KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -60-
Londra’da geçen günler gerçekten çok güzeldi. Hyde Park, Covent Garden, Marble Arch, Madame Tussaud Müzesi, Westmister Abbey, London Eye, St.Paul Katedrali Camden Place, Notting Hill, Porto Bello, Londra Köprüsü ve Big Ben, Sinagog ve Yahudi Müzesi ve geceleri gittiğimiz müzikaller ile günler kuş gibi uçtu ve eve döndük.
2000’li yılların başında artık Türk Yahudi Cemaati Avrupa Yahudi Günü’nü, İstanbul’da hayata geçirmeye başladığının ilk yılında Neve Şalom Kültür Merkezinin salonunda Erensya Sefaradi Grubu olarak bir konser vermiştik. Konser sonrası CNN Türk Televizyonu günün anlamıyla ilgili olarak bizimle ufak bir röportaj yapmış ve bu aynı gün televizyonda yayınlanmıştı. Ertesi yıl, bu sefer yine Avrupa Yahudi Günü çerçevesinde bu defa da Schneidertemple Kültür Merkezi’nde bir konser vermiştik. Sanırım 2002 yılında da Bulgaristanı’n Plovdiv şehrinden yine Avrupa Yahudi Kültür Günü için bir konser vermeye gitmiştik. Orada da gazeteciler ve TV kameraları çekim yapmışlardı. Ertesi gün Plovdiv’in yerel gazetesi olan “Maritza”nın, baş sayfasının yarısını kaplayan bir resmimleni birlikte konser haberini yayınlamışlardı.
Plovdiv çok şirin bir Bulgar şehri olup, Osmanlı döneminde adı Filibe idi. Şehrin merkezi artık çok modernleşmesine rağmen, şehrin arka ve eski bölgesi hala antilığını koruyor. Hafif yokuşlu Arnavut kaldırımlı sokakaları,Osmanlı zamanından kalmış camisi, hamamı ve hanı hala ayakta. Birkaç Türk evi, cumbalı mimarileri ile hala yaşıyorlar. O dönemin kaymakam binası mini bir müze haline getirlişmiş. Eski bölümün meydanında, sanatçılar yaptıkları eserleri sokaklarda sergiliyorlar. Etrafta otantik Bulgar lokantaları var. En çok yenen mezelerinden biri ise közlenmiş frenk biberinin içine yayılan kırmızı biber ezme peynirin fırına verildikten sonra sıcak sıcak yenen bir lezzet. Bir pastanede ise, küçükken Rum asıllı NUR Pastanesi’nden, annemin bana aldığı çikolata kuyruklu, koca kulakları olan fare pastalardı. Bunlara Bulgarca Pondikaki diyorlar. Kadıköylü küçük Sara hemen eskilerin Nur Pastanesi'ne gitti ve tabağına konan iki pondikakiyi midesine indirdi. Tabii ki önce kulaklarını ve kuyruklarını yemek şartıyla.
Biz henüz Plovdiv’de iken, İsrael’deki kuzenim Yitshak ve eşi Dalya’nın o sırada Varna’da olduklarını öğrenince ona telefon edip, Varna’ya geleceğimi söylemiştim. Varna’ya varınca şehrin tam merkezinde Odesos adlı bir otelde kalmıştık. Son derece heyecanlıydım. Anneannem Sara Krispin Sason’un ve oğlu Onkle Yosef’in yaşadıkları, kuzenlerim Yitshak ve Moşe Sasson’un doğup büyüdükleri yerleri görmek beni çok heyecanlandırıyordu. Kuzenim Altın Kum Sahilleri’nde, bir otelde kalıyordu. Otele yerleştikten sonra hemen bir taksiye binmiş onları kaldığı yere gitmiştik. Kuzenimle Bulgaristan’da buluşmak çok keyifliydi. O günü birlikte geçirmiş, sonra Varna’nın merkezine geri dönmüştük. Varna’da parklar kocaman ve yemyeşildi. İçinde asırlık ağaçlar vardı. Parkın bir köşesinde kurulan bir sahnede folklorik kıyafetlerini giymiş bir kız öğrenci grubu otantik Bulgar Halk Şarkılarını seslendiriyorlardı. İk defa gittiğim bu şehir beni çok sarmıştı. Etraf harika lokantalar, modern dükkanlar ve parklarla doluydu. Parkların içinde irili ufaklı modern bronz heykeller vardı.
Aynı yıllarda ekim ayında bir Venedik seyahati yapmıştık. Bu seyahatte tesadüfen Beki Ruso ve Sami Kumru çiftiyle karşılaşmıştık. Bazı programlarımızı birlikte yapıyorduk. Mesela bir gün kanalları dolaşmak üzere birlikte gondola binmiştik. Sonra birlikte gittiğimiz bir restoranda risotto yemiştik. Diğer bir gün ise yine birlikte Venedik Getto’suna gitmiştik. Her tarafını gezdikten sonra, eski Sefarad Sinagogu’na gitmiş ve Şabat Arvit duasına katılmıştık. Beki Ruso ile birlikte kadınların bölümü olan 'azara’da oturmuş, yüksek kafeslerin arasından aşağıyı izlemiştik. Çıkışta bir Yahudi pastanesinden büyükçe şekerli biskoçolar almış, oturduğumuz bir cafede, espresso eşliğinde biskoçoları yerken gözlerimiz yaşlanmıştı. Aldığımız tatlar ve kokular, bizi çocukluğumuzun akşamüstü kahvesi saatlerine götürmüştü. O gece daha evvel biletlerini aldığımız büyük ve antik bir kilisede Vivaldi’nin 4 Mevsim Konçertosunu dinlemiştik. Venedik tılsımlı bir yer. Bir gün tekrar dönmek üzere yola çıkmıştık.
Turun diğer ayaklarından bir tanesi Verona şehriydi. Verona Shakespeare’nin yazdığı Romeo ve Jülyet adlı eserinin geçtiği şehirdir. Orada ziyaret ettiğimiz Jülyet’in evi çok romantikti. Bahçesinde Jülyet’in bronz bir heykeli vardı. İncecik belli, narin kızın heykelinde öne çıkmış belirgin olan göğsünü okşamak meğerse bir adetmiş, bundan ötürü göğsü altın gibi parıldıyordu. Koral rengi ev ve meşhur balkonu insanı hayal alemine sürüklüyordu. Şehir meydanında Mussolini’nin meşhur balkon konuşmasını yaptığı hükümet binası vardı. Ayrıca her yıl yapılan Verona Müzik Festivalinin meşhur anfiteatrosunu da ziyaret etmiştik.
Turun son durağı Floransa’ydı. Bu oraya ikinci gidişimizdi. Floransa tipik bir Rönesans şehridir. Anlatmakla bitmez. Bu sefer şehrin farklı yerlerini görmeye gayret etmiştik. Şehir halkı çok şık ve rafine insanlardı. İtalyanca konuşmalar ve dialektleri bile soyluydu. Oradaki son günümüzde Dante’nin evinin yanındaki Dante Kilisesi'nde bir org konseri dinlemiştik. Müzik o kadar ilahi ve etkileyiciydi ki, kendimi ortamın ve müziğin akışına bırakmış zamanın içinde eriyip akmıştım.
Yıllarını çok net hatırlamamakla birlikte, çok şükür hala gittiğimiz bu olağanüstü seyahatler gözümden hiç silinmediler. 2002 yılının Haziran ayında Hay artık 11. sınıftayken, İsviçre seyahatine çıkmıştık. Önce Zürih’e inmiştik. Zürih çok şık, çok ciddi ve çok bakımlı bir İsviçre şehriydi. Bu şehirde Almanca konuşuluyordu. Geniş ve lüks caddeler,yol boyunca sık sık karşınıza çıkan heykellerin ağzından fışkıran su çeşmeleriyle, bankalar ve meşhur saat markalarını satan dükkanlarla doluydu. Parklar müthişti. Yüksek gotik manastırlarla bezenmişti. Gittiğimiz Monster Kilisesi’nde Marc Chagall’in vitraylarıyla her taraf bezeliydi. İlginç bir biçimde, bu vitraylarda hep Tora’dan alınmış sahneler vardı. Zürih’teki müze de çok değerli eserlere sahipti. Müzede Herman Hesse’nin dönemsel edebiyat sergisi vardı. Sergide onun el yazmaları ve kitapları sergileniyordu. Özellikle SİDDARTHA adlı kitabından seçilmiş bazı cümleler büyük panolarda kendi el yazısı ile sergileniyordu.
İsviçre şimdiye kadar gittiğimiz en pahalı ülkeydi. İngiltere solda sıfır kalmıştı. En pahalı içki içme suyuydu. Eşim “şampanya iç ama, su içme diyordu”. Ama ne yazık ki ben tipik bir su canavarıyım. David “uçak parasına yakın su parası harcadık” diye dalga geçiyordu. Orada en çok sevdiğim şey Sprüngli adlı pastaneden Truffle pasta yemekti. Çaktırmadan her gün bir tanesini zevkle mideme indirmiştim. İkinci şehrimiz Zürih tren istasyonundan binip gittiğimiz Cenevre şehriydi. Cenevre’de sadece Fransızca konuşuluyordu. Burası kültürel olarak daha yumuşak bir görünüşe sahipti. Leman Gölü ve çevresi çok şık ve tarihiydi. Gölün kenarındaki teknelere binip Leman Gölünü çevreleyen bütün tarihi köşkleri ve tarihi binaları anlatan rehberi kulaklıklarla dinleye biliyordunuz. Gölün kenarındaki Hotel De La Paix, Avusturya-Macaristan Kraliçesi Sissi’nin konakladığı ve oteli önünde bir anarşist öğrenci tarafından bıçaklanıp öldürüldüğü yer vardı. Tam o yerde kraliçenin bir heykeli vardı. İncecik belli, biblo kadar güzel Sissi (Elizabeth) ne yazık ki hayatını böyle trajik bir şekilde kaybetmişti. Cenevre’nin her yeri pırıl pırıl ve çok güzeldi. Parklarda okul öğrencilerinin, yıl sonu konserlerini dinleyebiliyorduk. Merkezdeki büyük katedralde muhteşem bir Bach konseri dinlemiştik.
Cenevre’den bindiğimiz trenle bu sefer de Luganoy’a varmıştık. Lugano tipik bir İtalyan şehri gibiydi ve sadece İtalyanca konuşuluyordu. Çok özeldi. Geniş şehir meydanında post modern heykeller vardı. Yarım suratlar, iç içe geçmiş aşk kokan kafalar, boşluğa uzatılmış ayaları boş olan eller, bir bankta oturmuş, kafasız bir erkek heykeli… ilk gittiğimiz gün oradaki Fenikülere binmiş, Lugano’nun yükseltilerine çıkmıştık. Lugano Gölünün kenarındaki Ship a-Hoy adlı teknelere binip tüm Lugano’yu gölün içinden çepeçevre görmüştük. Lugano, şık, huzurlu bir refah beldesiydi. Bir pazar günü otelimizden çıkıp, yol aşağı doğru meyillenen Ouchy caddesinden aşağı inmiş ve sonunda limana varmıştık. Oradan bindiğimiz bir tekneyle Evian kasabasına gitmiştik. Karşıdan yükselen Sion Dağları görünüyordu. Tam limanda bir müze vardı. O gün ayrıca bir de kişisel sergi açılışı da vardı. Müzeye gittik, sergide ve müzede geçen iki saat zarfında kendimizi unuttuk. Aslında düşündüğüm zaman Avrupa’nın her tarafı, irili ufaklı tüm şehirleri, kendi içlerinde sanat ve tarih barındırır. Avrupa bitip tükenmeyen bir su kaynağı gibidir. Lugano’dan trene binip yeniden Zurih’e döndük. Oradan da uçağa binip istanbula geri dönmüştük.
O yaz Ulus Özel Musevi Lisesi’nde Hay’ın diploma töreni olmuştu. Lisya ve Soni de İsrael’den diploma töreni için İstanbul’a gelmişlerdi. Soni çok heyecanlıydı. Kardeşi diplomasını alırken sevinç gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Açıkça söylemem gerekirse Soni’nin, Hay’ın üzerindeki hakkı inkar edilemez. Altı buçuk yaş araları olduğu ve Soni’nin doğuştan gelen olgunluğu, Hay’ın büyümesi sırasında çok etkili olmuştur. Hay bizden ziyade, Soni’den daha çok çekinirdi ve ona farklı bir önem yüklerdi.
O gün yanımızda tabii ki sevgili aile dostumuz Yusuf Altıntaş ve özellikle lise yıllarında büyük bir özveri ve sevgiyle Hay'a matematik çalıştıran, onu çok korktuğu ve kabusu olan matematikle mücadelede yanlız bırakmayan dünürümüz, Violet ve Yusuf da vardı. Onlar, bizim ufaklığın gün gün büyümesine ve gelişmesine şahit olduğuklarından, şimdi cüppesi ve kepiyle karşısında duran delikanlıdan gözlerini alamıyorlardı. Hay okulunda çok iyi özelliklere sahip olmuştu. Felsefe ve tarih onu kendi derinliklerine çekmişti. Çok iyi İngilizce ve mükemmele yakın İbranice konuşabiliyordu ve artık İsrael’e gidip aliya yapmaya hazırdı. Zaten Kudüs İbrani Üniversitesinden kabulünü almıştı. Nasıl söylesem Hay’ın diploma töreninde artık çok duygusal değildim. Sanki aynı filmi yeniden görecektim ama içimde soru işaretleri ve telaş yoktu. Çünkü Soni 18 değilken oraya gittiğinde bir bilinmeyene gidiyordu ve bir anne olarak bunu sindirmeye çalışmak hiç kolay değildi. Oysa Hay, abisinin kanatları altına gidiyordu. Oraya o kadar çok gitmişti ki, kendini İsrailli hissediyordu. Her yıl mesleki stajlar için bazı İsrailli profesörlerin yanında staj yapardı. Bu iki aylık ziyaretlerin, bir ayında Soni’lerin evinde kalırdı. Dört bir yanda tanışıklıkları vardı. Yani benim duygularım, sadece minik burunlu tatlı Hay Eytan’ın evimizde yaratacağı boşluk ve özlem olacaktı. Gerisi için hiç sıkıntılı değildim. Aslında yaşam yolunda insan tecrübeleri, acıları ve özlemleriyle yüzlerce kere pişip yanıyor zaten.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.