KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -64-
2003 yılındaki, babamın kaybından sonra geçirdiğimiz yaz oldukça hüzünlü ve zorlu geçmişti. Annem kendi evine dönmüş ve yanında bir yardımcı olmasına sıcak bakmadığından yalnız yaşamaya başlamıştı ama içimiz hiç rahat değildi. Çünkü hem yaşlıydı, hem de çok sık panik atak geçiren bir insandı. Nihayetinde yine böyle kırılgan günlerinden birinde ablam Venezya onu toplayıp kendi evine götürdü. Artık yeni bir dönem kapımızda bizleri bekliyordu.
O senenin Eylül ayında David yeni bir ev arayışına geçti. Ben aslında oturduğumuz evi çok sevmeme rağmen, onun ısrarları sonucunda yeni bir eve taşındık. Taşınmak kadar sevmediğim hiçbir şey yoktur. Hele evinizde yüzlerce kitap, biblo ve ıvır zıvır varsa, taşınmak bence bir cinnet haline gelir. Hazırlıklar yapıldı. Mobilyalar, perdeler falan filan derken, 14 Kasım Cuma günü telefon ve internet bağlantıları yapılacak olan yeni eve gitmek üzere evden çıkıp merdivenleri inerken, aşağı doğru uçtum. Düşerken defalarca belime ve kaburgalarıma ve dirseklerime çarptım. David beni yerden topladı ve arabaya bindirip yeni eve götürdü.
Arabadan inerken sancılarım başladı. Her adımda çığlık atıyordum. Eve girdim, bir koltuğa oturdum. Sakinleştikten sonra kalkmak isteyince kalkamadım. Her tarafım sopalarla dövülmüş gibi ağrıyordu. Çarptığım bölgeler morarmaya başlamıştı. Ertesi günü, amcamın torunu Esti Erdeniz Kohen’in oğlu Harun’un Neve Şalom Sinagogu’nda bar mitzvası olacaktı (Amcamın kızı büyük Venezya’nın torunu). Akşamı da büyük kutlamalarla gerçekleşecekti. Ablamı aradım, durumu anlattım en azından sabah törenine sinagoga kesinlikle gelemeyeceğimi söyledim. Ablam koşarak yeni eve geldi. Beni evire çevire kontrol ettikten sonra aşırı şişen dirseğime buz torbası koydu. Benim, sabah sinagog törenine gitmememi kararlaştırdık. Akşamına Allah kerimdi. Ertesi gün yine sürünerek David’le Acıbadem Hastanesi’ne giderek röntgenler çektirdim. Kırık yoktu ama sırtım, dizlerim, dirseğim içler acısıydı. Ağrı kesicilerle idare edecektim. Dönüşte yeni eve gittik ama ben oturduğum yerde duruyordum. Günlerden cumartesi idi ve tarih 15 Kasım’dı. O gün aslında bir kıyamet günüydü.
Teröristler Neve Şalom Sinagogunun ve Şişli Sinagogunun kapılarının önünde eş zamanlı patlamalar gerçekleştirmişlerdi. Hedef her ne kadar Yahudilere yönelikse de, bu patlamalarda o sırada yoldan geçen Türk vatandaşları da yaşamlarını kaybetmişlerdi. Neve Şalom Sinagogundaki patlamada o sırada güvenlik olarak kapıda duran Hay'ın arkadaşı, gencecik delikanlı Yoel Kohen Ülçer ve tam o sırada içeri girmekte olan kuzenim Tovi'nin kızı Berta Beti Sarfetti ve eşi Ahmet Özdoğan da vardı. Betika karnındaki 5 aylık erkek bebeğiyle birlikte parçalandı. Yoel, Ahmet ve etraftaki diğer kişiler sonsuzluğa karışmışlardı. Eve telefonlar yağıyordu. Hemen televizyonu açtık ve dehşetle olanları izlemeye başladık. Ben deliler gibi o sırada orada olan ablamı arıyordum. Sesi titriyordu. Kadınlar bölümündeki vitray pencere patlamış ve ablamın başına çarpmıştı. Amerikan Hastanesi'ne tomografi çektirmeye gidiyordu. Şişli Sinagogu'nda gençlik arkadaşım Tsili Rubinstein’ın annesi Anna ve kızı Annette kaldırımın üzerinde parçalanmışlardı. Daha birçok dindaşımız ve Türk vatandaşı da ölenler ve yaralananlar arasındaydı.
O gün dehşet dolu bir gündü. 99 depreminde hayatını kaybeden amcamın oğlu Tovi ve eşi Ceni’nin kızları 5 aylık hamile Betika ve eşi Ahmet de bu olayın kurbanı olmuşlardı. Soni, Israel televizyonundan canlı yayına davet edilmiş, tanık olarak patlama sırasında Neve Şalom Sinagogu'nda olan ablam Venezya'yı telefon görüşmesiyle yayına çıkartmış, Türkiye’den gelen haberleri orada muhabirlere İbranice aktarıyordu. Beti'nin kaybını bizden önce öğrenmiş ve telefon ederek bana bildirmişti. Ablamın tetkiklerinde bir şey çıkmadığından evine gönderilmişti ama, korkudan ve acıdan uyuşmuş gibiydi. Ben de bir gün önce merdivenlerden aşağı uçmasaydım, belki de sinagogda havaya uçacaktım. Bunun da bir yazgı olduğunu düşünüyorum.
16 Kasım akşamı Venezya’nın gelini Jale’nin doğum sancıları tutmuş ve Amerikan Hastanesi'nde bir kız bebek dünyaya getirmişti. Ari'nin kızı LAL, ablamın ilk torunu, anneminse ilk torun çocuğu idi. Annem bu sevinci tadabilmişti. Babam ise ölüm döşeğinde sadece bebeğin haberini alabilmişti. Karışık duygular içindeydik. Bir tarafımız Lal için gülerken, bir tarafımız Beti için ağlıyordu. Tıpkı Sonilerin düğününde olduğu gibi, sabah Tovi’nin cenazesi kalkmış, öğleden sonra Soniler evlenmişti. Tarih yine kendini tekrarlıyordu. Depremde anne ve baba, bu olayda ise kızları ve damatları ölmüştü. Ahmet’in cenazesi Erenköy Galip Paşa Camisinde yapılmıştı. Cenazeden ağlayarak çıkıp, hastaneye Jale ve Lal'i görmeye gitmiştik. Venezya ve ben bebeğin tadını, sevincini yeterince yaşayamıyorduk. 18 Kasım'da Ulus Aşkenaz Musevi Mezarlığında terörde hayatlarını kaybeden Yahudi dindaşlarımızın cenazesi vardı. Ben ömrümde böylesine karanlık, kalabalık ve yürekleri kanatan bir cenaze töreni görmemiştim. Polisler ve korumalar kuş uçurtmuyorlardı. O denli kalabalıktı ki, tarif etmem olanaksız. Herkes karalar içindeydi. Sevgili Betikamız, Yoel, 8 yaşındaki minik Anette ve anneannesi Anna, ve diğer dindaşlarımızın defin töreninde acı arşa yükseliyordu. Kulaklarım uğulduyor, acıdan göğsüm sıkışıyordu. Kaybedilen evlatların ailelerini düşünmek bile beni benden alıyordu. Bu nasıl bir lanetti? Bu nasıl bir zulümdü? Bu satırları yazarken içimde kara bir kuş çırpınıyor. Her şeye kadir olan Tanrı’mızın cennetine ulaştıklarına gönülden inanmaya gayret ediyorum.
Bu acıların içinde sonunda yeni eve taşındık. Evi yaşanır hale getirmek birkaç ayımızı almıştı. Artık hayatımızda pembe beyaz pamuk helvası, masmavi gözleri ve upuzun kirpikleriyle Lal vardı. Ablama onu getirdikleri zaman koşarak evlerine gider, bebeğin kokusunu içime çekerdim. Bazen taksiye annem ve ablamla birlikte biner, onların oturduğu eve giderdik. Annesi bankacı olduğundan çalışıyordu ve bebek evde bakıcısıyla kalıyorduk. Annem Lal’i kucağına alır ona şarkılar söylerdi. O da mavi mavi anneme bakıp gülümserdi.
Sanırım 2004 yılının ekim ayında Almanya’ya seyahate gitmiştik. Önceleri çok direnmiş ve Almanya’ya gitmeyi hiç istememiştim. Sonunda David’in ısrarlarına dayanamadım ve oraya gittik. Önce Frankfurt’a gitmiştik. Gerçekten olağanüstü güzel bir memleket olan Almanya’nın her bir şehri diğerinden güzeldi. Frankfurt am Main eskiden Yahudilerin oturduğu en muteber semt olduğundan, oradaki yollarda yürürken onları hüzünle anmıştık. İkinci gittiğimiz şehirse Berlin’di. Berlin şehrini, romanlarda çok okuduğumdan, hep bildik isimlere ve yerlere rastlıyordum. Unter der Linden Caddesi şehrin en görkemli caddesiydi. Caddenin iki tarafında yüzlerce ıhlamur ağacı yan yana yol boyunca uzanıyorlardı. Yolda yürürken burnunuza ıhlamur rayihaları doluyordu. Caddenin en sonunda Brandenburg Kapısı vardı ve muhteşemdi. O sene tam bu yerin önünde Holokost Anıtı inşa ediliyordu. Brandenburg kapısını geçince hemen yanında parlamento binası Reichtag ve yıkılmış Berlin duvarının kalıntıları vardı.
Berlindeki büyük sinagogu ve yeni yapılan Yahudi müzesini görmüştük. Müthişti. Eskiden Yahudi mezarlığı olan bir alanda çocuk parkı yapılmış sadece parkın bir köşesinde emansipasyonun lideri Moses Mendelsohn’un mezarı duruyordu.
Kurfuerstendamm Caddesi'nde bir kafede kahve içerken, okuduğum romanların romantizmini hissediyordum. Postdamm’a gitmiş ve müttefik liderlerinin toplandığı ve Hitler sonrası Almanya’sının kaderinin çizildiği köşkü görmüştük. Her taraf parklarla doluydu. Güzel giyimli şık insanlar köpeklerini bu parklarda gezdiriyorlardı. Her yeri sarı ve turuncu yapraklarla bezenmişti. Almanya’da sonbahar inanılmaz bir güzellik sergiliyordu. Şehirler arasında İCE (Buz) isimli dev gibi, sessiz ve konforlu trenlerle seyahat ediyorduk. Gittiğimiz üçüncü şehir Köln’dü. Köln küçük ama çok şık bir şehirdi. En önemli yeri katedraliydi. Çok görkemli ve gotik bir katedraldi. O gün Pazar günüydü ve David’in Bonn’da oturan amcasının oğlu David (Joseph) Kohen (Yanarocak), bizi otelimizden arabasıyla alıp kendi şehri olan Bonn’a götürmüştü. David’in, Eli Kohen Yanarocak adlı amcasının küçük oğlu olan David, 18 yaşından itibaren yaşamını orada sürdürüyordu. O gün o kadar mutluydu ki, sürekli olarak David’e sarılıp öpüyor, bıcır bıcır sohbet ediyordu. Bize Bonn’u gezdirdi, bir nehir kenarında yemek yedik, sonra Almanya’nın en meşhur dükkanlarından Kaupfhoff’a gittik. Orayı, Orhan Pamuğun “Kar” isimli romanında okuyup öğrenmiştim. Oradan kırık krem renginde, içi kuzu kürklü bir deri kaban almıştım. Kuzen David bizi daha sonra Beethoven’in müze haline getirilmiş evine götürmüş, orada uzun bir zaman kalmıştık. Daha sonra da Frankfurt’ta Goethe’nin evini gezmiştik. Bunlar beni müthiş heyecanlandırıyordu. Çünkü ben sanatı ve tarihi çok seven bir insanım.
Ben Almanya’da iken annem zatüree olmuştu. Dönüşümde hastalığı hala geçmemişti ama tehlikeyi atlatmıştı. İstanbul’a onun durumunu öğrenmek için kaç kere telefon ettiğimi hatırlamıyorum. Köln’den trenle yeniden Berlin’e dönmüş, sonra da uçağa binip İstanbul’a uçmuştuk.
İnişli çıkışlı, neşeli ve hüzünlü duygular arasında zamanlarımızı geçiriyorduk.