GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
GÜNÜMÜZDE...
21. YÜZYILDA ANTİSEMİTİZM
Yahudi karşıtlığına kötü bir isim vermek için Holokost’u alması Yahudi yaşantısının bir ironisidir. II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, altı milyon Yahudi’nin yok edilmesine karşı uluslararası tiksinti o kadar yaygındı ki, herkes bundan söz ediyordu. Nedir ki bu dönem sadece bir süreliğine devam etti.
21. Yüzyılın şafağında, şiddetli, açık Yahudi düşmanlığı bir kez daha ve büyük bir şekilde su yüzüne çıktı. Bunun Yahudiler arasında uyandırdığı endişenin derinliğini anlamak için-üst düzey yetkililer ve aydınlar tarafından sözlü anti-semitizm ve sıradan sokak haydutlarının anti-semitik fiziksel saldırıları ile dolu olduğu için-bir Yahudi gazetesini veya web sitesini okumanız yeterlidir.
Birleşik Devletler
Yeni anti-semitzm en çok batı Avrupa ve Müslüman dünyasında kendini gösteriyor. Ancak, uzun zamandır dünyanın en güvenli ülkesi gibi görülen ABD’de bile, anti-semitizmin yeniden canlanması, aşırı sağcılar ve İsrael karşıtı eylemciler tarafından sağlanan web sitelerinin çoğalmasında ve sol kanat karşıtı söylemlerde görülebilir. New York ve Washington sokaklarında birçoğu İsrael’i faşizmle eşitleyen küreselleşme göstericileri sık sık duygularını açığa vuruyorlar.
Kurucularının Yahudiler için güvenli bir sığınak sağlayacağına inandığı modern İsrael, çağdaş anti-semitizmin başlıca hedefidir. İsrael hükümetinin politikalarına karşı meşru muhalefet ile İsrael’in varlığını suçlayan ve buna bağlı olarak her yerde İsrael’in her kararını desteklediği varsayılan Yahudileri suçlayan, zar zor gizlenen nefret arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran dünyanın dertleri arasında İsrael karşıtı eleştiriler hep en ön sırada yer almaktadır.
Yeni anti-semitizm, cumhuriyetçi politikalarla uyumlu bazı iyi bağlantıları olan, siyasi muhafazakarlar (bazıları Yahudiler) için artık popüler bir aşağılayıcı olan “Neocon’ların” ABD dış politikasını İsrael’in yararına manipüle ettiği iddialarında da görülebilir. Yahudilerin her şeyden önce küresel hegemonya peşinde koşması, eski Yahudi aleyhtarı yalanda, yeni bir şekle bürünme anlamına geliyor.
Durum ne kadar kötü? Anti-Defamitaon League (ADL) ulusal direktörü Abraham H. Foxman, Aralık 2003 tarihli bir gazete sütununda, ”Yahudi nefreti ve düşman hükümetler tarafından kitle imha silahlarının birikmesi, bu anti-semitizm tehdidini Holokost’tan bu yana en büyük hale getiriyor” diye uyardı.
Müslüman Dünyası
Foxman’ın “düşman hükümetler”den bahsetmesi, İsrael’i herhangi bir ahlaki veya tarihsel gerekçe olmaksızın aralarına enjekte edilmiş bir sömürgeci kanser olarak gören Ortadoğu Müslüman uluslarına bir göndermeydi. Yedinci yüzyıldaki, Hz. Muhammed ile Mekke Yahudileri, günümüzde hala şiddetle devam eden İsrael-Filistin çatışması, Müslümanların Yahudilere ve Yahudi devletine karşı düşmanlığını benzeri görülmemiş küresel düzeylere çıkardı. Durumu daha da kötüleştiren radikal İslamcılar, kendi davalarını ilerletmek için Yahudileri ve “haçlı” Hıristiyanları Filistin olsun ya da olmasın tüm Müslümanların düşmanı olarak görüyorlar.
Müslüman anti-semitizmi, Malezya Başbakanı Mahathir Mohammed’in 2003 İslam Zirvesi konferansında coşkuyla karşılanan ”Yahudiler bu dünyayı vekaleten yönetiyor” iddiasından, Yahudileri belgelemeyi amaçlayan çok bölümlü dramatik TV dizilerinin Ramazan ayındaki kutsal ay yayınlarına kadar uzanıyor. Yahudilerin dünyayı ele geçirmeleri planlarını anlatıyor. Müslüman Orta Doğu’da geniş çapta gösterilen bu tür diziler, iddialarının “kanıtı” olarak büyük ölçüde 19. yüzyılın meşhur Yahudi aleyhtarı sahtekarlığına “Siyon Önderlerinin Yahudi Protokolleri” (The Protocols Of The Elders Of Sion) adlı kitaba dayanmaktadır.
Sonra, Müslüman gazete ve dergilerinde Yahudilerin “domuzlar ve maymunların oğulları” olarak sürekli şeytanlaştırılması ve Yahudileri Nazilerle eşitleyen ve Filistin terörizmini kontrol altına almak için, İsrael’in neredeyse tüm önlemlerinin bir saldırıdan başka bir şey olmadığını iddia eden Müslüman din adamlarının ateşli vaazları, Yahudilerin yeni bir soykırıma yeltendiklerini ileri sürmektedir. Temmuz 2003’ten bir başka örnek, bir Suudi Arabistan gazetesine, Saddam Hüseyin’in,”yayılmacı Siyonist hedeflerin gerçekleştirilmesi için” devrilmesinden sonra, Irak kökenli Yahudilerin eski anavatanlarına dönmeye çalışacakları yönünde suçlamadır.
Ortadoğu’yu yaklaşık bir yüz yıldır alevlendiren artan siyasi gerilim durumu göz önüne alındığında, Müslüman anti-semitizm’inin, trajik olsa da, görünüşte çözülemez bir çatışmaya, kaçınılmaz bir grup tepkisi olarak anlaşılabileceği ileri sürülebilir. Elbette, çatışmanın bir sonucu olarak, tek bir Müslümanla yüz yüze konuşmadan, tüm Müslümanları nefret dolu terörizmin destekleyenler olarak körü körüne gören Yahudiler de var.
Avrupa…
Bununla birlikte, daha az kolay anlaşılan, Batı Avrupa anti-semitizminin yeniden canlanmasıdır. Orada, Fransız Yahudileri kundakçılar tarafından saldırıya uğradı ve Yahudi okulları yakıldı. Araştırma alanlarının siyaset veya İsrael politikasıyla hiçbir ilgisi olmayan İsrael’li akademisyenler, aynı şekilde doğası veya konusu itibariyle siyasi olmayan Avrupa akademik konferanslarına davet edilmediler. Türkiye’de intihar bombacıları 2003 yılının Kasım ayında Neve Şalom ve Şişli Sinagoglarına eş zamanlı saldırılar düzenleyerek, çok sayıda insanın ölümüne neden oldular.
The Jerusalem Report’ta yazan yorumcu Stuart Schoffman, Batı Avrupa anti-semitizminin hem Yahudilerin İsrael’in iddia edilen yanlışları nedeniyle, artık sempati duymayı garanti etmediğini savunarak, Holokost suçundan kurtulma girişimi, hem de Fransa ve özellikle Belçika, ama başka yerlerde de, Avrupa’nın kendi sefil sömürge geçmişlerini göz ardı etmeleri çok ironiktir.
Ayrıca Batı Avrupa’nın artan Müslüman nüfusu da Avrupa’da anti-semitizmin yükselmesinde önemli bir faktördür. Artan Müslüman alt sınıfları çok küçük olmasa da, Yahudi toplulukları küçülen Batı Avrupa ulusları için, intikamcı terörist öfkeye karşı yeterli önlemleri almamaktadır.
Avrupa Birliği’nin kıtada artan Yahudi karşıtlığına ilişkin raporu, farkında olmadan bu son faktörün altını çizdi. Araştırma, Avrupa’daki Yahudi aleyhtarı olayların artmasından büyük ölçüde Müslüman gençlerin sorumlu olduğu sonucuna vardı. Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Edgar Bronfman ve Avrupa Yahudi Kongresi Başkanı Cobi Benetoff, AB liderlerini ortaklaşa anti-semitizm sergilemekle suçladı. Onları yeni projeler üretmeleri için teşvik etti. AB komisyoncuları, metodolijisi kusurlu olduğu için çalışmayı durdurmaya karar verdiklerini söylediler.
Avrupa’da bugün anti-semitizmi, siyasi bir toplanma çığlığı olarak kullanıyorlar. Avrupa’lı komünistler, eski Sovyetler Birliği’nden ilham alarak, karşı-devrimci unsurlar olarak Yahudiliğe ve Yahudilere karşı sövüyorlar.
Ancak anti-semitizmdeki mevcut dalgalanma, önde gelen sanatçıların, entellektüellerin ve soldaki politikacıların da meşgul olduğunu gördü. Bunların arasında, İsrael’i Nazi Almanya’sı ile karşılaştıran Nobel ödülü sahibi Portekizli romancı Jose Saramango; Yahudileri “dünyadaki tüm kötülüklerin anası“ olarak adlandıran Yunan besteci Mikis Teodorakis; ve Fransa’nın Britanya Büyükelçisi Daniel Bernard, bir akşam yemeği partisinde, spontane bir biçimde, ”İsrael’in dünyayı 3. Dünya Savaşına sokacağını” iddia eden önemli anti-semitlerden söz edebiliriz.
Anti-İsrael/Anti-Semitik…
Adil olmak gerekirse, İsrael’in Filistinlilere karşı eylemlerine yönelik meşru eleştiriler, bazılarının düşündüğü gibi, anti-semitizm olarak etiketlenemez. Magen David’in (David’in Yıldızı) hem Yahudilik, hem de İsrael için bir sembol olması ve siyasi karikatüristlere, örneğin David Yıldızının yalnızca İsrael’in eylemlerini eleştirdiğini iddia eden çalışmalarında tasvir etme izni vermesi gerçeği, bunu karmaşıklaştırıyor. İsrael’in küresel Yahudilerin anavatanı olduğu iddiası, düşmanlarına, neredeyse tüm Yahudilerin, Yahudi devletine yardım ve teselli verdiğini iddia etmek için-ki samimiyetsiz olsa da-ek bir neden sağlıyor.
O halde, zaman zaman anti-semitizmin bakanın gözünde olduğu söylenebilir. Ancak İsrael gayrı meşru bir devlet olarak milletler ailesinden tek başına seçildiğinde, 3.000 yıllık geçmişine rağmen, Yahudi Ulusu modern bir siyasi iddia olarak küçümsendiğinde ve Birleşmiş Milletler yetkilileri ırkçılık üzerine uluslararası bir konferansın odaklanmasına izin verdiğinde, 11 Eylül 2001’deki terörist saldırılarından sadece haftalar önce, Durban, Güney Afrika’da olduğu gibi, neredeyse tamamen Yahudi devleti üzerinde, Yahudilerin meşru siyasi anlaşmazlıktan ziyade, arsız bir anti-semitizm’le karşı karşıya olduklarına inanmaları şaşırtıcı değil.
Amerikan Yahudi komitesinin yönetici direktörü David A. Harris, 2003 yılının ortalarında “gerçekçi olalım” diye yazmıştı. ”Uzun ömürlülüğü göz önüne alındığında, anti-semitizm şu ya da bu biçimde hepimizden daha uzun yaşayacak gibi görünüyor. Bu, talihsiz olsa da, güvenli bir bahis gibi görünüyor. Henüz hiçbir kimse anti-semitik virüsü sonsuza dek ortadan kaldırmak için bir aşı protokolü ile gelmedi ve öngörülebilir gelecekte büyük bir atılım da olası değil.”
Harris aynı zamanda,”Yahudi topluluğu, diyelim ki 80 ya da 85 yıl öncesine göre, Avrupa’da Yahudi karşıtlığının Holokost’a yol açmasıyla olduğundan çok farklı görünüyor” diye devam etti
“Bugün bir İsrael var; o zaman yoktu. Bugün, sofistike, anlayışlı ve iyi bağlantıları olan Yahudi kurumları var; o zaman, Yahudi kurumları çok daha az kendinden emin ve sağlamdı. Toplu olarak, anti-semitizmdeki eğilimleri takip etme, diğer ilgili taraflarla zamanında bilgi alış verişinde bulunma, güç merkezlerine ulaşma, sınırlar içinde ve ötesinde ittifaklar kurma ve diplomatik, siyasi, yasal ve rahatsız edici gelişmelere karşı koymak için diğer stratejiler.”
En azından Harris için, Yahudilerin anti-semitizme karşı durma yeteneği bu gün her zamankinden daha fazla. ”Her durumda başarılı olmayabiliriz” dedi, ”ancak İsrael ve diaspora’da anti-semitizme karşı güçlü bir şekilde savaşmak ve aynı zamanda inşaasına yardım etmek için sağlam bir kararlılık sayesinde çok uzun bir yol kat ettik. Anti-semitizm ve onun temsil ettiği her şeyin geri dönüşü olmayan bir düşüş içinde olduğu bir dünya.”
Bununla birlikte, gelecek konusunda Harris’ten daha az emin olan bir çok Yahudi var. Harris’in Yahudilerin en son anti-semitizm dalgasına karşı koyma yetenekleri konusunda haklı olup olmadığı ve bugün antisemitizme karşı çıkan pek çok Yahudi olmayanın, destekleri daha da önemli hale geldiğinde orada olup olmayacaklarını göreceğiz.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia