severdi. Çünkü doğduğundan itibaren, hemen her gün onu görürdü. Hastaneden acı içinde ayrıldık. Çok enteresandır ki, bu sefer de Macaristan’a gitmek zorundaydık. Benim bu çok keyifli olması gereken günlerde ağzım hep acı bir tat vardı.. Cenazeye bizi temsilen Hay, Soni ve Lisya katıldılar. Biz ancak hafta kesimi duasına yetişebilmiştik.

Budapeşte organizasyonu daha zengindi. Budapeşte 3-4 yıl önce Sovyet idaresinden kurtulduğu için, Sofya’ya göre çok daha düzenli ve parlaktı. Yine de insanların çehrelerine çökmüş olan eziklik ve tedirginlik derhal göze çarpıyordu. Avrupa birliğine 1 yıl evvel alınmış olan Macaristan’ın kalkınmasına teşvik olarak, Avrupa’nın önemli markaları yarı fiyatına satılıyordu. YSL gömlekler, Samsonite ve Kipling markalı çantalar sudan ucuzdu. Şehirde ilk açılan AVM olan Duna Plaza’da her şey orijinal marka ve yarı fiyatına satılıyordu. Oradan, Soni’nin nişanında giymek için bordo kadifeden, dar ve yırtmaçlı bir tuvalet almıştım.

100.000 Yahudi nüfuslu olan Budapeşte çok güzel bir şehirdi. Her tarafından tarih fışkırıyordu. Orada Gery ile beraber hem alış veriş yapıyor, hem de şehri geziyorduk. İlk konserimizi, Yahudi mahallesinde Dohany Sinagogu’nun bulunduğu uzun sokakta vermiştik. Sokağın giriş ve çıkışını teröre karşı korunmak üzere motorsikletli polisler kapatmışlardı. Bütün sokak, boydan boya konser düzeni olarak yapılmış, beyaz plastik sandalyeler dizilmişti. Köşeye sahne olarak büyük bir stand kurulmuştu. O gün biz de orada 40 dakikalık bir konser vermiştik. Bütün sokak yüzlerce izleyici ile doluydu. O gece hepimizi bir restorana götürdüler. Sanırım 50-60 kişiydik. Avrupa’nın her tarafından Klezmer Grupları vardı. Sadece biz Türkiye’yi temsilen Sefarad grubuyduk. Sürekli İngilizce konuşuyorduk. Sadece Fransız Klezmer grubunun gitaristi Arjantinli bir Yahudi olduğu için, bizimle İspanyolca konuşuyordu. İkinci gece Budapeşte Opera ve Balesinin büyük ve tarihi binasında Macarca sahnelenen “Damdaki Kemancı” müzikaline götürülmüştük. Ben oyunu hem sahnede, hem de televizyonda birkaç kere izlediğim için oyunu çok iyi takip ediyor, hatta bildiğim esprili yerlerde çok gülüyordum. Bizim Gery, David’e ”Sara galiba Macarcayı çözdü” diyerek gülüyordu.

Festivalin son günü bütün sanatçı gruplarıyla birlikte Budapeşte’nin Buda bölümündeki büyük kongre salonuna götürüldük. Sahne arkasında bir sürü, kulis odaları vardı. Hepimize özel odalar tahsis etmişlerdi. Odada tuvalet, duş ve dinlenme koltukları bile vardı David gitarını kılıfından çıkarınca sapının kırık olduğunu gördü. Dehşet içindeydik. Bir akşam evvel bir hırsız veya kat hizmetçisi otel odalarına girmiş, mesela benim harika bir kolyemi, Gery’nin birkaç yüz dolarını çalmıştı. Sanırım bizim odadayken telaştan ayağı David’in gitarına takılınca, gitarın sapını da kılıfının içinde kırmıştı. David kırık gitarla Fransızların odasına gitti, Arjantinli gitariste halimizi anlattı. Genç adam David’e sarıldı ve “Üzülme” dedi, “Sahneye benim gitarımla çıkarsın.” Onun sırası bizden iki grup sonraydı. O gitarist gencin bu yaptığı iyilik gerçekten paha biçilmezdi. O günkü üç saat süren toplu konserleri Macar Devlet Televizyonundan nalken canlı yayın olarak vermişlerdi. Yine alkışlar arasında konserimizi vermiştik. Ertesi gün dönüş yoluna çıktığımızda, kafamızın içinde güzel anılar dolmuş olarak dönmüştük. Olan kolyeme, David'in gitarına ve Gery’nin dolarlarına olmuştu.

Oradan döndükten birkaç gün sonra Lisya, annesi Violet, babası Yusuf’la birlikte, Soni, Hay ve biz Bodrum’a gitmiştik. İki araba gidiyorduk. Arada molalar veriyorduk ve çok eğleniyorduk. Hepimiz çok gençtik. Çocuklar çok mutluydu, Hay da bol bol şımardığı bir abla bulmuştu kendine.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.