MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -13-
1969 yılının kasım ayından itibaren ev hayatımız farklılaşmaya başlamıştı. Ablamın eniştem Niso ile sözlenmelerinden sonra, ablam artık Cuma akşamüstünden itibaren kayınvalidesinin evine gitmeye başlamıştı. Mavi ufak seyahat çantasını hazırlayıp, tüm haftasonunu geçireceği nişanlısının evine gitmek üzere, sabah önce işine, sonra da Kurtuluş’a gidiyordu. Eniştem Niso da hafta ortası bir-iki gece bizde kalıyordu. Artık evin alışılmış sofraları gitgide değişiyordu. Ben de artık oldukça büyümüş neredeyse 13 yaşıma gelmiştim. Kendime ait bir iç dünyam oluşmaya başlamıştı. Aralık ayında, yazlıktan kendini yakın hissettiğim bir çocukla, her akşamüstü en az bir saat kadar telefonla konuşma saatleri başlamıştı. Bu evde bir sır değildi ama, çok fazla detay vermiyordum. Zaten ilişki telefonda ilerliyordu. O sene Ocak ayının ilk haftası ablamla eniştemin nişanı yapıldı. Nişan bizim evde yapılmıştı. Bütün odaların kapıları açılmış, çepeçevre yemek masaları ve sandalyeler konmuş, iki tarafın tüm akrabaları, kuzenleri, ablamların arkadaşları, bence 60 kişiyi aşkın bir kalabalık eve sığdırılmıştı. Annem yiyecekleri, Kadıköy’ün en iyi şarküterisi olan Milka’ya ısmarlamıştı. Gerçekten de, masalarda yok yoktu. Tatlılar ve pasta ise Baylan Pastanesi’nden ısmarlanmıştı. Ablam bir butikte diktirdiği, turkuaz renkli şifon elbisesiyle peri gibiydi. Elbisenin etek bölümü pli soleydi. Kolları ve yakası gümüş rengi payetlerle işlenmişti, ayakkabıları da gümüş rengiydi. Kayınvalidesi ve kayınpederi ablama altın bir kol saati takmışlardı. Annemle babam da o dönem çok moda olan Seiko bir kol saatini, Niso’ya takmışlardı. Ben yaşımın rengi olan pembe bir mini elbise giymiştim. Yakasında ve kol ağızlarında pembe baget boncuklarla işlenmiş, zarif nakışları vardı. İlk defa naylon çorap giymiştim ve gümüş renkli, azıcık topuklu ayakkabılar giymiştim. Öyle heyecanlı ve sevinçliydim ki yerimde duramıyordum. Nişan heyecanı sönünce yine günlük hayat okul, dersler ve telefondaki sohbetler başlamıştı. O sene telaştan mıdır nedir, arkadaşlarla buluşmalar da pek olmuyordu. Sonya yeni bir gruba girmişti. Annem tanımadığı kişilerle olmamı onaylamadığı için pek de karşıya geçilmiyordu.
Nihayet şubat tatili geldiği zaman erkek arkadaşım, annemden izin alarak, Kadıköy’e bizim eve gelmişti. Benim heyecandan nutkum tutulmuştu. İlk defa kendi evimde, beğendiğim çocuğu ağırlıyordum. Annem onu onaylayınca, tatil içinde ertesi hafta tekrar bizi ziyarete geldi. Artık daha doğaldım. Bu arada düzenli olarak mektuplaşıyorduk. Bir gün bir ihtilal yaptı ve izin alarak o cumartesi günü arkadaşlarıyla birlikte Site Sineması’na gitmemiz için annemi ikna etti. O cumartesi günü annemle babam beni saat 3’ de Site Sineması’na getirdiler. Sevdiğim çocuk ve kız, erkek grubu herkes beni orada bekliyordu. Beni teslim ettiler, sinema çıkışı, babam kapıya gelip beni aldı. Böylece artık neredeyse ayda iki kere bu programı uygulamaya başladık. İlkbahar gelince, ara haftalarda o yine bizim eve geliyordu. Bu gelişlerin özel olduğunu sanmayın. Salonda, piyanonun yanındaki ipek, bordo renkli geniş koltuklara oturur sohbet ederken, teyzem ve annem etrafta dolanırlardı. Arada annem içecek ve yiyecek atıştırmalıklar ikram ederdi. Şimdi düşünüyorum da, annem bu buluşmalara izin vererek hem gönlümü hoş ederdi, hem de beni gözünün önünden ayırmazdı. Böylece her şey kontrol altında olurdu.
Sadece çıktığım çocukla farklı bir ortamda olabilmek için, anneme iki üç kere yalan söyledim. Olay şöyle olmuştu, o hafta gruptaki kızlardan biri evinde bir parti verecekti. Hepimiz davetliydik. Anneme “Şişli’deki bir evde falancanın partisi var” dediğim zaman kaşları çatıldı ve derhal “olmaz” dedi. Aldı beni bir düşünce. Gitmek istiyorum, herkes gidecek, ben gidemeyeceğim. Annem artık çok oluyordu. Çıktığım çocukla bir plan yaptık. O hafta Site’ye gidip bir film seyretti ve çıkışta komple bana anlattı. Cumartesi günü saat üçte, annemler ve ben Site Sinemasına gittik, parti sözde iptal edilmişti ve 5 matinesine bilet alınmıştı. Gruptan bir kız ve bir oğlan da çıktığım çocukla sinemanın önündeydi. Annemler beni teslim edip, Şişli’de oturan halamlara gittiler. Biz de sinemanın yan sokağından bir taksiye binerek, partinin yapılacağı eve gittik. Parti çok neşeliydi. O evde de, kızın annesi vardı ve ikramlar yapıyordu. Yalan söylemek zorunda kalmak beni çok rahatsız ediyordu ama, ben hem kendime, hem de sevdiğim çocuğun dürüstlüğüne inandığım için gayet huzurluydum. Annemin bazı gereksiz baskıları, benim isyancı tarafımla çatışıyordu ne yazık ki. Neyse parti bitti ve tam 7.20de, biz sinemanın çıkış kapısına varmıştık. Az sonra annemler geldiler. Beni aldılar ve dönüşte annem seyrettiğimiz filmin adını, artistlerini ve konusunu sordu. Ben bülbül gibi anlattım. Çünkü erkek arkadaşım hafta ortası filmi izleyip, en küçük ayrıntısına kadar bana anlatmıştı. Demek ki insan eğer isterse, yasakları delip bildiğini okuyabilirdi. Keşke annem bu kadar kontrolcü olmayıp izin verseydi. Böylece gönül rahatlığı ile günümü neşeyle geçirecektim. İşte tam de o gün, ileride çocuklarım olacağı zaman onları böyle baskıcı bir rejimle yetiştirmeyeceğime dair kendime söz verdim.
Uzun lafın kısası o yıl, ilkbahara kadar böyle üç parti kaçamağı daha yaşadık. Sonra yaz geldi. Yazlık zamanı başlamıştı. Yine Mehtap sokaktaki aynı evi tutmuştuk. Ben o sene doğrudan ve iyi notlarla orta okul 3. sınıfa geçmiştim. Fakat çıktığım çocuk, romantizme fazla kapıldığı için, ve ergenlik çağının da etkisiyle, doğrudan sınıfta kalınca, onların evinde kıyamet kopmuştu. Haziran ve Temmuz ayını aslında harika geçirmiştik. Her gün Lunaparka gidiyorduk, dönme dolaplarda, çarpışan arabalarda çılgınca eğleniyorduk. Nedir ki, ben ondaki huzursuzluğu hissediyordum. Ama o derdini anlatmıyordu. Sonuçta ağustos ayından itibaren babası ceza olarak onu her gün işine götürmeye başladı. Beni günah keçisi ilan etmişti, artık oğlunun benimle görüşmesini istemiyordu. O bunu söyleyemiyordu ama, ben anlamıştım. Sessizce ve hiç tartışmadan, vedalaşmadan, hatta ayrılma sözleri bile etmeden, karşılıklı bir anlayışla yollarımızı ayırdık. Enteresandır, ondan sonraki bir ay nasıl geçti? Net hatırlamıyorum. Galiba aklım bunu silmek istedi. Bilmiyorum. Bazen Sonya ile buluşuyorduk. Bu berbat günlerimi ablamla paylaşırdım ama, detaya inmeden, “onu çok özlüyorum, seviyorum “diyemeden. Çünkü aldığımız terbiye gereği böyle şeyleri uluorta konuşmaktan utanırdık.
Eylül ayı gelince tatil bitti ve okullar açıldı. Artık nispeten daha iyiydim. Karar vermiştim, artık hafta sonları yazlık arkadaşlarımla buluşmayacaktım. Eski yıllarımın şekline dönecektim. Daha 14 yaşındaydım ama, bu dönemi atlatmam epeyi sürüştü.
O sene ailemizde çok kötü günler yaşanıyordu. Annemin abisi sevgili dayım Onkle Selomo mide kanseriyle savaşmaya başlamıştı. Büyük kızı Sara, İsrael’de yaşıyordu. Diğer iki kızı 18 yaşındaki Meri ve 15 yaşındaki Karolin ve anneleri çaresizlik içindeydiler. Annem bir ay içinde, onu en önemli profesörlere götürmüş, hepsinden aynı cevabı almıştı. “En fazla 6 aylık ömrü kaldı.” Annem acısından deliye dönmüştü. Dayımı İsrael’e, kızı Sara’ın yanına göndermeye karar verdiler. O gün bütün aile Yeşilköy havaalanına gitmiştik. 1970 yılının başıydı. Bir El Al hostesi dayımın koluna girip, onu uçağa bindirmişti. Dayımı orada karşılayan kızı Sara ve orada yaşayan en büyük dayım Yosef’in tüm çabalarına rağmen iyileşemedi. Sadece torunlarıyla biraz zaman geçirebildi. Döndüğünde çok sağlıklı görünmesine rağmen, bir 15 gün sonra yatağa düştü. Onu Balat Or Ahayim Hastanesi’ne yatırdılar. Annem her sabah erkenden, bir gece evvel onun için hazırladığı yiyecekleri paketleyerek hastaneye giderdi. Akşam 7 gibi eve döner hemen mutfağa girerek, abisi için yeni yemekler hazırlamaya başlardı. Evimiz matem ocağı gibiydi. Evdeki teyzem Suzan ve diğer teyzem Veneta, sürekli Onkle Selomo için ağlaşıyorlardı.
O yaz ablam evlenecekti ama o sırada, ablam dahil, bunu hiç düşünemiyorduk. Sonunda 12 Mart 1970 günü dayımı yitirdik. Bu benim, büyüdükten sonra başıma gelen ilk felaketti. Kendimi korkulu bir rüya içinde hissediyordum. Annem, teyzemler, yengem ve kuzinlerim siyahlara bürünmüşlerdi. Cenaze, dualar, 7 yas günü hep bizde geçiyordu. Annem hayalet gibiydi. Tant Veneta’nın tansiyonu hep 24 çıkıyordu. Doktora götürülmüş ve bir yığın hap içiyordu.
Zaman her şeyin ilacıdır derler. Herkes yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Yengem ve kızlar evlerine dönmüşlerdi. Ablamın nikahı 5 Haziran’da, düğünü ise 14 Haziran’da olacaktı. Annem kendini toparlamaya çalışarak, ablamın çeyizi için planlar yapmaya başladı. Belki de bu telaşlar onu yeniden hayata döndürecekti. Kadıköy’de iyi bir şöhreti olan Matmazel Selma adında, yaşı geçkin Ermeni bir terziyle anlaştılar. Kökleri Belçikalı olan bu matmazelle annem sürekli Fransızca konuşurdu. İlk buluşmada, dikilecek giysiler konusunda tartışıldı. Dergilerden modeller seçildi. Annem, ablam ve Matmazel Selma sonunda konsensusa vardılar. Ölçüler alındı, kumaş metrajları ve çeşitleri belirlendi. Kumaşlar o kadar çoktu ki, dükkandan eve taksi tutarak döndüler. Ve nisanın sonundan, mayısın 20‘sine kadar Matmazel Selma her gün sabahtan akşama kadar bize gelmeye başladı. Benim için bu bir moda festivali gibiydi. Her gün okuldan eve döndüğümde, askıda yeni bir elbise görürdüm. Gerçektendir ki bazı şeyler anlatmakla olmuyor. Ancak yaşanması gereken anılar bunlar.
Düğün yaklaşıyordu ve ben heyecanımdan yerimde duramıyordum. O sene benim de ortaokulu bitirme sınavlarına girmem gerekiyordu. Artık eski yaşantıma gerçekten veda ettiğimizin farkına varıyor, ama görmezden gelmeyi yeğliyordum galiba.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.