KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -64-

2003 yılındaki, babamın kaybından sonra geçirdiğimiz yaz oldukça hüzünlü ve zorlu geçmişti. Annem kendi evine dönmüş ve yanında bir yardımcı olmasına sıcak bakmadığından yalnız yaşamaya başlamıştı ama içimiz hiç rahat değildi. Çünkü hem yaşlıydı, hem de çok sık panik atak geçiren bir insandı. Nihayetinde yine böyle kırılgan günlerinden birinde ablam Venezya onu toplayıp kendi evine götürdü. Artık yeni bir dönem kapımızda bizleri bekliyordu.

O senenin Eylül ayında David yeni bir ev arayışına geçti. Ben aslında oturduğumuz evi çok sevmeme rağmen, onun ısrarları sonucunda yeni bir eve taşındık. Taşınmak kadar sevmediğim hiçbir şey yoktur. Hele evinizde yüzlerce kitap, biblo ve ıvır zıvır varsa, taşınmak bence bir cinnet haline gelir. Hazırlıklar yapıldı. Mobilyalar, perdeler falan filan derken, 14 Kasım Cuma günü telefon ve internet bağlantıları yapılacak olan yeni eve gitmek üzere evden çıkıp merdivenleri inerken, aşağı doğru uçtum. Düşerken defalarca belime ve kaburgalarıma ve dirseklerime çarptım. David beni yerden topladı ve arabaya bindirip yeni eve götürdü.

Arabadan inerken sancılarım başladı. Her adımda çığlık atıyordum. Eve girdim, bir koltuğa oturdum. Sakinleştikten sonra kalkmak isteyince kalkamadım. Her tarafım sopalarla dövülmüş gibi ağrıyordu. Çarptığım bölgeler morarmaya başlamıştı. Ertesi günü, amcamın torunu Esti Erdeniz Kohen’in oğlu Harun’un Neve Şalom Sinagogu’nda bar mitzvası olacaktı (Amcamın kızı büyük Venezya’nın torunu). Akşamı da büyük kutlamalarla gerçekleşecekti. Ablamı aradım, durumu anlattım en azından sabah törenine sinagoga kesinlikle gelemeyeceğimi söyledim. Ablam koşarak yeni eve geldi. Beni evire çevire kontrol ettikten sonra aşırı şişen dirseğime buz torbası koydu. Benim, sabah sinagog törenine gitmememi kararlaştırdık. Akşamına Allah kerimdi. Ertesi gün yine sürünerek David’le Acıbadem Hastanesi’ne giderek röntgenler çektirdim. Kırık yoktu ama sırtım, dizlerim, dirseğim içler acısıydı. Ağrı kesicilerle idare edecektim. Dönüşte yeni eve gittik ama ben oturduğum yerde duruyordum. Günlerden cumartesi idi ve tarih 15 Kasım’dı. O gün aslında bir kıyamet günüydü.

Teröristler Neve Şalom Sinagogunun ve Şişli Sinagogunun kapılarının önünde eş zamanlı patlamalar gerçekleştirmişlerdi. Hedef her ne kadar Yahudilere yönelikse de, bu patlamalarda o sırada yoldan geçen Türk vatandaşları da yaşamlarını kaybetmişlerdi. Neve Şalom Sinagogundaki patlamada o sırada güvenlik olarak kapıda duran Hay'ın arkadaşı, gencecik delikanlı Yoel Kohen Ülçer ve tam o sırada içeri girmekte olan kuzenim Tovi'nin kızı Berta Beti Sarfetti ve eşi Ahmet Özdoğan da vardı. Betika karnındaki 5 aylık erkek bebeğiyle birlikte parçalandı. Yoel, Ahmet ve etraftaki diğer kişiler sonsuzluğa karışmışlardı. Eve telefonlar yağıyordu. Hemen televizyonu açtık ve dehşetle olanları izlemeye başladık. Ben deliler gibi o sırada orada olan ablamı arıyordum. Sesi titriyordu. Kadınlar bölümündeki vitray pencere patlamış ve ablamın başına çarpmıştı. Amerikan Hastanesi'ne tomografi çektirmeye gidiyordu. Şişli Sinagogu'nda gençlik arkadaşım Tsili Rubinstein’ın annesi Anna ve kızı Annette kaldırımın üzerinde parçalanmışlardı. Daha birçok dindaşımız ve Türk vatandaşı da ölenler ve yaralananlar arasındaydı.

O gün dehşet dolu bir gündü. 99 depreminde hayatını kaybeden amcamın oğlu Tovi ve eşi Ceni’nin kızları 5 aylık hamile Betika ve eşi Ahmet de bu olayın kurbanı olmuşlardı. Soni, Israel televizyonundan canlı yayına davet edilmiş, tanık olarak patlama sırasında Neve Şalom Sinagogu'nda olan ablam Venezya'yı telefon görüşmesiyle yayına çıkartmış, Türkiye’den gelen haberleri orada muhabirlere İbranice aktarıyordu. Beti'nin kaybını bizden önce öğrenmiş ve telefon ederek bana bildirmişti. Ablamın tetkiklerinde bir şey çıkmadığından evine gönderilmişti ama, korkudan ve acıdan uyuşmuş gibiydi. Ben de bir gün önce merdivenlerden aşağı uçmasaydım, belki de sinagogda havaya uçacaktım. Bunun da bir yazgı olduğunu düşünüyorum.

16 Kasım akşamı Venezya’nın gelini Jale’nin doğum sancıları tutmuş ve Amerikan Hastanesi'nde bir kız bebek dünyaya getirmişti. Ari'nin kızı LAL, ablamın ilk torunu, anneminse ilk torun çocuğu idi. Annem bu sevinci tadabilmişti. Babam ise ölüm döşeğinde sadece bebeğin haberini alabilmişti. Karışık duygular içindeydik. Bir tarafımız Lal için gülerken, bir tarafımız Beti için ağlıyordu. Tıpkı Sonilerin düğününde olduğu gibi, sabah Tovi’nin cenazesi kalkmış, öğleden sonra Soniler evlenmişti. Tarih yine kendini tekrarlıyordu. Depremde anne ve baba, bu olayda ise kızları ve damatları ölmüştü. Ahmet’in cenazesi Erenköy Galip Paşa Camisinde yapılmıştı. Cenazeden ağlayarak çıkıp, hastaneye Jale ve Lal'i görmeye gitmiştik. Venezya ve ben bebeğin tadını, sevincini yeterince yaşayamıyorduk. 18 Kasım'da Ulus Aşkenaz Musevi Mezarlığında terörde hayatlarını kaybeden Yahudi dindaşlarımızın cenazesi vardı. Ben ömrümde böylesine karanlık, kalabalık ve yürekleri kanatan bir cenaze töreni görmemiştim. Polisler ve korumalar kuş uçurtmuyorlardı. O denli kalabalıktı ki, tarif etmem olanaksız. Herkes karalar içindeydi. Sevgili Betikamız, Yoel, 8 yaşındaki minik Anette ve anneannesi Anna, ve diğer dindaşlarımızın defin töreninde acı arşa yükseliyordu. Kulaklarım uğulduyor, acıdan göğsüm sıkışıyordu. Kaybedilen evlatların ailelerini düşünmek bile beni benden alıyordu. Bu nasıl bir lanetti? Bu nasıl bir zulümdü? Bu satırları yazarken içimde kara bir kuş çırpınıyor. Her şeye kadir olan Tanrı’mızın cennetine ulaştıklarına gönülden inanmaya gayret ediyorum.

Bu acıların içinde sonunda yeni eve taşındık. Evi yaşanır hale getirmek birkaç ayımızı almıştı. Artık hayatımızda pembe beyaz pamuk helvası, masmavi gözleri ve upuzun kirpikleriyle Lal vardı. Ablama onu getirdikleri zaman koşarak evlerine gider, bebeğin kokusunu içime çekerdim. Bazen taksiye annem ve ablamla birlikte biner, onların oturduğu eve giderdik. Annesi bankacı olduğundan çalışıyordu ve bebek evde bakıcısıyla kalıyorduk. Annem Lal’i kucağına alır ona şarkılar söylerdi. O da mavi mavi anneme bakıp gülümserdi.

Lal Altaras

Lal Altaras

Sanırım 2004 yılının ekim ayında Almanya’ya seyahate gitmiştik. Önceleri çok direnmiş ve Almanya’ya gitmeyi hiç istememiştim. Sonunda David’in ısrarlarına dayanamadım ve oraya gittik. Önce Frankfurt’a gitmiştik. Gerçekten olağanüstü güzel bir memleket olan Almanya’nın her bir şehri diğerinden güzeldi. Frankfurt am Main eskiden Yahudilerin oturduğu en muteber semt olduğundan, oradaki yollarda yürürken onları hüzünle anmıştık. İkinci gittiğimiz şehirse Berlin’di. Berlin şehrini, romanlarda çok okuduğumdan, hep bildik isimlere ve yerlere rastlıyordum. Unter der Linden Caddesi şehrin en görkemli caddesiydi. Caddenin iki tarafında yüzlerce ıhlamur ağacı yan yana yol boyunca uzanıyorlardı. Yolda yürürken burnunuza ıhlamur rayihaları doluyordu. Caddenin en sonunda Brandenburg Kapısı vardı ve muhteşemdi. O sene tam bu yerin önünde Holokost Anıtı inşa ediliyordu. Brandenburg kapısını geçince hemen yanında parlamento binası Reichtag ve yıkılmış Berlin duvarının kalıntıları vardı.

Brandenburg Kapısı - Berlin / Almanya

Brandenburg Kapısı - Berlin / Almanya

Unterlinden Strasse - Berlin / Almanya

Unterlinden Strasse - Berlin / Almanya

Berlindeki büyük sinagogu ve yeni yapılan Yahudi müzesini görmüştük. Müthişti. Eskiden Yahudi mezarlığı olan bir alanda çocuk parkı yapılmış sadece parkın bir köşesinde emansipasyonun lideri Moses Mendelsohn’un mezarı duruyordu.

Kurfuerstendamm Caddesi'nde bir kafede kahve içerken, okuduğum romanların romantizmini hissediyordum. Postdamm’a gitmiş ve müttefik liderlerinin toplandığı ve Hitler sonrası Almanya’sının kaderinin çizildiği köşkü görmüştük. Her taraf parklarla doluydu. Güzel giyimli şık insanlar köpeklerini bu parklarda gezdiriyorlardı. Her yeri sarı ve turuncu yapraklarla bezenmişti. Almanya’da sonbahar inanılmaz bir güzellik sergiliyordu. Şehirler arasında İCE (Buz) isimli dev gibi, sessiz ve konforlu trenlerle seyahat ediyorduk. Gittiğimiz üçüncü şehir Köln’dü. Köln küçük ama çok şık bir şehirdi. En önemli yeri katedraliydi. Çok görkemli ve gotik bir katedraldi. O gün Pazar günüydü ve David’in Bonn’da oturan amcasının oğlu David (Joseph) Kohen (Yanarocak), bizi otelimizden arabasıyla alıp kendi şehri olan Bonn’a götürmüştü. David’in, Eli Kohen Yanarocak adlı amcasının küçük oğlu olan David, 18 yaşından itibaren yaşamını orada sürdürüyordu. O gün o kadar mutluydu ki, sürekli olarak David’e sarılıp öpüyor, bıcır bıcır sohbet ediyordu. Bize Bonn’u gezdirdi, bir nehir kenarında yemek yedik, sonra Almanya’nın en meşhur dükkanlarından Kaupfhoff’a gittik. Orayı, Orhan Pamuğun “Kar” isimli romanında okuyup öğrenmiştim. Oradan kırık krem renginde, içi kuzu kürklü bir deri kaban almıştım. Kuzen David bizi daha sonra Beethoven’in müze haline getirilmiş evine götürmüş, orada uzun bir zaman kalmıştık. Daha sonra da Frankfurt’ta Goethe’nin evini gezmiştik. Bunlar beni müthiş heyecanlandırıyordu. Çünkü ben sanatı ve tarihi çok seven bir insanım.

Köln - Almanya

Köln - Almanya

Ben Almanya’da iken annem zatüree olmuştu. Dönüşümde hastalığı hala geçmemişti ama tehlikeyi atlatmıştı. İstanbul’a onun durumunu öğrenmek için kaç kere telefon ettiğimi hatırlamıyorum. Köln’den trenle yeniden Berlin’e dönmüş, sonra da uçağa binip İstanbul’a uçmuştuk.

İnişli çıkışlı, neşeli ve hüzünlü duygular arasında zamanlarımızı geçiriyorduk.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.