GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA - 11—
1967 yılı daha evvelce de yazdığım gibi benim için ilklerin yılıydı. İlkokuldan mezun olmuş, ortaokul yıllarım başlamak üzereydi. İsrael’de 6 Gün Savaşı olmuş ve kendimi yeni duyguların içinde bulmuştum. Artık sonu gelmez bir dünyanın içine girivermiştim. İsrael tarihi, Holokost tarihi, sonu gelmez katliamlarla dolu Yahudi tarihi önümde kilometrelerce uzayıp giden okyanuslar dolusu bilgilerle doluydu. Önümde çok uzun ve zahmetli yıllar vardı. Ben bunları öğrenmeye aç bir kızdım.
Caddebostan’daki ilk günlerim daha çok evimizle ilgiliydi. Ablam 65 yılında okulu bitirmiş, ardından 4 aylık hızlandırılmış Şampiyon Daktilo ve Sekreter kursundan da mezun olmuştu. Babamın Edirne’den çok yakın bir arkadaşı olan Hayim Pinhas’ın yanında sekreter olarak çalışmaya başlamıştı. Lületaşı ihracatı şirketi olan bu iş yerinde, ablam çok sevgi ve saygı görürdü. Ablam her gün işe vapurla giderdi. Bu hem onun önünde yeni bir dünya açmıştı, hem de benim. O yeni insanlarla tanışıp, akşam yemeğinde bize anlatırken, ben de bütün gün akşam o 19.30 ‘da eve gelene değin onsuz yaşamayı öğreniyordum. Yazlık bir bakıma benim için iyi olmuştu. Temmuzun ilk haftasıydı sanırım, kuzinim Zizi Kalvo Kalef’in tatlı bebeği Niso’nun 1. doğum günüydü. Halam Rebeka, o yıl kızıyla birlikte yazlıkta aynı evdeydi. Doğum günü çok kalabalıktı. Hepimiz davetliydik. Tant Rebeka da bütün arkadaşlarını sevgili torunun yaş gününe çağırmıştı. Etraf kadın, çocuk ve bebek kaynıyordu. Halam benim elimi tutup, çok güzel sarışın bir kızın yanına götürdü. Kız benimle yaşıttı. O da ilkokuldan yeni mezun olmuştu. Adı Sonya Baharnu idi. İlk anda aşk gibi, henüz 3-5 laf etmişken aramızda müthiş bir sinerji oluşmuştu. Kız aslen Edirneliydi. Birkaç yıl evvel İstanbul’a göç etmişlerdi. Şimdi Şişli Sıra Cevizler’de oturuyorlardı. Yazın da Mehtap Sokak’ta ilk yıllarıydı. Doğum gününden ayrılırken, ertesi günü iple çekiyorduk. Ertesi sabah saat 10:30 da bize geldi ve arkadaşlığımız resmen başladı. Sonya hayatıma tatlı bir meltem gibi girmişti. Her sabah Plaj Yolu çevresinde dolaşıp, yavaş yavaş başka yaşıtlarımızla da aşina olmaya başlamıştık. O sene çok popüler olan Sonny & Cher grubunun şarkılarından etkilenerek ben ona” Sonny “derdim, o da bana” Cher” diye seslenirdi. O sarışındı o yüzden ben ona “Sarıgül” derdim, o da koyu kumral olan bana “Siyahgül” derdi. Önümüzde sonsuz derece konuşulacak konular vardı. O ortaokula Saint Pulcherie okulunda başlayacaktı. Ben de Moda Caddesi üzerindeki Kadıköy Kız Lisesinde.
Sonya ile ailesi, annemler ve ben haftada 2-3 kez hep birlikte plaja giderdik. Orada ıslak kumların üzerinde gezinir, ayak parmaklarımızla kumlara kalpler çizerdik, bir de adlarımızın baş harflerini S+S diye yazardık. 13:30 gibi evlerimize dönerdik. Ben o saatlerde genellikle kitap okurdum. 17.00’de Sonya yine bana gelirdi. Bu sefer farklı kıyafetler giyerdik. Uzun saçlarımıza kıyafetimizle aynı renkte kurdeleler takardık. Lotüs Pastanesine giderdik. Lotüs biz yaştakilerin toplandığı, Plaj Yolu Caddesi üzerindeki bir pastaneydi. Tam Kadirağa Sokağı’nın köşesindeydi. O sene bar mitzvasını yapmış olan Rubi Bahar adlı bir çocuk ve adını hatırlayamadığım bir arkadaşı da bize takılmaya başlamışlardı. Rubi özellikle benimle çok ilgiliydi. Sonya, ben ve oğlanlar birlikte Caddebostan Gazinosu’nun önündeki Motta dondurmacısına gidip dondurma yerdik. Ben iki top, 50 kuruşluk karamel, çikolata yerken, Sonya üç top, 75 kuruşluk çikolata kaymaklı dondurma yerdi. Sonya’nın en sevdiği tatlı keşküldü. Benim se krem şokola.
O yaz ben ergen olmuştum. Daha önceden bilgilendirildiğim için korkmamıştım. Babam bana sadece bir öpücük vermiş ve iki ciltli kitap hediye etmişti. ”Neşeli Günler” ve “Bir Genç Kız Yetişiyor”. Biz o devirde hiçbir şey bilmeyen, bembeyaz masum kızlardık. Size bu konuda Sonya ile yaptığımız bir diyalogu anlatmak istiyorum. Böylece bu konularda ne kadar sefil olduğumuzu anlayabilirsiniz.
“Sonya eğer sevdiğin bir çocuk olursa, onunla öpüşür müsün?”,”Aa deli misin? öpüşürsem hamile kalırım, Allah korusun” dedi. Ben daha da ukalaca ”Saçmalama ayakta öpüşürsen ve giyiniksen, hamile kalınmıyor. Baksana filmlerde, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ayakta öpüşürse bir şey olmuyor. Eğer kolların çıplak, sevdiğin çocukla, bir çarşafın altında öpüşürsen hamile kalabilirsin. Yani giyinik ve ayaktaysan bence bir şey olmaz” deyince, uzun uzun düşünmüş ve bu öpüşme işini yine de daha sonralara bırakmaya karar vermiştik. Ne olur ne olmaz :) Tatlı yaz günleri bitmiş, sonbahar eni konu yaklaşmıştı. Sonya ile ağlayarak vedalaştık. Ben Kadıköy’deydim, o Şişli’de, aramızda koca bir deniz vardı. O zaman henüz Boğaz Köprüsü yoktu. Sonya’ların evinde telefon da yoktu. Biz mektuplaşırdık. Haftada en az iki mektup gider gelirdi. Haftada bir kez de, onların komşusu olan Ayşe’ye telefon ederdim. Ayşe hemen Sonya’lara gider onu çağırırdı. Uzun uzun konuşur ve ayda bir kere, Şişlide oturan halalarıma gittiğimiz için, o zaman buluşurduk. Koşarak birbirimizin kollarına atılırdık. Annemler 5 matinesine Sonya ile sinemeye gitmeme izin verirdi. Sonya, arkadaşı İvet ve ben Site veya Kent Sinemasına giderdik. Sonya hafta ortası aldığı duyumlara göre, sinemayı seçerdi. Böylece tanıdığımız herkesi görür, çaktırmadan bakışır ve gülüşürdük.
Şimdi de biraz ortaokul yıllarımdan, Kadıköy Kız Lisesinden bahsetmek istiyorum. Aslında ablam Marmara Koleji’nden mezun olduğu için, ben de oraya yazdırılacağımı beklerken, annem farklı bir karar aldı ve beni Kadıköy Kız Lisesine yazdırdı. Nedeni de aslında mantıklıydı. İlkokuldan birçok kız arkadaşım aynı okula yazdırılmışlardı. Hepsi de çok iyi ailelerin kızlarıydı. Annem onların velileri ile çok tanışır ve görüşürdü. Annem böyle münasip görünce, babam da olurunu verdi. Okul formamız, lacivert eteklik, beyaz gömlek ve lacivert yünlü ceketti. Dize kadar beyaz çorap ve siyah ayakkabı, kış günleri için lacivert yün kilotlu çorap, siyah bot veya çizmeydi. Saçlar tek veya iki örgü halinde olmalı veya çok kısa kesilmiş olmalıydı. Benim karakterime uygun bir okul kesinlikle değildi. Aşırı baskı bu gün bile bana kaşıntı verir. Küçükken annemin katı kuralları yüzünden sık sık ürtiker olurdum. Bu okul son derce tutucu ve sıkıcı bir yerdi. Modada kocaman bir bahçe içinde, eski bir Osmanlı köşküydü. Aynı bahçe içinde yeni inşa edilmiş bir okul binası daha vardı. Ben ortaokul 1. sınıfta, köşkün en üst katında bir sınıftaydım. İlkokul arkadaşlarımdan Çiğdem, Tülin, Birnur, Oya ve Hülya da benim sınıfımdaydılar. İlk zamanlar için bu iyi bir şeydi. En azından aşina yüzler vardı. Fakat kısa zamanda diğer kızlarla da kaynaştım. Arkadaş problemi hiç yaşamamışımdır zaten. Konuşkan ve girişken olduğum için böyle bir şey olanaksızdı. Okulun aşırı ve gereksiz tutucu halleri beni çok rahatsız ederdi. Her pazartesi sabahı, bahçedeki bayrak töreninden sonra sınıflarımıza çıkarken, merdivenin iki yanında iki müdür muavini kadın öğretmen, teker teker hepimizi kontrolden geçirirlerdi. Tırnaklar kısa kesilmiş ve ojesiz olacak, saçlar en az 3 boğum örgülü olacak, aksi halde tek örgüyü kulak hizasından kesiverirlerdi ve kız gözyaşları içinde bütün gün, tek kuyruklu bir maskara gibi dolaşırdı. Eteklikler, mini etek döneminde, eğer diz boyu değilse, etekler baskıları sökülür, kız bütün gün eteklerinin ipleri sarka sarka dolaşırdı. Müdür yardımcısı Emine Erbuğ’un çığlıkları hala kulağımda çınlar, ”Azgın kızlar, etinizden et kopuyor, hepiniz erkek peşindesiniz, gözünüz hep dışarıda!!!” halbuki okul kocaman bir bahçenin içindeydi. Pencerelerinden sadece ağaçlar görünürdü. Yeni binanın sokağa bakan pencereleri ise erkek görmeyelim diye, beyaz boyayla boyanmıştı.
Ben onuruma çok düşkün olduğumdan, böyle davranışlara meydan vermemek için eteğimin boyu neredeyse diz altındaydı. Saçlarım çok uzun ve gürdü. En az 8 boğumlu kalın örgülerim vardı. Annem her sabah onları sıkı sıkı örerdi ve beyaz lastikli tokalar ile tuttururdu. Çok çalışkandım, o yüzden de hiç laf işitmezdim. Sesim güzel olduğu ve piyano çaldığım için çok popülerdim. Bayrak töreninde bayrağı tutan arkadaşın yanında duran mikrofonda, marşın başlangıç sesini verdikten sonra herkes İstiklal Marşını hep birlikte söylerdi. Okulun 27 Şubat’ta yapılan Pilav Günlerinde solo konserler verirdim. Nedir ki o okulda okurken, hep istim üzerindeydim. Çünkü aniden beklenmedik bir fırtınanın içinde kalıverirdiniz. Teneffüslerde bile aşırı neşe veya kahkaha yasaktı. Aşağılayıcı öğretmen bakışlarına maruz kalabilirdiniz. Bir de okulun meşhur bir disiplin kurulu vardı. Ben bu kurulu engizisyon mahkemelerine benzetirdim. Yaşlı kadın hocalar disiplin kurulunun Engizitörleriydi. Aynen mahkeme gibi, kız öğrencileri sorguya çekerler ve yazılı ifade yazdırırlardı. Ceza birkaç gün sonra açıklanırdı. Verilen cezalar, sicile işlenir ve o dönem verilen not karnesine işlenirdi. Bizim sınıftan Süheyla adlı bir kız yazılı ifadesinde, masumiyetini ispatlamak üzere beni tanık olarak göstermişti. Orta 2.sınıftaydım. Hademe idareden çağırıldığımı söyleyince kanım donmuştu. Adeta sürüklenerek idare odasına girip karşımdaki Cizvit papazlarını görünce derin nefes aldım. Bana usulca ve sevecenlikle gülümseyen tarih öğretmenim Suat hanımla göz göze geldim. Beni rahatlatmak istercesine tatlılıkla bakıyordu. Baş engizitör Emine Erbuğ ,yüksek sesle adımı tanık olarak veren arkadaşımın ifadesini okudu ve cevap vermeden önce Kuran üzerine yemin etmemi istedi. Ben sakince, Yahudi olduğumu ve ancak Tevrat üzerinde yemin edebileceğimi söyleyince bir an dondu. Suat öğretmen,”Emine hanım, sadede gelelim” dedi. Ben arkadaşımın haklı olduğunu, o sırada onun yanında olduğum için, kendisinin bu edepsiz sözleri sarf etmediğini söyledim. İfademi yazdırdı ve imza ettirdi. Dışarıya çıktığım zaman sinirden kulaklarım uğulduyordu. Böylece arkadaşım da bir tembih cezasıyla paçayı kurtarmıştı. Ben o günden itibaren okulumla olan son sempati kırıntılarını da yitirmiştim. Hatırlarım, bazı akşamlar hasta olmak için dua ederdim. Böylece okula gitmekten de kurtulacağımı sanırdım.1968 yılında, Orta 2. sınıfa geçtiğim gün mutluluk günlerim yine başlamıştı. Ablam doğrudan geçtiğim için bana yüz lira hediye etmişti. Bir de kırmızı, yeşil ekoseli spor ayakkabılar almıştı. O yüz lirayla beyaz çerçeveli güneş gözlükleri, kahverengi süet saat kayışı ve bir yığın kitap almış, yine de param artmıştı. Uzun ve mutlu bir yaz beni bekliyordu. O yaz Mehtap Sokak’ta, giriş katında, modern bir eve taşınmıştık. Annem yaz başında bana, birkaç penye bluz, eteklik ve pantalon ve güzel bir elbise almıştı. Elbiselerimizi sadece cumartesi günleri giyerdik. Etekler mini, pantalonlar İspanyol paçaydı. Saçlarımız düzdü ama, annelerimiz cumartesi günleri saçlarımızı ütülerdi. Böylece upuzun saçlar ipek yığını gibi olurdu. Sonya ile ilk buluşmamızda yarım saat el ele oturur kuşlar gibi cıvıldaşırdık. 1968 yazında acaba bizi neler bekliyordu? Heyecan doruktaydı.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia