GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -14-
1970 yılının Mayıs ayında hayatımda yeni bir sayfa açılmaya başlamıştı. Günlerden bir gün, çocukluk arkadaşım Beno Bicerano telefon etti, uzunca bir süredir duraklamış olan Kadıköy Or-Ahayim faaliyetlerini yeniden başlattıklarını ve benim de Kadıköy’ün bir genci olarak katılmam gerektiğini söyledi. Önümüzdeki pazar günü yeni oluşumu konuşmak üzere beni Haydarpaşa Hemdat İsrael Sinagogu’nun idari odasında yapılacak olan toplantıya davet etti. Kabul ettim ama, hemen eski arkadaşım Sara Ravuna’ya telefon ettim ve onun da gelmesini istedim. Sara da telefonuma çok sevinmişti. Uzun lafın kısası, o pazar ikimiz beraber sinagoga gittik. İdari odada neredeyse bütün çocukluk arkadaşlarım vardı. Beno Bicerano, Jak Niyego, Beto (Aydın) Ezgin, Ceki Togaer adlı yeni tanıdığım bir çocuk, Moris Sarfati (şimdi İsrael'de yaşıyor), Vivi, Sara, Jale, Bievi isimlerinde yeni tanıştığım kızlar, Sara Ravuna ve ben vardık. Belki başkaları da vardı ama hatırlayamıyorum. Benim eski dönemlerden, ablam sayesinde o devirde yapılanlar hakkında bilgilerim vardı, ama bundan sonra yapılacakları, sorumluluğu yüklenen ve ciddi bir çocuk olan Jak Niyego anlatıyordu. Jak küçüklüğünden beri ciddi ve çalışkan bir çocuktu. Saint Joseph Lisesi’nde okuyordu, o yaşında bile saygı ile dinlenirdi.
Kadıköy Or-Ohayim’inin, yeniden oluşumunun ilk faaliyeti, bir sonraki Pazar günü, Yıldırım Spor Kulübü’nün Osmanbey’deki dernek lokalinde yapacağı müzikli bir partiye, arkadaş dernek olarak katılacaktık. O gün Kadıköy’lü arkadaşlarımızın kurduğu bir orkestra, konuk olarak mini bir konser verecekti. Daha sonra ertesi hafta buluşmak üzere sözleştik. Haydi, benim için yine yeni bir izin alma seremonisi başlamıştı. Beno’ya anneme anlatması için bize gelmesini rica ettim. Zavallım dönüşte benimle eve geldi. Tabii ki evde sevgiyle karşılandı, gayet ciddi bir şekilde; ”Madam İda, Sara bana emanet, güvenebilirsiniz” dedi. Neyse vize çıkınca, ertesi hafta için sözleştik.
Ertesi Pazar, Sara Ravuna erkenden bana geldi. O da çok memnundu, çünkü o da benim gibi hep ailesinin sıkı kontrolü altındaydı. Sanırım o yıllardaki kız çocukları hep böyleydi. Sıkı ve aşırı bir koruyuculuk söz konusuydu. Öğle saatlerinde Beno, yanında tanımadığım başka bir çocukla birlikte bize geldi. Çocuğun omuzunda, kılıfında bir gitar asılıydı. İnce, güler yüzlü bir çocuktu. Kendini tanıttı. Adı Moşe Baharhak’tı,16 yaşındaydı. Babam hemen kim olduğunu, ailesini, nerede oturduğunu sordular. Çocuk gayet kibar yanıtlar verdi. Biz Sara’yla bakışıp gülüşüyorduk. Neyse Moşe de sınavdan geçtikten sonra, bizim evden çıkıp, hep birlikte Kadıköy iskelesinde bizi bekleyen diğer kızlar ve oğlanlarla birlikte vapura bindik. Dürüstçe itiraf etmem gerekirse ömrümde ilk defa ebeveynim olmadan vapura binmiştim ve çok heyecanlanmıştım. Ama tabii ki bunu kimseye anlatmamıştım. Sonra benimle dalga geçebilirlerdi. Sonra Osmanbey’e Yıldırım Spor Kulübünün lokaline vardık, orada sevgiyle karşılandık. Herkesle tanıştık. Salonda yüksekçe bir platform hazırlanmıştı. Kadıköylü çocuklar orada mini bir konser vereceklerdi. Önce Yıldırım’ın gençlerinden bir kız ve orkestralarının elemanları birkaç şarkı söylediler. Ardından bizimkiler sahneyi aldı. Ritm gitarda Moşe Baharhak, bas gitarda Mony Kuzi, solo gitarda Serhat, bateride Beto (Aydın) Ezgin vardı. Solist ise Ceki Togaer’di. Önce ”Roberta“, sonra “Rain”, ardından da o sene çok moda olan, Neşe Karaböcek’in seslendirdiği “Artık Sevmeyeceğim” adlı şarkısını çalıp söylediler. Hepsi çok güzel çalmışlardı. Ceki’nin sesi çok güzeldi. Hepimiz onları coşkuyla alkışladık. Müzik dinletileri bitince dans başladı. Renkli ışıklandırma ve disko havası verilen dernekteki bu parti, bana çok çekici gelmişti. Çünkü daha önce hiç diskoteğe gitmemiştim. O gün saatlerce dans ettik. Gerçekten o gün bir genç kız olduğumu yeniden duyumsamaya başlamıştım. 14 yaşıma basalı birkaç ay geçmişti ve yine ömrümde ilk defa olarak bir dernek faaliyetine katılmıştım. Sara ile bakışıp gülüşüyorduk. Hayatımızdan çok memnunduk. Aslında şimdi düşünürken, biz Kadıköy doğumlular çok içine kapanık bir toplulukmuşuz. Avrupa yakasında oturan Yahudi gençler daha dışa açık, daha geniş vizyonlu çocuklardı. Adamlarda bir Avrupa özgürlük havası vardı sanki. Gerçi karşı yaka ile deneyimlerim vardı, ama bu dernek sanki özgürlük kokuyordu.
5 Haziran’da ablamla eniştem, Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde nikahlanmışlardı. O yıllarda Yahudi ailelerde resmi nikahlar kalabalık olmazdı. Sadece çekirdek aileler ve nikah şahitlerinin aileleri davet edilirdi. Ablamın şahidi Veneta teyzemin eşi Onkle Bohor Triko, eniştemin şahidi ise dayısı David Nasi idi. Tabii ki teyzemiz Veneta, kuzenimiz Aşer ve David Nasi’nin eşi madam Perla da davetliydi. Gerisi bizim ev halkı, ve eniştemin anne babası ile iki kız kardeşiydi. Nikahtan sonra bizim eve gelindi ve evde kurulan zengin bir tatlı sofrası ile misafirler ağırlandı. Ablam o gün nil yeşili bir tayyör ve beyaz şapka, ayakkabı ve çantası ile gerçekten çok güzeldi. Eniştem heyecandan yerinde duramıyordu. Takım elbisesinin içine, o zaman moda olan dik yakalı beyaz bir gömlek giymişti. Ben de o gün için özel olarak dikilmiş lacivert bol paçalı, pantolon-ceket bir takım giymiştim. İçimde, beyaz dantel gömleğim, kalın topuklu beyaz ayakkabım ve çantam vardı. Saçlarım upuzun ve düzdü. Ablamın mutluluğu, benim de mutluluğum olduğu için çok sevinçliydim. O hafta ortaokul bitirme sınavlarım da başlamıştı. Bütün notlarım iyi olduğu için, sadece temel 3 dersten sınava girecektim. Benim seçimim olan, Sosyal Bilgiler, Türkçe ve Matematikten sorumluydum. Diğer derslerimin notları da iyidi, ama ben sosyal ve fen arasından sosyali tercih etmiştim. Sözel dersler benim için dersten ziyade keyif ve kültür saatleri gibiydi. Özellikle tarih dersi benim için mutluluk demekti.
Artık düğün eni konu yaklaşmıştı. Küçüklüğümden beri ablamın düğün günü için giyeceğim elbise modelleri çizerdim kendime. Rengi mutlaka pembe olan bu çizimlerden, büyüyünce tabii ki faydalanmadım. Çünkü hepsi pelerinli kabarık etekli balo elbiseleriydi. Artık masal dünyası prensesi değildim. Kocaman bir kızdım. 14 yaşımı geçeli altı ay olmuştu. Elbisem tabii ki yine pembe idi, ama organze kumaştan dikilmiş, kolları orijinal çizimli, mini bir pembe elbiseydi. Beyaz dekolte, daha yüksekçe topuklu ayakkabılar ve yaşıma uygun olarak, saçımın arasına yerleştirilen pembe yapma minik güller olan bir demetle upuzun saçlarımın arkası süslenmişti. Ablamın gelin elbisesini, eski cadaloz terzi komşumuz Madam Erifili dikmişti. Hey gidi günler, sonunda ailemizle uğraşmaktan vaz geçince, en büyük şeref, gelinlik dikme şerefi ona verilmişti. Canım ablacığım gelinliği ile çok güzeldi. Gelin çiçekleriyle süslenmiş arabaya babamla birlikte ikisi binmişlerdi. Babacığım da smokini ile çok yakışıklıydı ve kıvançlıydı. Sevgili ilk prensesini kendi elleriyle, Neve Şalom Sinagogu’na evlenmeye götürüyordu. O’nu alnının teri ve şerefiyle telli duvaklı gelin ediyordu. Önceden tutulan birkaç taksiye de aile efradı doluşmuştuk. Küçüklüğümüzden itibaren bizim çocuk doktorumuz olan sevgili Dr. Nedime İskefyeli de, ablasını yanına alarak kendi Volkswagen’i ile düğün konvoyuna katılmıştı. Bu gün, kızımın düğünü var” diyerek sevinçle gülüyordu.
Düğün konvoyu hep birlikte arabalı vapura girmişti. Benim bindiğim arabada annem, kuzenim Aşer ve benim düğün kortejindeki kavalyem Beno Bicerano vardı. Aşer önce annemle birlikte düğün kortejine girecek, çıkışta annem babamla çıkacağı için, Aşer de benimle birlikte çıkacaktı. Kortejde ayrıca eniştemin büyük kızkardeşi Ceni Altaras (Kayagül) Beno’nun abisi Sabi Bicerano ile, küçük kız kardeşi Tuna Altaras (Ergün) ise kendi kuzenleri Şelomo Moşkatel ile birlikte korteje katılacaktı. Anneler şık giysiler ve şapkalar, biz kız kardeşler ise mini ve törensel abiye elbiseler giymiştik. Kortejdeki bütün erkekler, o devrin modası olan siyah smokin ve siyah silindir şapkalar takmışlardı. Bu smokinler, Tünel’deki Horozlu mağazasından kiralanırdı. Düğün ertesi iade edilirdi. Aslında düşünecek olursak, bu anlattıklarımın üzerinden tam 50 yıl geçmiş. Yani ben artık bir tür tarihi anılardan bahsediyorum. Ama inanın sanki daha dünmüş gibi anımsıyorum.
Annem o gün karışık duygular içindeydi. Henüz 4 ay evvel kaybettiği sevgili abisi Onkle Selomo için yüreği sızlarken, öte yanda ilk yavrusunu evlendirmenin sevinç ve heyecanını hissediyordu. Henüz 48 yaşında, çok zarif bir kadındı. Zaten her zaman hazin bir duruşu olan annem, o gün daha da ciddi duruyordu. Ben bayram coşkusu gibi duygular içindeydim. Şimdi anlıyorum ki ergenlik yaşlarında insan, yarı çocuk ama yarı da yetişkindir. O gün mutlu küçük kızdım galiba. Gece düğün programı yoktu, çünkü aile ortamı dayımın kaybından dolayı pek keyifli değildi. Ablamla eniştem direkt balayına gitmişlerdi. Herkes damadın evinden dağılıyordu. Annemler de taksiyle Kadıköy’e döndüler. O gecenin tek eğlenenleri, Ceni, Tuna, ben, Aşer ve kortej kavalyelerimiz Beno, Sabi ve Şelomo Moşkatel’di.” Hydromel” adlı diskoteğe gitmiş ve dans etmiştik. Bu ömrümde gittiğim ilk gerçek diskotekti. Üstelik annem itirazsız kabul etmişti. Çünkü yanımızda güveneceği delikanlılar vardı. Sonra da son vapurla Kadıköy’e dönmüştük. Şelomo da eniştemin kız kardeşlerini evlerine bırakmıştı. İşte o geceden itibaren gerçek yeni hayatım artık başlamıştı.
Balayı dönüşünde artık ablam eşiyle birlikte yeni evlerinde yaşayacaktı. Gece odamızda yaptığımız sohbetler, gülüşmeler, şarkı söylemeler artık bitmişti. Ama gündüzleri yine de çok şey paylaşabilirdik ki, hakikaten de öyle olacaktı. Bunları da anlatacağım tabii ki. Ablamın evlendiği yaz yazlığa gitmemiştik. Yani 1970 yazı benim için tümden farklıydı. Ortaokul bitmiş, artık liseli bir kız olmuştum. O yaz haftada iki üç kere Caddebostan’a gidiyor ve Sonya ile buluşuyorduk. Artık büyümüştük ve Lotüs Pastanesi yerine, Bağdat Caddesi üzerindeki Borsa Pastanesi’ne gitmeye başlamıştık. Eski adı Lebon olan bu yer, daha büyük gençlerin gittiği bir yerdi. Artık davranışlarımız ve tiplerimiz dahi değişmeğe ve forme olmaya başlamıştı. Kıyafetler üzerimizde daha çekici görünüyordu. Yüzümüz daha anlamlı çizgilere bürünüyordu.
Saçlar evden çıkmadan ütüleniyor ve gerçekten ipek yığını gibi duruyordu. Henüz makyaj yapmıyorduk, ama yüzümüzde, genç kız çehresinin doğal parıltısı vardı. Diğer günlerde, bazen Sara Ravuna ile buluşur, Moda'da gezerdik. Orada bazı çocukluk arkadaşlarımızı görür, lafa dalardık.
Ablamla eniştem, İzmir Büyük Efes Oteli’nde geçirdikleri balayından sonra, Bahariye Şair Latifi Sokak’ta tuttukları evde yaşamaya başlamışlardı. Evleri çok güzel döşenmiş, iç açıcı bir yerdi. Ben genelde sabahın geç saatlerinde ona uğrardım. Sanki yeni bir evde onunla evcilik oynar gibi, konuşur, gülüşürdük. Mutfakta yemek tarifi kitabından mutfak denemeleri yapar, yarı güzel yarı berbat şeyler yapardık. Ablam ömründe ilk defa mutfağa giriyordu, ben de ona yamaklık veya baştan çıkarıcı şeytanlık görevi yapıyordum. Nasılsa annem imdadımıza yetişirdi. Sonra ikimiz bize gider, annemin yemeklerini yerdik. Ama akşam olunca, kendi evlerinde enişteme piyango yemekler çıkabilirdi.
İşte ilerleyen haftalar içinde ablam hamilelik müjdesi verince, bütün aile yeni bir heyecan fırtınasına kapıldı. Eniştem bazen bir haftalığına, Anadolu'daki müşterilerine götürmek üzere kendi firmasının ürettiği (Yıldız Eşarpları) ipek eşarpları yükleyip, iş seyahatlerine çıkardı. Doğal olarak yeni hamile ablacığım da bize gelirdi. Artık siz bendeki keyfi düşünün. Ablam eski yatağında, yanımda, ama çok eğlenceli değil, midesi bulanıyor, çıkarıyor, baş ağrısı tutuyor, bazen ağlama krizine giriyordu. Ben önce durumunu çok kavrayamasam da, annem hamileliğin ilk aylarının çok zor olduğunu ve bu durumların normal olduğunu söylüyordu. Artık hafif müzikler dinliyoruz. Ablam roman okuyor, ben ise Hayat Ansiklopedi’sini açıp, hamilelik, cenin, fetüs, fallop boruları, doğum gibi şeyleri okuyup, ablamın karnındaki yeğenimin, sudaki yosunlara benzeyen resmini gösterince ablam bağırıp, ansiklopediyi bana doğru fırlatıyor, ben çok eğleniyorum. Teyzem içeri girip, ”Venezya’yı yorma” diye bana kızıyor. Böyle böyle aylar geçiyor, ablamın karnı gitgide büyüyor… doğum mart ayının ortalarında bekleniyor. Bakalım müstakbel bebek yeğenim ne zaman gelecek?
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia