GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
GÜNÜMÜZDE...
IRKÇILIK-RACISM
İnsanların ”ırklar” adı verilen ayrı ve özel varlıklara bölünebileceği inancı; kalıtsal fiziksel özellikler ile kişilik akıl, ahlak ve diğer kültürel ve davranışlar, özellikler arasında nedensel bir bağlantı olduğunu; ve bazı ırkların doğuştan diğerlerinden üstün olduğunu ileri sürer. Terim aynı zamanda ırk temelinde ayrımcılığı yapan veya bu ayrımcılığı sürdüren, ya da servet, gelir, eğitim konularında ırksal eşitsizlikleri güçlendiren siyasi, ekonomik veya yasal kurumlar ve sistemler için de geçerlidir. Sağlık hizmetleri, medeni haklar ve diğer alanlar bu konunun etrafında odaklanır. Bu tür kurumsal, yapısal veya sistematik ırkçılık, eleştirel hukuk çalışmaları hareketinin bir dalı olan eleştirel ırk teorisinin ortaya çıkmasıyla 1980’lerde bilimsel araştırmaların özel bir odak noktası haline geldi. 20. yüzyılın sonlarından beri biyolojik ırk kavramı, tamamen bilimsel bir temeli olmayan kültürel bir icat olarak kabul edilmiştir.
Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından, o ülkenin derinlere kök salmış Yahudi düşmanlığı, 1933’te iktidarı ele geçiren, Almanya’da ve işgal altındaki bölgelerde Yahudilere yönelik sistematik ayrımcılık, zulüm ve nihayetinde toplu katliam politikaları uygulayan Nazi Partisi tarafından başarıyla istismar edildi. 2.Dünya Savaşı sırasında ülke tarafından (Holokost) hunharca uygulandı.
Kuzey Amerika ve Apartheid dönemi Güney Afrika’daki ırkçılık, farklı ırkların (özellikle siyahlar ve beyazlar) birbirinden ayrılmasını zorunlu kıldı; kendi ayrı topluluklarına sahip olmaları, kiliseler, okullar ve hastaneler gibi kendi kurumlarını geliştirmeleri gerektiğini ve baskın ırkın üyelerinin ve farklı ırkların üyelerinin evlenmesinin doğal olmadığını ileri sürerek yasaklar uygulandı.
Tarihsel olarak, ırkçılığı açıkça ilan eden ve uygulayanlar, düşük statülü ırkların üyelerinin, düşük statülü işlerle sınırlandırılması gerektiğini, ve medeni hakların tamamen, baskın ırkın üyelerinin, siyasi güce, ekonomik kaynaklara, yüksek statülü işlere ve sınırsız erişime sahip olması gerektiğini savundu. Düşük statülü ırkların üyeleri için yaşanan ırkçılık deneyimi, tümü benlik saygısı ve sosyal ilişkiler üzerinde derin etkileri olan fiziksel şiddet eylemleri, günlük hakaretler ve sık sık yapılan aşağılama ve saygısızlık eylemleri ve sözlü ifadeleri içerir.
Irkçılık Kuzey Amerika’nın kalbindeydi. Batı Avrupa’lıların kölelik, sömürgeleştirme ve imparatorluk kurma faaliyetleri, özellikle 18. yüzyılda, ırk fikri, Avrupa kökenli insanlar, ataları istemeden köleleştirilip Amerika’ya nakledilen Afrika kökenli insanlar arasındaki farklılıkları büyütmek için icat edildi. Afrikalıları ve onların Afro-Amerikalı torunlarını daha aşağı düzeyde insanlar olarak nitelendirerek, köleliğin savunucuları, sömürü sistemini meşrulaştırmaya ve sürdürmeye çalıştılar. ABD, insan hakları, demokratik kurumlar, sınırsız fırsatlar ve eşitlik ile insan özgürlüğünün kalesi ve savunucusu olarak bu işin başını çekti. İnsan özgürlüğü ve haysiyeti felsefesine eşlik eden kölelik ile insan eşitliği ideolojisi arasındaki çelişki, köleleştirilenlerin insanlıktan çıkarılmasını talip eder gibiydi.
19. yüzyıla gelindiğinde ırkçılık olgunlaşmış ve dünyaya yayılmıştır. Birçok ülkede liderler, kendi toplumlarının etnik bileşenlerini, genellikle dini veya dil gruplarını ırksal olarak düşünmeye ve “yüksek” ve “alt” ırkları belirlemeye başladılar. Özellikle sömürgeleştirilmiş bölgelerde düşük statülü ırklar olarak görülenler, emekleri için sömürüldü ve onlara karşı ayırımcılık dünyanın bir çok bölgesinde yaygın bir kalıp haline geldi. Eşlik eden ırksal üstünlük ifadeleri ve duyguları sömürgecilik, sömürgeleştirilen ve sömürülenlerden, bağımsızlıktan sonra bile devam eden küskünlük ve düşmanlık yarattı.
20. yüzyılın ortalarından bu yana, dünya çapındaki bir çok çatışma, kökenleri uzun zamandır birçok insan toplumunu karakterize eden etnik düşmanlıklara dayansa da (örneğin, Araplar ve Yahudiler, İngilizler ve İrlandalılar) ırksal terimlerle yorumlandı. Irkçılık, ayrımcılığın en derin biçimlerinin ve derecelerinin kabulünü yansıtır ve gruplar arasındaki farklılıkların aşılamayacak kadar büyük olduğu imasını taşır.
Irkçılık nefret ve güvensizlik yaratır ve kurbanlarını anlamaya yönelik her türlü girişimi engeller. Bu nedenle çoğu insan topluluğu ırkçılığın en az prensipte yanlış olduğu sonucuna varmıştır ve toplumsal eğilimler ırkçılıktan uzaklaşmıştır. Birçok toplum, 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde olduğu gibi, ırkçı inanç ve uygulamalar konusunda farkındalık yaratarak ve kamu politikalarında insanlık anlayışını teşvik ederek ırkçılıkla mücadele etmeye başlamıştır.
ABD’de, 1950’lerin ve 60’ların Sivil Halklar Hareketi sırasında ırkçılık artan bir saldırıya uğradı ve ırk ayrımcılığını zorunlu kılan ve Afrikalı Amerikalılara karşı ırk ayrımcılığına izin veren yasalar ve sosyal politikalar yavaş yavaş ortadan kaldırıldı. Irksal azınlıkların oy kullanma gücünü sınırlamayı amaçlayan yasalar, ABD anayasasında yapılan, anket ve vergilerini yasaklayan” Yirmi Dördüncü Değişiklik” (1964) ve seçmen geçmişine sahip yargı bölgeleri gerektiren federal oy hakları yasası (1965) tarafından geçersiz kılındı. Bastırma oylama yasalarında önerilen herhangi bir değişikliğin federal onayını (“ön onay”) almak için ki, “ön onay” gerekliliği ABD Yüksek Mahkemesi tarafından 2013 yılında etkin bir şekilde kaldırıldı. 2020 yılına kadar eyaletlerin yaklaşık dörtte üçü, Seçmen Kimliği Yasası, seçmen adaylarının oy pusulası kullanmadan önce belirli kimlik biçimlerini sunmaları istendiği veya talep edildiği, bazı mahkemelerde başarılı bir şekilde sorgulanan yasaları eleştirenler, Afrikalı Amerikalılar ve diğer demografik gruplar arasındaki oylamayı etkili bir şekilde bastırdıklarını iddia ettiler. Afro Amerikalıların oy kullanmasını sınırlama eğiliminde olan diğer önlemler, anayasaya aykırı ırk “Gerrymanders” (Sratejik Taksimat; seçim bölgelerinin belirlenmesi aşamasında, seçim bölgesi sınırlarının belirli bir parti yahut grubun faydasına olacak şekilde çizilmesinin sağlanması işlemidir). Eyalet yasama organlarında ve kongrede demokrat temsilcilerin sayısını sınırlamayı amaçlayan patizan gerrymander’ler, Afrika kökenli Amerikalı ve demokrat eğilimli mahallelerde oy kullanma merkezlerinin kapatılması, kullanımına ilişkin kısıtlamalar idi. Postayla gönderilen ve devamsız oy pusulaları, erken oy kullanma sınırlamaları ve seçmen kütüklerinin tasfiyesi.
ABD’ndeki ırksal azınlıkların haklarını korumayı amaçlayan anayasal ve yasal önlemlere rağmen, birçok Amerikalının özel inançları ve uygulamaları ırkçı kaldı. Bazı düşük statü varsayılan bir grup genellikle günah keçisi yapıldı. Bu eğilim ne yazıktır ki 21. yüzyılda hala devam ediyor.
Popüler düşüncede “ırk”, insanlar arasındaki fiziksel farklılıklarla bağlantılı olduğundan ve koyu ten rengi gibi özellikler düşük statü belirteçleri olarak görüldüğünden, bazı uzmanlar ırkçılığı ortadan kaldırmanın zor olabileceğine inanıyor. Aslında zihinler yasalarla değiştirilemez, ancak tüm kültürel unsurları ve insan farklılıklarına ilişin inançlar değişebilir.
APARTHEID (AYRI OLMAK)
Afrika’nın güneyinde bulunan Güney Afrika Cumhuriyeti ile bu devlete bağlı Güneybatı Afrika’da (Namibya) 1948-1994 yılları arasında resmi devlet politikası olarak iktidarda bulunan Ulusal Parti Hükümeti tarafından uygulanan ve bu doğrultuda yasalar çıkartarak ırksal ayrımcılığı savunan sistemdir. Apartheid kelimesi Afrikaan’ca “ayrılık” anlamına gelmektedir. Bu süreç Avrupa kökenli beyazlar tarafından, Baasskap adı da verilen ve beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğunu savunan bir ideoloji ile yürütülmüştür.
Uzun yıllar boyunca beyaz ırk yönetiminde olan Güney Afrika’da siyahilere ve diğer beyaz olmayan etnik gruplara karşı uygulanan ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra resmileşerek sürdü. 1958 yılından itibaren yasalarla da desteklenen Apartheid Sistemi, insanların kökenlerine göre sınıflandırılmaları sonucu, beyaz azınlık dışında kalanların vatandaşlık hizmetlerinden daha az yararlanmaları, devletin sağladığı sağlık ve eğitim hizmetleri gibi sosyal hizmetlerden daha az yararlanmaları gibi ırkçı uygulamalara zemin olmuştur.
Güney Afrika’da Apatheid sistemine karşı Anti-Apartheid hareketi oluşturulmuş, ülkenin ilk siyahi devlet başkanı olarak bu makama gelen Nelson Mandela iktidarıyla ırkçı-ayrımcı uygulamalar durdurulunca Apartheid yönetiminin ortadan kalkmasıyla bu hareket de son bulmuştur.
Irksal Ayırımlar…
Apartheid sistemine göre beyazlar en üst kademede yer alırken, bu grubu Asyalılar, renkliler (coloured) ve siyahiler takip etmekteydi.
Siyahiler…
Siyahiler, Apartheid rejimde en dezavantajlı konumda bulunan etnik grubu oluşturmaktaydı. Apartheid sisteminde, çoğunlukla Bantu olan siyahi nüfusun şehirlerin bazı mahallelerinden kovulmaları ve sadece siyahilerin yaşadığı mahallelerde ve Bantustan adı verilen, devlet tarafından tasarlanmış özerk “kabile” anavatanlarına” yaşamaları zorunlu kılınmaktaydı. Bantustan bölgelerine taşınmak, Güney Afrika vatandaşlığından men edilmek anlamına da geliyordu.
Renkliler –Coloured…
Renkliler veya Coloured halkı kökensel olarak, Avrupalılar ve Hindistan, Malezya ve diğer eski koloni bölgelerinden getirilmiş işçiler ile Afrikalı siyahilerin melezleşmesine dayanan etnik bir gruptur. Siyahilerde olduğu gibi renklilerin de özel mahallelerde yaşamaları beklenmiştir. Renklilere oy verme hakkı Hintler ile birlikte 1980’lerde, Üç Kamara Sistemi adı verilen, her grubun kendine ait bir kamarasının olduğu bir parlamentonun kurulması ile verilmiştir.
Doğu Asyalılar…
Apartheid yönetiminin Doğu Asyalı halklara karşı tutumu değişkenlik göstermiştir. Yönetimin ekonomik ve diplomatik ilişkiler içinde bulunduğu Japonya, Tayvan ve Güney Kore kökenli Güney Afrikalılar genellikle beyazlar ile eşit haklara olmuş ”onursal beyaz” olarak sınıflandırılmıştır. Bu halkların beyazların aksine seçme ve seçilme hakkı bulunmamış, ancak zorunlu askerlik gibi beyazların da dahil olduğu diğer grupların katılması gereken uygulamalara katılmaları gerekmemiştir.
Hintler…
Hindistan yarımadası kökenli Güney Afrikalılar pek çok ayırımcı yasaya tabi tutulmuştur. Bazen renkliler ile, bazen de ayrı olarak sınıflandırılan Hint kökenli Güney Afrikalı’lar, genellikle renkliler ile benzer haklara sahip olmuştur. Hintlere seçme ve seçilme hakkı 1980’lerde gerçekleştirilen bir referandum sonucunda, Üç Kamara Sistemi adı verilen, her grubun kendine ait bir kamarasının olduğu bir parlamentonun kurulması ile verilmiştir. Benzer haklara sahip olmuştur.
NELSON MANDELA
Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçı Apartheid rejimiyle mücadelenin sembol ismi ve ülkenin demokratik yollarla seçilmiş ilk siyahi devlet başkanı Nelson Mandela’nın ölümünün üzerinden 8 yıl geçti. Mandela’nın, 26 yıl esaret altında geçen ırkçılık karşıtı mücadelesi, ölümünün ardından da gelecek nesillere ışık olmaya devam ediyor.
Mandela, 1918 yılında, bir kabile şefinin oğlu olarak İngiliz himayesindeki Güney Afrika Birliğinin Cape eyaletinde dünyaya geldi.
Çocukluğundan itibaren ülkedeki “seçkin” siyahi sınıfa mensup olan Mandela, siyahi çocukların en temel eğitim imkanlarından büyük oranda yoksun olduğu yıllarda iyi bir eğitim alma fırsatı buldu.
Mandela, Güney Afrika’nın ve kıtanın en önde gelen üniversitelerden Witwatersrand’ın o dönem “tek siyahi öğrencisi” olarak hukuk eğitimi gördü ve Güney Afrika’nın “ilk siyahi avukatı” oldu.
Beyaz ırkçı Apartheid Rejiminin 1948 yılında iktidara gelmesi, Mandela’nın ırkçılık karşıtı mücadelesi için dönüm noktası oldu.
Mandela, bu dönemden itibaren Apartheid’e karşı çok ırklı bir mücadeleyi benimserken başarılı eğitim kariyeri ve liderlik özellikleriyle siyasi özgürlük hareketleri içinde hızla yükseldi.
Günümüzde Güney Afrika’nın iktidar partisi olan Afrika Ulusal Kongresinin (ANC) Gençlik Ligi Başkanlığına 1950’de seçilen Mandela, Apartheid rejimi tarafından yoğun baskılara maruz kaldı.
Apatheid Karşıtı Mücadelenin Yer Altına Taşınması…
Mandela, siyahilere yönelik ırkçı uygulamaların had safhaya ulaştığı 1955 yılından itibaren, ırkçı rejime karşı “yeraltı mücadelesi” fikrini benimsemeye başladı.
Bu tarihten itibaren “vatana ihanet” dahil çok sayıda suçlamayla defalarca tutuklanan Mandela’nın siyasi faaliyetlerinde bulunması hükümet tarafından yasaklandı.
Sharpeville kentinde, 1960 yılında düzenlenen barışçıl protestoda, polisin halka ateş açmasıyla aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 69 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından Mandela şoför kılığında ülkeyi gezerek ANC’nin yeraltı yapılanmasını örgütlemeye başladı.
Irkçılıkla mücadelede uluslararası destek arayan Mandela, Afrika turuna çıktı ve İngiltere’yi ziyaret etti.
Mandela ülkesine döndükten sonra halkı kışkırtmak, hükümeti devirmeye teşebbüs etmekle suçlanarak idamla yargılandı ve 1964’te ömür boyu hapse mahkum edildi.
25 Yıllık Esaret Hayatı…
Cape Town kenti açıklarındaki Robben Adası hapishanesine gönderilen Mandela, 1964-1982 yıllarında burada hapis yattı.
Mandela taş ve kireç ocaklarında çalıştırıldığı bu hapishanenin zorlu koşullarında, diğer mahkumlara eğitim çalışmaları yürüttü, beyazların konuştuğu Afrikaans dilini öğrendi ve İslam dini üzerine okumalar gerçekleştirdi.
Mahkumların üzerindeki etkisi nedeniyle 1982 yılında Pollmoors hapishanesine nakledilen Mandela, uluslararası toplumun Güney Afrika’ya uyguladığı baskılar sonucunda, 26 yıllık esaretin ardından 11 Şubat 1990’da serbest bırakıldı.
Apartheid’in Çöküşü Ve Sonrası…
Mandela, serbest bırakılmasının ardından Apartheid rejimine karşı uluslararası desteği pekiştirmek için ABD, İngiltere, Fransa, Vatikan, Küba, Endonezya, Malezya, Japonya ve Avustralya ile bazı Afrika ülkelerini ziyaret ederek, George Bush, Margaret Thatcher, François Mitterand, Fidel Castro gibi dönemin dünya siyasetinin önde gelen isimleriyle bir araya geldi.
Uluslararası toplumun desteğini arkasına almayı başaran Mandela, geçtiğimiz aylarda hayatını kaybeden Apartheid rejiminin son Devlet Başkanı F.W.de Klerk’ün de desteğiyle, beyaz azınlık yönetiminden çok kültürlü demokrasiye geçiş sürecine liderlik etti.
Mandela, bu süreçte barışa katkılarından ötürü, 1993 yılında De Klerk ile Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
ANC’nin lideri olarak, ülke tarihinin ilk demokratik seçimi olan 1994 seçimini kazanan Mandela, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk siyahi başkanı oldu.
Mandela iktidarı döneminde ülkede ulusal uzlayışı sağlayarak, farklı renklerin ve kültürlerin bir arada barış içinde yaşadığı bir toplumun inşasına önemli katkılar sağladı.
Dış politikada uzlaşmacı ve ara bulucu bir rol üstlenen Mandela, Afrika ülkelerindeki çatışmaların sona erdirilmesiyle yakından ilgilenerek, birçok müzakerede kilit rol oynadı.
Görev süresi dolduğunda yeniden aday olmayan Mandela, Afrika ülkelerindeki çatışmaların sona erdirilmesiyle, 1999’da devlet başkanlığı koltuğunu Thabo Mbeki’ye devrederek, siyasetten de emekli oldu.
Mandela, siyaset sonrası yaşantısında HIV/AIDS ile mücadele çalışmalarına ve hayır işlerine ayırdı.
Son kez Güney Afrika’da düzenlenen 2010 Dünya Kupasında halkın karşısına çıkan Mandela’nın sağlık durumu 2011 yılından itibaren kötüleşmeye başladı. Mandela ırkçılıkla mücadeleye adanmış bir ömrün ardından, 5 Aralık 2013’te 95 yaşında solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle hayatını kaybetti.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2009 yılında aldığı kararla Mandela’nın doğum günü olan 18 Temmuzu ”Uluslararası Nelson Mandela Günü” ilan etti.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia