MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY'LÜ KÜÇÜK SARA - 10
Kadıköy yıllarında yaz ayları farklı yaşanırdı. En önemlisi Moda Plajı anılarıdır. Moda Plajı bütün Kadıköylüler için çok önemli bir yerdi. Aslında Kadıköy bir plaj cennetiydi. Sırasıyla Moda Plajı, Fenerbahçe plajı, Caddebostan plajı (yan yana iki tane), Suadiye Plajı, Bostancı Plajı ,Maltepe Süreyya Plajı insanlarla dolup taşardı. Bizimki evimize çok yakın olan Moda Plajıydı. Yaz gelince heyecanla küçülen mayolar, şapkalar ve tokyolarımızın yerine yenileri alınırdı. Daha evvel de yazdığım gibi, annem hasta olurum korkusuyla beni 8 yaşıma kadar denize sokmamıştı. İlk girdiğim günün akşamı korkudan 3 kere ateşimi ölçtüğünü hatırlıyorum. Hafta ortası 10-30-13-00 arası plaja giderdik. Orada ayrıca Kadınlar Plajı da vardı ama biz, kadın erkek karışık olanına giderdik. Bütün Kadıköylü anneler çocuklarıyla oraya giderdi. Gençler bir arada toplaşırlar, ahşap iskelelerin üstünde konuşurlarken biz küçükler, denizin hemen önündeki kumluk alanda kova kürekle oynardık. Hemen yıkılıveren kaleler veya kalıplar yapardık. Pazar günleri plaja gitmek harikaydı, çünkü babam da bizimle gelirdi. Babam bizimle olunca ben özgürleşirdim. Denize babamla girince çok eğlenirdim. Plajın lokantası bizi beklerdi. Önden babamla ben gider güzel bir masa seçerdik. Babam aslen Edirneli olduğu için ciğer tavaya bayılırdı. Başlangıç olarak Arnavut ciğeri, patates tava ve çoban salatası ısmarlardı. Yanına da Arjantin bardakta bira isterdi. Benim bardağıma da iki parmak kadar bira doldururdu. Aman Tanrım ne keyif, babamla gülüşüp konuşarak ciğer ve patatese yumulurdum. Aslında genelde ağzıma yemek verdikleri halde, babamla işler değişirdi. Sanki aniden çok iştahlı bir çocuk oluverirdim. Annemler toplanıp gelene kadar ben çoktan doymuş olurdum. Ana yemekler gelmeden önce, babamın birleştirdiği iki sandalyeye uzanıp, başım babamın kucağında şekerleme yapmaya başlardım.
Ayrıca Kadıköylülerin uğrak yeri olan Yakacık gezmelerini hatırlıyorum. Arabası olanlar en yakın dostlarını yanlarına alırlar ve 2-3 araba Yakacığa gidilirdi. Orada serin ve şifalı olduğu söylenen bir kaynak suyu vardı. İnsanların kimisi o çeşmeden su doldurup evlerine götürürlerdi. Biz oraya en çok Ravuna ailesi ile giderdik. İlk okul yıllarımızda Mösyö Aron Ravuna, station wagon bir Opel araba satın almıştı. Önde iki baba, arkada iki anne ve geniş arka bagajında ben ve arkadaşım Sara Ravuna otururduk. Bagajda moket bir halı ve 2 yastık vardı. Sara’yla orada konuşur, gülüşür ve çok eğlenirdik. Yakacık’ta bize kırmızı, çömlekten yapılmış, küçük testiler (Kantarikos kon çuflete) alırlardı. İçine su doldurup, ibiğinden üflediğimiz zaman bülbül gibi kuş sesleri çıkardı. Orada oyunlar oynar, gülmekten katılırdık. Bazen de testimiz yere düşüp kırılırdı.
Aynı şekilde yine onların arabasıyla Kanlıca’ya yoğurt yemeye giderdik. Üzerine pudra şekeri serpilmiş yoğurtlar yendikten sonra, çay eşliğinde simit ve açma, bizlere de kağıt helvası (Halvaçiça) alırlardı. Kanlıca’da Sara ile başımızdan geçen komik bir macerayı hatırlıyorum. Tam deniz kenarında masada oturuyoruz. Denizin yanında karşılıklı Sara ile ben, ortada karşılıklı annelerimiz, ve en dışta babalarımız oturup konuşuyorlar. O sırada karşıdan bir yük gemisi hızla geçerken son derce büyük bir dalga bize doğru gelmeye başladı. Sara “dalga geliyor”diye bağırırken, kaçmaya bile fırsat bulamadan dev dalga hızla gelip Sara ile beni tepeden tırnağa ıslattı. Annelerimiz bir damla bile ıslanmadılar, biz ikimiz turşu olduk. Babalarımız pardesülerini çıkarttılar, annelerimiz koşarak bizi arabaya götürdüler. İkimizi de soydular ve babamızın pardesülerini giydirdiler. Boyunlarına taktıkları eşarpları upuzun ve sırılsıklam saçlarımıza bağladılar. Arkadaki halıya yattık. Üzerimize de arkadaki küçük bir pikeyi serdiler. Biz ikimiz hamamdan çıkmış gibi, o kadar gülüyorduk ki, büyükler de hep beraber gülmeye başlamışlardı, Babam bize kağıt helvalar aldı. Artık ısınmıştık ve çok eğleniyorduk. Derhal geri dönüldü, ben yarasa gibi babamın pardesüsü yerlerde sürünerek ve başımda şoparlar gibi eşarpla girince bu defa da venezya ile beraber kendimizi gülmekten yerlere atmıştık. Sara ile geçirdiğimiz eğlenceli yıllar sayfalara sığmaz. Onunla ilgili anne olduktan sonra da böyle maceralarımız oldu. İlerdeki anılarımda anlatacağım.
Bir de Kayışdağı’na yapılan bir Kadıköy pikniğini hatırlıyorum. O gün için birkaç minibüs tutulmuş, Yeldeğirmeni ve Moda, Bahariye ve Altıyol’da oturan bütün dost Yahudi aileleri hep birlikte pikniğe gitmiştik. Yere serilen örtülerde oturmuş, evden getirilen yiyecekler yenilmiş, ardından sohbet, muhabbet gırla gitmişti. O günkü simalar arasında, Hemdat İsrael Sinagogu’nun hahamı, Yeşua Salvator Habip’in eşi Rubisa Raşel, kızları Rozi ve Sara, Madam Vitas, Daryo ve küçük erkek kardeşi, Madam Anjel, kızları Suzi ve Vivian, Ravunalar, Madam Matilda’nın kuzini Eliza Moreno ve kızı Mati, büyük oğlunun eşi ve bebek Gabi, Madam Mari Ravuna ve oğlu Salvo, Madam Ester Hakim ve oğlu Leon, isimlerini hatırlayamadığım anneler ve ablamın arkadaşı olan genç kızları, Civre’ler ve kızları Sara, Tuna ve minik Yıldız (Maden), Sinay’lar ve çocukları Ester, Sara ve Momo, fırçacılar dediğimiz, Moşe ve küçük Jinet Bahar ve annesi, Yusuf Baruh ve annesi Madam Ester, teyzesi Madam Leonora, kızı Berta, Viki Niyego, çocukları Jak ve Viktor, Sara Saylağ, çocukları Viki ve Albert, Sara Niyego çocukları Meri ve Cako. Kastonlar, çocukları Aron ve Viki. Madam Fortüne Loya ve oğlu Salvo, Madam Kohen oğulları David ve diğer iki küçük oğlu. Madam Sara Bicerano ve çocukları Jana ve Beno… Tanrım şu anda hepsi film şeridi gibi gözlerimin önünden akıyorlar. Çocukların büyükleri ablamla akrandı ve yakın arkadaştılar. Biz küçükler de arkadaştık. Bu annelerin bu gün artık hiç biri hayatta değil. Bazı gençler de artık aramızda değiller. O gün benim için gerçekten bir festival gibiydi. hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Akşamüstü bizi bekleyen minibüslere binmiş ve Kadıköy iskelesinde vedalaşıp dağılmıştık.
1967 yılı benim için bir çok yenilerin yılıydı. O sene bitirme imtihanlarına girdikten sonra, Moda İlkokulu’ndan mezun olmuştum. Tam sınav haftasında İsrael’de 6 Gün Savaşı başlamıştı. Daha evvelce, İsrael’de oturan dayımlardan gidip gelen mektupların, resimlerin ve kartpostalların dışında, İsrael hakkında çokça bilgim yoktu. Yahudilik hakkında bildiklerim daha fazla bayramlar ve din ağırlıklı gelenekler, şabat mumları, kiduş ve şabat sofrası veya Hanukiya yakmakla sınırlıydı. Annem bana uzun yaz günlerinde Tevrat’tan hikayeler anlatırdı. Çok fazla derine inmeden Hitler’in kamplarda katlettirdiği 6 milyon Yahudi’den bahsederdi ama, yüzeysel bilgilerle yetinirdi. Roş Aşana, Yom Kipur ve Sukot’ta ailece sinagoga giderdik. Haydarpaşa Hemdat İsrael Sinagogu çok aşina olduğum bir ibadet yeriydi. Bir keresinde de 9 yaşımdayken Tu Bişvat Bayramı (Ağaçların yeni yılı kutlaması) provaları için, babama rica etmişler ve sesim güzel olduğu için sololar yapmak üzere davet edilmiştim. Babam birkaç Pazar sabahı beni Yeldeğirmeni’ne, sinagoga provalar için götürmüştü. Şarkıları o zaman henüz yeni evli olan sarışın mavi gözlü Mösyö Moşe Palaçi öğretiyordu. Bana iki solo şarkı vermişlerdi. Diğer güzel sesi olan bir çocuk da Beto (Aydın) Ezgin’di. Sonraki yıllarda çok arkadaş olacaktık. Benim kankam Beno Bicerano, ve Jak Niyego da çocuk korosundaydılar. O seneki Tu-Bişvat Bayramı benim için çok özeldi. Üst katta kadınların oturduğu (azarada) duran orgda Matmazel Hanriyet diye bir hanım bize orgla eşlik ediyordu. Biz çocuklar sıramız geldikçe şarkı söylüyor, arada kaynaşıyorduk. Mösyö Palaçi bizi susturuyordu. Tören bitiminde bize birer çok büyük Nestle Damak Çikolata ve 4 renk yazan tükenmez kalem hediye etmişlerdi. Sololarım çok sükse yapmış, annemler çok gururlanmışlardı. O korodan dağarcığıma 10 adet İbranice şarkı katılmıştı. Onlar hala aklımdadır.
6 Gün Savaşı’nın çıkması ile evde sürekli bundan konuşulur olmuştu. Babam her gün birkaç tane günlük gazete satın alıyordu. Ayrıca “Paris Match “ve” Life” dergilerini de alıyordu. Her akşam radyonun başına geçip Kol İsrael Radyosu’nun Ladino dilindeki haberlerini dinliyordu. Sesler o kadar parazitliydi ki, kulağını radyoya yapıştırıp dinler, bitince bizlere de anlatırdı. O savaşın en önemli noktası Yeruşalayim’in (Kudüs’ün) Doğu bölümünün Ürdün’den geri alınması ve Yahudi ulusunun 3000 yıllık kutsal başşehrinin yeniden İsrael’de bütünleşmesiydi. O savaş mutlak bir İsrael zaferiyle sonuçlanmıştı. Savaşı başlatan Mısırlı lider Cemal Abdülnasır’ın teşviki sonunda bütün Arap Devletleri, İsrael’e topyekün 3 ayrı cepheden saldırmışlar ve müthiş bir hezimete uğramışlardı. 6 günde, bütün Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Batı Şeria, Kudüsün doğusu ve kutsal tapınak bölgesi ve Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) fethedilmişti. Aynı dine ve ulusa sahip olan bütün dünya Yahudileri ile birlikte, Türkiye Yahudileri de çok gurur duyuyorlardı. Her ortamda sohbet buydu ve ben yavaş yavaş bu konulara bir hayli girmeye ve okumaya başlamıştım. General Moşe Dayan, oğlu Asaf (Asi) ve kızı Yael’in yabancı yayınlarda resimleri çıkıyordu. Çünkü Moşe Dayan’ın hem kızı, hem de oğlu o savaşa fiilen katılmışlardı. Moşe Dayan kör gözünü kapatan deri göz maskesi ve Kudüs’ü kazandıran başarısı sayesinde bütün dünyada çok popüler olmuştu. Aynı yıl, İsrael’li ünlü besteci ve söz yazarı Naomi Shemer “Yeruşalayim Şel Zahav “ adlı şarkıyı bestelemiş, kısa süre içinde sınırları aşmış bizlere kadar ulaşmıştı. Ablamla bu şarkıyı sürekli olarak söylüyorduk.
Yeruşalayim Şel Zahav (Şuli Natan)
O haziran ayında, son sınavımı da verip mezun olunca, daha önceden Caddebostan’da tuttuğumuz yazlık evimize taşınmıştık. Evimiz, Plaj Yolu’ndaki Yıldız Sokakta, Yıldız Apartmanı'ndaki giriş katıydı. Arka odanın balkonundan birkaç basamakla bahçeye de çıkabilirdik. Oraya taşındığımızda çok heyecanlıydık, annem bizim odamız için çiçekli perdeler ve aynı kumaştan divanlarımız için yatak örtüleri ve yastıklar dikmişti. İki yatağın arasında bir portatif masa, teyp ve transistörlü radyomuz vardı. İki kapısı aynalı gardrobumuzu, ablamla ikimiz düzeltmiştik. Sokağa çıkmadığımız geceler, uzun uzun konuşur, gülüşür, bazen makaralı teybe şarkılar kayıt ederdik. Ablam şiirlere bayılırdı. En çok “Marya” ve “Hancı” isimli şiirleri severdi. Onları kendi sesiyle teybe kayıt etmişti. Yazlığın en güzel yanı piyano dersi almamaktı. Her gün iki saat boyunca etüt yapmayacağım için zevkten dört köşeydim. Yaşasın özgürlük. Okul bitmiş diplomamı da alınca, tatil dersi de yoktu. Ama yepyeni kitaplarımız masanın üstünde bizi bekliyorlardı. Kitap okumak kadar, bana mutluluk veren hiçbir şey olmadı. Hem ben, hem ablam bugün hala sürekli kitap okuyoruz. Yazlık günlerimin ilk haftasında hiç arkadaşım yoktu, ama bir hafta sonra hayatıma o yıllarda çok önemli bir kişi olan Sonya Baharnu girdi. Diğer yazımda Sonya’yı sizlerle tanıştıracağım.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.