Kadıköylü Küçük Sara-49-
93 yılının yaz mevsiminde Soni Göztepe Kültür Derneği’nden dört arkadaşıyla birlikte yaz kampı için İngiltere’ye gitmişti. Londra ve Galler Bölgesi’nde çok güzel günler ve deneyimler yaşamıştı. Soni artık yavaş yavaş yuvadan uçuş antremanlarına başlamıştı. Artık Silivri’deki yazlık eve de çok az geliyordu. Biz oradayken, kendisi Göztepe’deki evde kalmayı tercih ediyordu. Hal böyle olunca biz de artık oraya perşembe günü gidiyor, pazartesi sabahları Göztepe’ye dönüyorduk.
O yıl pesah bayramı yaklaşırken, David aniden bir beste yaptı. Uzun yıllar sonra yaptığı ilk beste olduğundan çok heyecanlanmıştık. David, besteyi Yusuf’a dinlettiği zaman, Yusuf uzaklara daldı ve “çocuklar size bir teklifim var” dedi. “Yeni bir grup kuralım. Adı Erensya Sefaradi olsun. Bunun anlamı Sefarad Mirası demektir. David’in yapacağı bestelerin üzerine Ladino dilinde yepyeni sözler yazalım. Yeni bir Ladino şarkı koleksiyonu hazırlayıp, gelecek nesillere günümüzden de yeni şeyler ekleyelim” deyince, bizler bakıştık ve bu nasıl olabilir diye düşünmeye başladık. O anda David ve Yusuf’un beste ve güfte makinesi haline gelebileceklerini doğrusu pek kestirememiştik. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. David yayı bozulmuş zemberek misali, kendinden geçmiş gibi durmadan besteler yapmaya başladı. Bu onun altın çağıydı. Birbirinden güzel müzikler besteliyordu. Yusuf da kendini aşmıştı. Bu müziklerin üzerine inanılmaz güzel Ladino dilinde şarkı sözleri yazıyordu.
Haftanın en az iki günü şarkıların provaları yapılıyordu. Genelde bizim evde veya Meriç’lerin evinde toplanırdık. Saatlerce prova yapar, şarkı söyler, sonra da koltuklara yayılır, şen sohbetler ederdik. Kahkahalarımız dışarılara çınlardı. Müzik yelpazemiz çok genişti. İsrael ve Yahudi tarihi, folklorik öğeler taşıyan şarkılar, aşk ve romantizm içeren şarkılar sular seller gibi çoğalıyorlardı. Gery’nin bütün perküsyon ve çalgı aletleri salonumuzun doğal dekoru olmuşlardı. Bu arada Şalom Gazetesi’nin o zamanki adresi olan Orhan Ersek Sokak, Şimşek Apartmanında, haftada bir kere Ladino dilinde olmak üzere küçük kültür toplantıları idare eden Yusuf, her toplantının sonunda üçer şarkı söylemek üzere bizi davet ediyordu. O Ladino gecelerinin çok değerli müdavimleri vardı. Aklımda kalanlar arasında; Klara ve Eli Perahya, Anri Yaşova ve eşi, gazetede Ladino dilinde yazan Lazar Alfandari, Avukat Fani Motola, Dr.Selim Albukrek, Dr.İsak Pardo gibi harika insanlar vardı. Her biri birer değerdi. Bizim yepyeni şarkılarımıza bayılıyorlardı. Bunlar bizim bu konuda toplum içine karıştığımız ilk faaliyetlerdi. David ve Yusuf gerçekten artık kaplarına sığamamaya başlamışlardı.
Ben grubun solistiydim ve provalarda saatlerce şarkı söylüyordum. Bu arada Şalom yazılarıma hızla devam ediyordum. “Bizim Kadınlarımız” adlı yazı serisinin kadınları giderek çoğalıyorlardı ve Yusuf artık bana kitap hayalleri dayatmaya başlamıştı. Göztepe Kültür Derneği’nin Kadınlar Tiyatrosu da devam ediyordu. Grup artık kemikleşmişti, herkes bizleri tanıyor ve temsillerin gösterileceği günler dernek salonu tıka basa doluyordu. Bütün grup arkadaşlarımızla çok sağlam dostluklarımız vardı. Arada bir evlerde de toplanır, kahkaha dolu saatler geçirirdik.
Bu arada Fügeni’n hayatımdaki yeri her zamanki gibi çok özeldi. Fügen birkaç yıl sürdürdüğü tedavilerden sonra artık çocuk yapma sevdasından vazgeçmiş ve iş hayatına girmişti. Fenerbahçe tarafında bir ofiste ithalat ihracat şirketinde sekreterlik yapıyordu. Kendini çok mutlu hissediyordu. nedir ki onun iş hayatı, benim de bu faaliyetlerim arasında doğru dürüst buluşamıyorduk. Akşamları telefonla uzun uzun konuşuyor, birbirimize her şeyi anlatıyorduk.
1993 yılının aralık ayında doğum günü haftamda bir cumartesi günü Fügen beni evine davet etti. O gün aslında benim gazetede yazı kurulu toplantım olurdu, nedir ki Fügen ağır bastı ve o gün ona gittim. Fügen o gün beni çok güzel karşıladı. Eşi de evde değildi. Fügeni’n o zaman evinde Miki isimli bir kedisi vardı. Miki aslında dişiydi ve Fügen onun boynuna dantel yakalar takardı. Yani kedi Shakespeare kılıklı bir Buchingham soylusu gibi nazlı nazlı etrafta dolanırdı. Fügen bana doğum günü hediyesi olarak çok güzel bir Çin vazosu hediye etmişti. Çaylarımızı içerken “Sara sana bir şey söyleyeceğim” dedi. Ben önce işin ciddiyetini kavrayamamıştım, gülerek “söyle bakalım” dedim. Sırtını koltuğuna dayadı, derin bir nefes aldı ve “Sara hamileyim!” dedi. Ben ömrümde bir müjdeye bu kadar sevindiğimi hiç hatırlamıyorum. Sevinçten nefesim tıkanmıştı. Yerimden fırladım, onu ayağa kaldırdım ve sarılarak karnını öpmeye başladım. İkimiz de sevinçten ağlıyorduk. Benim tatlı Fügen’im anne olacaktı. O kadar mutluydum ki bunu kaleme dökmem imkansız. Hayatımıza yeni bir bebek geliyordu. Fügen anne olacaktı. Saatlerce el ele oturduk ve bebekle ilgili hayaller kurduk. O günü hayatımın en mutlu günlerinden biri olarak asla unutmam ve gönlümün baş köşesinde saklarım.
1994 yılı geldiğinde kapımızda yeni heyecanlar vardı. Şalom Gazetesi’ne artık her pazartesi günü de gitmeye başlamıştım. İç Haberler sayfası sorumlusu Nana Tarablus beni sağ kolu gibi çalıştırıyordu. Haber yazıyordum. Saatlerce toplanan haberleri yazıyor, dizgi odasında dizdiriyordum. Bu gazetecilik işi beni çok sarmıştı. Bütün diğer sayfalar için röportajlar yapıyordum. O yıllarda çok değerli ve farklı insanlarla tanışmıştım. Mesela ünlü müzisyen, Balkan müzikleri sanatçısı Muammer Ketencoğlu ile tanışmış ve çok yakın dost olmuştuk. Tiyatro sanatçısı ve yönetmeni Yaşar Alkanlı ile yaptığım bir röportajdan sonra çok yakınlaşmış, bir akşam Beyoğlu Yakup Restoran’da kendisi, nişanlısı, David ve ben birlikte yemek yemiştik. Muammer Ketencoğlu’nu “Bekriya” adlı müzikli restoranda yemek yerken dinlemiştik. Bekriya, Suzan Kardeş’in sahip olduğu bir Balkan meyhanesiydi. O gece oraya Erensya Sefaradi arkadaşlarımız ve Yusuf’la gitmiştik.
Bu güzelliklerin içinde zaman geçiyor ve anne ve babalarımız yaşlanıyorlardı. Ben onlara o kadar düşkün bir insandım ki, onlara bir şey olacak diye aklım çıkardı. O ilkbaharda babamın kalbi çok fazla teklemeye başlamıştı. Sık sık göğsü sıkışıyor ve Trinitrin dil altı ilacı alarak idare etmeye çalışıyordu. 62 yaşındayken geçirdiği ilk enfraktüs krizinden sonra, 78 yaşına varmıştı. Nedir ki ağrıları o ara çok sıklaşmıştı. Bir gün yine öyle günlerden biriydi ve ben bunu Yusuf’a telefonda anlatırken, Yusuf bana “Babanı Kardiolog Mordo Bardavid’e götür, herkes odan övgüyle söz ediyor” dedi. Telefonunu öğrenip, o akşamüstü için randevu aldım. Annem, ablam ve ben, babamı Nişaştaşı Unimed’de bakan Dr. Mordo Bardavid’e taksiyle götürdük. Dr. Bardavid babamı uzun uzun muayene ettikten sonra, onu hemen hastaneye yatırmamızı ve birkaç gün orada kalması gerektiğini söyledi. Babamı hemen o akşamüstü Amerikan Hastanesi'ne yatırdık. annemleri telaşlandırmak istemiyorduk, ama ablamla ben üzüntüden ve korkudan ölüyorduk.
Hayatımızın ikinci Amerikan Hastanesi dönemi başlıyordu. Aşer’den sonra biz ablamla artık ustalaşmıştık. Ablamla dönüşümlü olarak hastanede kalıyorduk. Ertesi gün annemi de oraya götürüyor, gece evine bırakıyorduk. Ablamla ikimiz onların üzerine titrer ve ikisine de kıyamazdık. Annemi de koruma altına alıyorduk. Babam orada henüz yatarken, artık karnı iyicene büyüyen Fügen telefon etti ve kendi babası İsmet Bey’in felç olduğunu söyledi. Ona Nörolog Dr. Emil Goldenberg’in telefonunu verdim. Sanırım iki saat geçmişti ki, Fügen’in babasını, babamla aynı katta bir odaya yatırdılar. Kaderin cilvesi, ben ve Fügen aynı hafta babalarımızın başında hastanede yine birlikteydik.
Yaşam bütün hızıyla devam ederken, artık mutluluklar ve sıkıntılar iç içe girmeye başlamıştı.