Kadıköylü Küçük Sara-69-
2008 yılı biraz tatlı, biraz hüzünlü olarak hayatımdan geçti gitti. Artık 53 yaşındaydım. İnanır mısınız o yıllardaki doğum günlerimin eski keyifleri de kalmamıştı. Çocuklar yurt dışındaydı, babam hayatta değildi, o içimdeki küçük kızın yaşam sevinci ağır ağır, hazan güneşi parlaklığına ermişti. Sanırım o doğum günümü gazetede kutlamıştım. Pazartesi günleri gazetenin mutfak günüdür. Herkes harıl harıl işine dalmıştır ama yine de sevdiklerimizin önemli günlerini asla atlamazdık. Çay saatinde aşağıdan “Happy birthday” sesleri yükselince yukarıya mumları yanan bir doğum günü pastası önünüze geliverirdi. Alkışlar, kahkahalar, öpücükler, pastayı yemek, insana var olduğunu, kıymetli olduğunu, sevildiğini hissettirirdi. Gazetede böylesi birkaç doğum günü yaşadım ve kıymetini çok iyi bilirim. Hala gönlümde sevgi dolu o dakikalar yerli yerinde dururlar.
2009 yılına sanırım eski dostlarımız Moşe ve Dalila ile birlikte” Carpe Diem” adlı bir barda girmiştik. Güzel bir sohbet, koşulsuz bir sevgi ile geçen bir geceydi. Bu dostlarım sırtımı dayayabileceğim seçilmiş, emektar dostlardır.
2009 yılının mart ayında Roma’ya gitmeye karar verdik. Bu sefer tur organizasyonu ile değil, yalnız gidecektik. Yapmak istediklerimizi önceden tasarlamıştık. Yalnız müze ve tarihi değil, bu kez de yaşayan bugünkü Roma’yı keşfetmek istiyorduk. İlk gün İspanyol Merdivenlerine gittik. Etraf turist kaynıyordu. Merdivenlerin hemen sağında duran çok eski bir kafede. kahve içip pasta yedik. Menü kartının ilk sayfasında ünlü İngiliz şairleri Keats ve Sheley’nin bu kafenin müdavimleri olduğu yazıyordu. Dekor 18. yüzyıl dekoruydu. Mobilyalar, çay takımları, pasta vitrinleri ve dolaplar, hatta manto askılığı bile eskiydi. Böyle yerlerde kendimi hep iyi hissederim nedense. Merdivenlerin sol tarafında dükkanlar ve sanat galerileri vardı ve bir kilisenin konser ilanı uzaktan görünüyordu. Hemen girişten bilet almış o akşam konsere gitmiştik. Malum en usta opera ve operet bestecileri İtalyan’dır. Dönem kostümleri içindeki erkek ve kadın sanatçıların aryaları beni benden almıştı. “Una Fortiva Lagrima” söylenirken, zevkten yanaklarımdan aşağı süzülen gözyaşlarıma engel olamamıştım.
Roma şehrinin kendisi başlı başına bir dünya. Sanki inanılmaz bir şaheserler diyarı. Her meydan bir rüya. Navona meydanı, Trevi Çeşmesi meydanı, Panteon meydanı… bir akşam Panteon meydanındaki bir restoranda yemek yerken genç bir tenor gelip muhteşem sesiyle en bildik opera aryalarını kaldırımın üzerinde söyleyince, masalarda yemek yiyen insanlar onu ayağa kalkıp alkışlamışlardı. İlk gidişimizde vaktimiz kalmadığından, Vatikandaki Saint Pietro’nun içine girememiştik. Bina deyip geçmeyin, Roma’da içine girilen hiçbir müze veya binadan en az 3-4 saat geçirmeden dışarı çıkamazsınız, yine de bazı şeyler eksik kalır. Neyse Papalık binasını da gezip yüzlerce basamak tırmanıp en tepeye çıktığımızda David’e “kalbimizin sağlam olduğunu ispatlamış olduk” demiştim. Efor testi gibi bir şeydi çünkü.
Bir gün trenle Pisa şehrine gittik. Eğri,sembolik Pisa Kulesi’ni, tabiki her şehirde olmazsa olmaz katedral ve tarihi yerlerini gördük. Orada çok güzel çantacı dükkanları vardı. Oradan üzerinde ressam Gustav Klimt’in “Öpücük” tablosunun baskısını taşıyan bir çanta almıştım. Bir Klimt hayranı olarak, bu çantamı yıllarca zevkle kullanmıştım. Avrupa’nın her yerinden sanat ve tarih fışkırıyor. Hele biraz da bu konuları derinden biliyorsanız, orada her gününüz bayram lezzetine dönüşür.
Diğer bir gün de yine trene binip Milano’ya gitmiştik. Önce Duomo meydanındaki katedrale girdik, ardından üstü camlarla kaplı pasajını geçtikten sonra karşımıza La Scala Operası binası ve Leonardo da Vincin’in anıtı çıktı. La Scala ücret karşılığında gezilebiliyor. Gişeden bilet alıp içeriye girdik. “La Scala” ne demek? sanat mabedi. Oralardan kimler gelmiş, kimler geçmiş, en yakın tarihten bildiklerimiz Maria Callas, Leyla Gencer, Caruso, Mario Lanza, Pavorotti ve niceleri. Yan koridorlarda sahne kostümleri, ünlü operacıların kişisel eşyaları, opera afişleri, kitaplar, opera cd’leri vardı. Dünya gözüyle bunları görebilmek, o anın zevkini çıkarıp, anı dağarcığımıza onları kaydedebilmek çok güzel bir ayrıcalık. Milano’nun Monte Napoleone Caddesinde gezdik. Leonardo da Vinci’nin ”Son Yemek” freskinin bulunduğu şapele gittik. Çok istememe rağmen, vaktimiz olmadığı için Como gölüne gidemedik.
Roma’da TrasTevere semtinde büyük Roma Sinagogu ve Yahudi mahallesi var. Bir Pazar günü oraya gittik. Türlü güvenlik aşamasından geçtikten sonra sinagoga girdik. Gerçekten çok görkemliydi, birkaç yıl önce silahlı ve bombalı saldırıya uğradıktan sonra, güvenlik, İstanbul sinagoglarını aratmayacak kadar titiz ve dikkatliydi. Paltolarımız ve çantalarımız dahil, her şeyimizi elimizden almışlardı. Sinagogun yanında Yahudi Müzesi vardı. İçinde her Yahudi’nin aşina olduğu antika dini objeler sergileniyordu. Diğer bir kapıdan girilen başka bir salonda da henüz birkaç ay önce 26 yaşında yaşamını kaybeden Yahudi-İngiliz şarkıcı Amy Winehouse’un kıyafetleri sergileniyordu. Amy’nin babası, hatırasını yaşatmak için, kızının kıyafetlerini dönemsel olarak Yahudi kuruluşlarında sergiliyordu. Kızın incecik bedeninin ölçülerindeki alçı mankenler, vitrinler içinde onun mini, parıltılı, günlük veya sahne kıyafetlerini gözler önüne seriyordu. Geriden gelen hafif müzikle onun sesini ve şarkılarını dinleyebiliyorduk. Çocukluğuna ve ilk gençliğine ait fotoğraflarla dolu panolar duvarlarda sergileniyordu. Benim gibi duygusal bir insan olarak, bu iç parçalayıcı bir şeydi, yanlış bir evliliğin onu getirdiği uyuşturucu batağındaki bu gencecik, harika sesli kız yok olmuştu. Boynundan hiç çıkarmadığı 6 köşeli Magen David kolyesi de bir vitrinde sergileniyordu.
Sinagogdan ayrılınca Yahudi mahallesinde yürüdük. Eski tip bir pastaneden Pan D’espnya Ebraik aldık (Yahudi pandispanyası), bir Yahudi’nin işlettiği bir kafede espresso kahve ile birlikte pandispanyayı yedik. Hemen yanındaki Yahudi süper markette, kaşer damgalı yiyecekler, şarküteri yiyecekleri ve özellikle İsrael’den ithal edilmiş, Osem’in malları, şarapları ve Kvutsat Yavne turşu kavanozları vardı. Ne derseniz deyin, biz Yahudiler dünyanın her tarafında aynıyız. Damak zevkleri, gelenekler, dini kurallar kanımıza işlemiş. Bu mahallelerde kendini evde hissediyorsun.
Roma’nın benim için kendine özgü kutsal bir hatırası var. Yine bir Pazar sabahı 11 sularında, Roma’nın dış bir mahallesinde bir semt pazarındayız. Ben gittiğim her yabancı şehirde pazarlara gitmeye bayılırım. Türkiye’deki diğer şehirlerinde bile. Pazarlarda şehirlerin gerçek demografisini tanımak fırsatını bulursunuz. Satıcılar, müşteriler daha hakikidir. Oralardan ufak tefek alışverişler yapmaya bayılırım. İşte bir seyyar çorapçı tezgahının önündeyiz. Satıcı sanırım çok esmer bir Asyalı genç. Bende çocukluğumdan beri çözemediğim bir çorap merakı vardır. Ama yalnız kendim için değil, sevdiğim herkes için. Evimde yeni alınmış çorap poşetleri bulunur. İkide bir oğullarıma, eşlerine çıkarıp çorap hediye ederim. Aldım elime çorapları, David için çorap bakıyorum. Davidin telefonuna bir mesaj gelmiş. İsrael’den Soni’den . Mesajda”BİZ HAMİLEYİZ” diye yazıyor. David mesajı bana gösterdi ama olayı tam kavrayamadığı belli. Ben sevinçten ağlamaya başladım. Soni eşi Lisya’nın hamile olduğunu müjdeliyordu. Satıcı çocuk elimdeki pamuklu çoraplara bakıp neden ağladığımı anlayamadı tabii ki. Ben çorapları bıraktım, David’e sarıldım. David çorapları aldı, parasını verdi ve biz sevinçle uzaklaştık. Satıcı çocuk çok ağladığım için David’in çorapları aldığını sandı her halde. O anları hatırladıkça hala gülerim.
Kendimi gerçek anlamda mutlu hissediyordum. Artık babaanne olacaktım. Tanrı izin vermiş ve bu mutluluğu yaşamamız için bizi sevindirmişti. O gün her şey gözüme çok güzel görünüyordu. Hemen Soni’ye telefon ettik. Arkadan Lisya’yı aradık. Sevinçten hem ağlıyor, hem gülüyordum. Güzel günlerin bizi beklediğini hissediyordum. Tanrı’ya teşekkür ediyordum. Roma’dan eve sevinçle döndük. Önce en yakın aile bireyleriyle sevincimizi paylaştık. Daha sonra artık hep beraber gelecek olan bebeğe odaklandık. Bir süre sonra erkek bebek geleceğini öğrendik. Her şey yolundaydı. Ağustos ayında Lisya ve Soni İsrael’den geldiler ve bebek için faşadura (bez kesne) kutlaması yapıldı. Faşadurayı dünürüm Violet organize etti. Burgazada Kulübünde tören yapıldı. Herkes çok mutluydu. İlk torun heyecanı hepimizi sarmıştı. Akraba ve dostlarımız yanımızdaydı. Bazen hayat insanın gözüne çok parlak ve ışıltılı geliyor. Faşadura töreninden kısa bir süre sonra Sonil’er geri döndüler ve ben çılgın bir bebek alışverişine başladım. Kıyafet bir yana bebek oyuncaklarına dadanmıştım. Göztepedeki Barker Kitapevinden alınmadık bebek oyuncağı kalmamıştı. Tabii ki dünürüm Violet de saatte 120 km. hızla alışveriş ediyordu. Yüreklerimiz yolda olan bebek için çarpıyordu.
Ve 30 Kasım 2009 tarihinde akşam saat 11’de torunumuz Guy David doğdu. Doğum odasının kapısında kimler kimler vardı. David, ben, Hay’lar, Pardo’lar, yeğenim Ari, Lisya’nın teyzesi ve eniştesi, Nifusiler, doğum olur olmaz gelen Soni ve Lisya'nın arkadaşı Roni, hepimiz ilk ağlamayı duyunca, ağlaşarak öpüşmeye ve kahkahalar atmaya başladık. Artık ben bir granmama, babaanne oluştum. Artık herkes yeni unvanlar almıştı. Dede, anneanne, büyükbaba, amca gibi.
Artık hayatımızda yepyeni bir sayfa açılmıştı. Guy David sayfası…