GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -35-
1980 yılının kışı çok soğuk geçiyordu. Yeni evimizde ise yaşam çok güzeldi. Soni yeni odasına bayılmıştı ama, annemin evini de çok özlüyordu. O yüzden sabah kahvaltı eder, evdeki işleri hallettikten sonra hemen “hadi anne, gramamaya gidelim" derdi. Neredeyse her öğle yemeğini annemlerde yerdik. Annem zaten buna dünden razıydı. Biz evden gittikten sonra büyük bir boşluğa düşmüştü. Devamlı ağlıyordu. Ev birdenbire boşalınca, annem ömründe ilk defa babam ve teyzemle baş başa kalınca feleğini şaşırmıştı. Sürekli ağlıyor ve bir yerde duramıyordu. Sonuç olarak Soni ve ben her gün saat 13.00-18.00 arası yine hep oradaydık.
O sene korkunç bir gaz ve fuel oil sıkıntısı vardı. Kaloriferli evlerin çoğu yakıt olmadığından buz gibiydi. Annemler evin bir odasında elektrikli sobalarla yaşıyorlardı. Bizim ev de öyleydi. Herkes donuyordu. Birçok evde derme çatma sobalar kurulmuştu. Sonunda biz de evde bir gaz sobası kurmuştuk. Boruyu ise pencerede açılan bir delikle dışarı vermiştik. Gaz bulabildiğimiz zaman sobayı yakıyor ısınmaya çalışıyorduk.
Bizim ev çatı katı olduğu için eğer hidrofor çalışmazsa musluklardan bir damla su akmazdı. Gelin görün ki bizim apartmanın yönetici giriş katında oturan bir albay emeklisiydi, hidrofor gürültülü diye kapattırdığından, bizim eve bir damla su bile çıkmazdı. Ben Soni’nin kirli alt bezlerini olduğu gibi bir poşete koyup annemlere götürür, orada yıkar ve asardım. Temizleri katlayıp eve götürürdüm. Anlayacağınız hayat çok zordu. Artık büyümenin zamanı gelmişti.
Ama kendi evimizde aile olarak yaşamanın tadı da başkaydı. Ben neredeyse her akşam yemekten sonra, bir kek veya pasta yapıyordum. Eve devamlı olarak arkadaşlarımızı davet ediyorduk. Misafir ağırlamaya, ikramlar yapmaya bayılıyordum. Her Cuma akşamı annemlerde yedikten sonra Soni’yi annemlerde bırakıp eve dönerdik. Saat 21.00 gibi, Reks Sineması’nın karşı sokağında oturan David’in amcasının oğlu Hayim Kohen Yanarocak ve nişanlısı Terry Elhadef bize gelirlerdi. Saatlerce sohbet eder, çerezler, tatlılar yer, gülmekten yerlere yatardık. Terry çok tatlı bir kızdı. Saint Benoit lisesinde son sınıftaydı. Hayim de üniversiteyi bitirmek üzereydi. Aslında Hayim, Moda İlk Okulu’ndan benim arkadaşımdı. Benden iki sınıf küçüktü ama, teneffüslerde devamlı yanıma gelir benimle konuşurdu. Sonunda da akraba olup çıkıvermiştik. Onlarla gerçekten çok eğlenirdik ve neredeyse sabahlara kadar sohbet ederdik. Terry bizim evin manzarasına hayrandı. Soni’yi de çok severdi.
Şubat ayında Soni hasta oldu, annemlerin evinde rüşvet verilerek fuel oil tedarik edildiği için artık evleri sıcaktı. Annem olaya el koydu ve oğlanı evine götürdü. Çocuk iyileşirken bu sefer şifayı ben kaptım. Haydi bir cümbür cemaat yine annemlerdeyiz derken, annem bize manifesto verdi. “İlkbahara kadar Soni onların evinde kalacaktı. Bizim ev çok soğuktu. Zaten geceleri yatağa dik yakalı yün kazaklarla yatıyorduk. Bazan gece yarısı uyanırdım, yanaklarıma sanki kırağı yağmış gibi bir soğukluk hissederdim.
O yıllar Türkiye’nin çok karanlık yıllarıydı. Yokluk yıllarıydı. Her şey çok kıttı. Yakıt, yağ ve daha birçok gıda maddesi uzun kuyruklara girerek ve saatlerce bekleyerek alınıyordu. Arabası olanlar gece yarısı kuyruklara girerler, sabahın erken saatlerinde arabalarına bir miktar benzin alabilirlerdi. Neredeyse Bolşevik Rusya’ya koşar ayak benzemeye başlamıştık. Herkesin evinde sobalar kurulmuştu. İnsanlar yollarda gözlerine çarpan kuru dalları, tahta parçalarını bile alıp, sobada yakmak için evlerine götürüyorlardı. Kış ortasında satılan odunlar sırılsıklamdı ve bir türlü tutuşturulamazdı.
Türkiye’de adeta bir iç savaş vardı. Sağcılar ve solcular, iyi bir şekilde örgütlenmiş, ülkeyi kasıp kavuruyorlardı. TRT’ de her gece “Güne Bakış” adlı haber programının sunucusu Can Akbel adında bir haber spikeriydi. Saçları dökülmüştü, o yüzden o programa çoğu kişi ”Kele Bakış” derdi. Can Akbel, sanki bir kara haberciydi. Günün haberlerini anlatırken her gün onlarca kişinin kahvelerde, yollarda veya iş yerlerinde taranarak öldürüldüklerini anlatır, isimlerini sayardı. Bunlar ideolojik ölümlerdi, ama arada kurunun yanında yaş da yanardı. Burada kadın, erkek, çocuk ayırımı yoktu. Jandarma ve polisler bu anarşi hücrelerine baskınlar yapardı. Türkiye , bir gerilla savaşı içinde ateşler içinde yanıyordu. Üniversiteler savaş alanı gibiydi. Ülkücüler ve solcu fraksiyonlar, birbirlerini boğazlarken, hükümet ve muhalefet kendi alemlerine dalmışlar, birbirlerine çamur atmaktan başka bir şey yapmıyorlardı.
Bazı semtler kurtarılmış bölge gibiydi. Gece oralardan geçilecek olursa vurulmak an meselesiydi. Çeşitli fraksiyonlara bağlı gençler, anarşi yapabilecekleri para akışını sağlayabilmek için, dükkanları haraca bağlamışlardı. Sıkıysa verme, hemen beynine kurşunu yerdin. Faili meçhul yüzlerce cinayet vardı. Gazeteleri okurken insanın içi yanardı. Her gün en az 60 kişi ölüyordu. Gece saat 22.00 den sonra artık sokağa bile çıkmıyorduk. Türkiye’de yaşam artık berbat bir haldeydi. Biz yine de apolitik olduğumuz ve görece nezih yerlerde yaşadığımız için, nasılsa ölüm kurası bize düşmüyordu.
Havalar güzelleştikten sonra, Soni artık eve dönmüştü. Soni tam iki buçuk yaşındayken, mart ayında tuvaletini haber vermeye başlamıştı. İki dili bülbül gibi konuşan tertemiz ve harika bir delikanlı olmuştu
O yaz yine iki ev arasında mekik dokuyarak ve arkadaşlarla buluşarak geçip gitti. Anarşi tüm dehşetiyle sürerken, eski başbakanlardan Nihat Erim bir suikaste kurban gitmişti.
Yaz gelince, çekme kattaki evimizde, L şeklindeki dev balkona çıkıp keyif yapmaya başlamıştık. Soni 3 tekerlekli bisikleti ile orada tur atardı. Ev çok yüksekte olduğu için, ben korkudan peşinden giderdim. Ablam çocuklarıyla gelince üçü o kocaman balkonda çok eğlenirlerdi.
Yazın hep birlikte Moda Çocuk Parkı’na giderdik. Onlar salıncaklara binip, kaydırakta kayarken, ben de ablamla sohbete dalardım. O yaz boyunca da evimizde çok kişiyi ağırlıyorduk. Hatta bir hafta sonu kayınvalidemle kayınpederim bize yatıya geldiler. O Cuma sabahı ablam bana geldi ve bir sürü yemek hazırladı. Ben mutfak konusunda tecrübesiz olduğum için, hiç unutmam, karışık, etli biber ve domates dolması, bir tepsi dolusu peynirli bulemas (Gül Böreği), bir koca pyrex kalavasuço (Kabak böreği), pancar salatası, çarliston biber salatası ve tatlı yapmıştı. Benim ısrarlarıma rağmen, beni dinlememiş sabah çocuklarıyla gelmiş mutfağa girip bütün yemeklerimi hazırlamıştı. Bana “sen git çocukların başında dur” demişti. Bunun benim için ne kadar büyük bir şey olduğunu hayatımda hiç unutmadım. Canım ablacığım o gün gelip beni bu uzun misafirlik için yapmam gereken her şeyi hazır edivermişti. Benim belki de beş saatte yapacağım şeyleri o iki saat içinde bitirmiş, pişirmiş, hazır etmişti.
O gün bir kere daha, canım ablam Venezya gibi sevgi dolu bir kardeşe sahip olmanın kıymetini daha iyi kavramıştım. Bu duygularımız, bu yaşımızda dahi aynen bütün sıcaklığıyla önemini koruyor. Tanrı onu başımdan eksik etmesin.
Eylül ayı, biz Yahudiler için bayramlar ayıdır. Yamim Noraim bayramları peş peşe gelir. Roş Aşana, Yom Kipur ve Sukot neredeyse bütün ayı içine alır. 1980 yılında Roş Aşana Bayramı 12 ve 13 eylül tarihlerine geliyordu. 11 Eylül akşamı ilk bayram yemeğini kayınvalidemlerde yiyip eve döndük ve uykuya yattık. Ertesi sabah David saati kurdu, çünkü Haydarpaşa Sinagogu’na gidip bayram duasına katılacaktı. David tek gözünü daha açmadan önce komodinin üzerindeki radyoyu açardı. Bir açtı ki, radyoda Harbiye Askeri Marşları çalıyor. Ben de yattığım yerde, ”Ne oluyor, yoksa yine Kıbrıs’a çıkartma mı yapıyorlar?” diye sordum. Ardından marşlar kesildi ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren sakin bir sesle, ordunun devlet idaresine el koyduğunu, yaşanan anarşi ortamı yüzünden bu kararı verdiklerini anlattı. Biz televizyonu açınca 8 haberlerinde, spiker 12 Eylül 1980 Askeri Darbesini anlatıp, bütün yurtta sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini anlattı. Televizyonda askeri bildirilerin dışında sürekli harbiye marşları ve ordudan görüntüler sunulurken, arada çeşitleme olarak Hasan Mutlucan zeybek kıyafeti ve pos bıyıklarıyla “Yine de Şahlanıyor Amman”, Ayten Alpman “Bir Başkadır Benim Memleketim, Barış Manço da upuzun saçları, kaftanı ve yüzükleriyle “Hey Koca Topçu” adlı şarkısını söylüyordu.
Sanki dejavu yaşıyorduk. Kıbrıs ve 74 yılı geri gelmişti. Bu benim yaklaşık 25 yılımda yaşadığım 2. darbeydi. İlki tanklı 1960 darbesi, şimdi de 1980’deki 12 Eylül darbesiydi. 1974 Kıbrıs Harekatı da cabası. O gün bayramdı, ama evde bir gıdım yemek yoktu. Hiçbir şey hazırlamamıştım. Çünkü sinagog çıkışı hepimiz annemde yemek yiyecektik. Akşama da ablamlar dahil, yine annemlerde bayram sofrası kurulacaktı. Annem üç eve yetecek kadar yemek hazırlamıştı zaten. David giyindi. Kahvaltı ederken bakıştık ve gülme krizine girdik. Görünen o ki, bayram yemeği olarak makarna ve salataya talim edecektik. Soni kıkırdıyordu, ertesi gün 3 yaşını bitirecekti ve makarna en sevdiği yemekti. Onun için bu zaten bayramdı.
Saat 11.30 gibi kapı çalındı, açtık ama kimse yok. Benim çatı balkonundan ancak karşı kaldırım görünürdü. Balkona çıkınca, birdenbire karşı kaldırımda annemi iki yanında tüfekli inzibat jandarmasıyla karşımda buldum. Annem bana “Saraaaaa”diye sesleniyordu. Meğerse annem sokağa çıkma yasağı yüzünden bizim evde yemeksiz falan kaldığımızı tahmin ettiğinden, poşetlerin içine koyduğu kapların içine, bayram için pişirdiği bütün yemeklerden koymuş. Salatalar ve tatlılar dahil. Elindeki bu poşetlerle oturduğu İleri Sokağındaki İnzibat Jandarma Karakolu’na gidip, kapıdaki nöbetçi jandarmaya komutanları ile konuşmak istediğini söylemiş. Komutanın odasına girip, Nısbiye Sokağı’nda oturan, kızına,damadına ve 3 yaşındaki torununa yemek götürmesi gerektiğini anlatmış. Komutanın, ne de olsa duygusal bir Türk askeri olarak annemi reddetmeye gönlü razı gelmemiş ve annemin yanına iki nöbetçi jandarma vererek bizim eve gelmesine izin vermiş. O sırada bizim evin önünden geçen ve ekmek satan fırıncının küfesinden de 3 ekmek alıp getirdiği poşetlere ilave edince, asansörle aşağı inen David, kapı ağzından jandarmanın elindeki 5 torbalık karavanayı teslim aldı. Annem aşağıdan el sallıyor ve bana öpücükler gönderiyordu. Annem, uzun boylu genç jandarmaların eşliğinde, sevinçle eve dönerken, ben de mükellef bir bayram sofrası donatıyordum. Annem cesur yürekli, kendini çocukları için ateşe atabilecek kadar fedakar bir kadındı. “Nasıl yani, Sarika, Soniko ve David, Roş Aşana günü onun yemeklerini yemeyecekler miydi?”
David gerçekten şaşkınlıktan kalakalmıştı. Benim için ise bu hareket çok şaşırtıcı değildi. Çünkü annemi çok iyi tanıyordum. O bizim için dağları devirirdi. Ertesi gün, 13 Eylül’de sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve biz Soni’ye yıldırım hızıyla bir doğum günü partisi hazırladık. David pastaneden pasta, çikolata, tuzlular ve tatlılar aldı. Ben kanapeler hazırladım. Davetliler ablamlar, Rina ve Ari, Hayimler ve büyük Soni, kayınvalidemler ve annemler bize geldiler. Soni mutluluktan uçarken, büyükler de darbeyi ve olacakları konuşuyorlardı.
İşte 3 yıl içinde 2. Roş Aşana macerası da böyle geçmişti. 77’ de bayramın ilk günü Soni doğmuştu. 80’de ise ilk günde darbe olmuştu. Acaba bu darbe nelere gebeydi?
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia