KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-45

-Yazmaya başlıyorum-

91 yılı yazarlık serüvenimin ilk senesiydi. Artık her hafta Şalom Gazetesi'nde bir yazım çıkıyordu. O zamanlar, bilgisayarlar henüz hayatımıza girmemişti. Ben, “Gezi̇lerimde gözlediklerim” adli köşem için her hafta yazimi Yusuf Altıntaş’a elle yazip verirdim. O, yaziyi gazeteye götürür, gazetenin yazılarını dizen Nilay isimli çok genç bir kıza verir, yazdırırdı. Daha sonra yazı yayına girerdi.

Her hafta, gezdiğimiz bir İsrail şehrini, yarı duygusal yarı belgesel gibi yazardım. Önce çalakalem yazdığım yazılarımı, daha sonra temize çeker, gazeteye öyle yollardım. O yıllarda gazetecilik büyük emek isterdi. Her pazartesi ve salı akşamları gazetenin yönetmeni Silvio Ovadya ve Yusuf Altıntaş, sabahlara kadar birlikte çalışırlar, yazıları kontrol ederler ve düzeltirlerdi. Herkes elden yazarken Yusuf yazılarını daktiloyla yazardı, ama sonuç olarak tüm yazılar yine dizgicinin elinden geçerdi. Gazetenin fotoğraf, pikaj ve montaj odaları vardı. Resimler yüzde hesabıyla küçültülür veya büyütülürdü. Karanlık odada fotoğraflar hazırlanırdı. Gazeteler, dergiler tek tek taranır, güzel resimler kesilir ve arşiv dosyalarına konurdu. Her hafta bu resim dosyaları açılır ve konuya ilişkin resimler seçilip, boyutları hesaplanarak hazırlanan mizampaj sayfalarına iliştirilirdi. Çekilen fotoğraflar yakındaki bir fotoğrafçıya götürülüp bastırılır, kullandıktan sonra arşive kaldırılırdı. Ben Şalom Gazetesi'nin primitif dönemlerinde yıllarca çalıştım. Aktif olarak 91 yılının sonbaharına kadar Şalom’a hiç gitmedim. Yazılarımı Yusuf’a verir, gerisine karışmazdım. Sanırım kasım ayıydı. Bir cuma günü Yusuf bana telefon etti ve ertesi günü beni beraberinde gazeteye götürüp oradaki diğer arkadaşlarla tanıştırmak istediğini söyledi. Şalom’a ilk gittiğim o cumartesi günü yüreğim ağzımdaydı. İçeri girince ilk tanıştığım kişi Nana Tarablus’tu. Çok genç, incecik ve çok hoş bir kadındı. Hemen kaynaştık, konuşup gülüşmeye başladık derken, içeri güler yüzlü, klas, uzun boylu ve soylu bir duruşu olan Lizi Behmoaras, çıtı pıtı, zarif ve kibar Meri Asayas girdi. Bu kadınlar kırklarını süren, kültürlü ve tecrübeli insanlardı. Nana iç haberler sayfasını, Lizi kültür sayfasını ve Meri sanat sayfasını yönetiyorlardı. Sanırım o zaman 23 yaşlarında olan Josephine Dayan gazetenin hem yazı hem de teknik işlerinde çalışırdı. Genç delikanlılar Albert Nasi, David Behmoaras, genç kız yazarlar Beki Molho, Rozali Elnekave, Yael Eskenazi, Selin Feldman aklımda kalanlar arasında. Bir de gazetenin sorumlu yazı işleri müdürü, Ladino’nun ustası Salamon Bicerano vardı. Gazetenin yönetmeni çok genç, aktif, sıcak kanlı, yüksek sesle konuşan ve benim yaşıtım olan Silvyo Ovadya ile tanıştık. Açıkçası hepsi de beni sevgi ve ilgiyle karşılamışlardı. Albert Nasi, İvo Molinas ve ben çok yakın zamanlarda, 90 yılında çalışmaya başlamıştık. İvo çok gençti, sanırım 30 yaşındaydı, 5 yaş aramız var çünkü. O dış haberler sayfası sorumlusuydu. Yusuf’un siyaset yazdığı büyük bir köşesi vardı. Ayrıca Judeo Espanyol sayfasının adı konmamış yönetmeniydi. Gazetenin her tarafında emeği ve kontrolü vardı. Gazeteyi bir mutfak gibi düşünürsek, mutfağın şefi o ve Silvio idiler. Yusuf çok ciddiydi ve herkes ondan biraz çekinirdi. Gerçi henüz 46 yaşındaydı, ama bir ağırlığı vardı.

Yazarlık ve gazetecilik hayatımda Yusuf Altıntaş bir ekoldü. Ben onun tedrisatından geçtiğim için çok ciddi ve disiplinli çalışırdım. Aksi halde beni tepelemesi işten bile değildi. Gazeteye yeni giren yazarlar, hemen her cumartesi günü yapılan yazı kurulu toplantısına giremezlerdi. O kişinin ustalığı, çalışma temposu ve istikrarı test edildikten sonra toplantılara dahil olabilirdi. İşte ben bu şerefe ancak 91 yılının sonunda nail olabildim. Toplantılarda Yusuf’un yanına oturur, sadece dinler, neredeyse hiç konuşmazdım. Artık ilk yazı dizim bitmiş, ikinci dizime başlamıştım. “Geleneklerimiz” adlı bir köşede, her hafta Yahudi dini ve gelenekleri hakkında 4. sayfada yazmaya devam ediyordum. Geleneklerimiz serisi bitince, bir gün toplantıda "Bu seri de bitti, bana iş versenize" deyince, Nana “Röportaj yap” dedi.” Buradan çıkınca İzel Rozental’in karikatür sergisine gidiyoruz. Hadi bakalım ilk röportajını İzel’le yap” dedi. İzel Rozental’in ilk kitabı “Her Şeye Rağmen” in kitap tanıtımı, satışı ve sergisi vardı. Aman Allah, o akşamüstü bodoslama olarak İzel’le ilk röportajımı yaptım. Resimleri de çekildi. Bingo artık topluma karışmaya başlamıştım. Ama Yusuf'un benim hakkımda farklı emelleri vardı. O benim röportajcı değil araştırmacı/yazar olmamı istiyordu.” Arada zevk için yap ama, ben senin beynini terletmeni istiyorum” diyordu. Adam sanki bana kazma vurmuş, petrol çıkarmıştı. Şimdi petrol kuyularını çoğaltmak istiyordu. Bir pazar günü sabahı dernekte otururken “Bizim Kadınlarımız” adı altında tarihe mal olmuş Yahudi kadınlarını yazmamı istedi. Ama bu kadınlar hayat hikayelerini “ben” diliyle başlayarak, teatral bir biçimle anlatacaklardı. Önce Tevrat’tan ve Tanah’tan başlayacaktım. Sonrası ilerleyen zamanda kendini getirecekti zaten. Bir kağıda sırasız bir biçimde Tevrat ve Tanah kadınlarını yazdı. Artık yeni bir yük altına girmiştim. Türkçe'ye tercüme edilmiş, Tevrat’ı, yani Kitab-ı Mukaddes’i ilk sayfasından itibaren okumaya başladım. İlk kadın, kutsal Sara annemizdi. Start'ı verdim. O kadar çok yazıyordum ki parmaklarım romatizma olmuş gibi ağrıyordu. Çünkü okul hayatından sonra, kalemi bırakan elim alışkanlığını kaybettiğinden, parmaklarım sızım sızım sızlıyordu.

1991 yılı başka olaylara da gebeydi. 1990 Ağustos'unda Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Kuveyt’e saldırmış ülkeyi ve Körfezi eline geçirmişti. Körfezi zorbalıkla ele geçirince, başta ABD olmak üzere bütün dünya kaynamaya başlamıştı. Ben bir gün David’e “göreceksin bu sonunda yine İsrael’in başına patlayacak” diyordum. Bütün siyasi görüşmelere rağmen, Saddam körfezden çekilmeyince, ABD, Başkan baba George Bush döneminde bir gece aniden Bağdat’ı bombalamaya başladı. Tarih 17 Ocak 1991’di. Hiç unutmam eniştem Niso Altaras sabahın üçünde bize telefon etmiş, “Irak’ta savaş başladı CNN’i açın” demişti. Hepimiz uyandığımızdan Soni ve Hay dahil hemen Kablolu yayından CNN televizyonunu açmış, açık neon yeşili renklerle, şehrin bombalandığını naklen görüyorduk. Bu ömrümüzde şahit olduğumuz ilk naklen yayın savaştı. CNN spikeri maç anlatır gibi bombalamayı anlatırken, simultane tercüme yapan bir kadın bunu Türkçeye çeviriyordu. Vaziyet dehşetti. Irak’ın elinde kimyasal silahlar olduğu ve kimyasallarla dolu füzeler fırlatacağını da önceden öğrenmiştik zaten. Saddam Hüseyin acımasız, zalim bir diktatördü. Kısa zamanda herkes Saddam uzmanı olmuştu.

O gece Hay savaşı büyülenmiş gibi izliyordu. Henüz 8 yaşında bile değildi ve onu televizyonun başından zorla söküp yatağına geri göndermiştim. Aklıma gelen şeyler doğru çıkmıştı. Saddam kıskıvrak, gizlendiği yerden emir veriyor, ABD’nin Bağdat’ı bombalamasından hemen sonra İsrael’e füze fırlatıyordu. İsrael savaşa dahil olmadığı halde, sırf Yahudi ülkesi olduğu için diyet ödüyordu. ABD, savaşa girmesine engel olarak İsrael’in elini kolunu bağlamıştı ve oraya Patriot Füzeleri göndermişti. Saddam’ın gönderdiği Rus yapımı Scud Füzelerini, İsrael Ordusu patriotlarla havada yakalayıp infilak ettiriyorlardı. İsrael her an tetikteydi. İsrael’de herkesin evlerinde bir oda sığınak odası haline getirilmişti. Kapı pencere naylonlarla kaplanmıştı. Devlet herkese gaz maskesi ve bir sarı kutu vermişti. İnsanlar sokağa bile gaz maskeleri ve sarı kutularıyla çıkıyorlardı. Sirenler çalmaya başlayınca insanlar maskelerini takıp sığınak odalarına giriyorlardı. Füze gelip patladıktan sonra, radyoda füzenin kimyasal olup olmadığı açıklanıyordu. Aksi halde kutunun içinde duran ve kimyasallara karşı panzehir olan ilacı, kutudaki enjeksiyonla kendilerine vuracaklardı. Bu maraton ve panik, savaş süresince yani yaklaşık olarak 40 gün kadar sürmüştü. Füzeler eğer havada patlatılamazsa, mucizevi bir biçimde ya boş alanlara ya da insanların içinde yaşamadıkları binalara düşüyordu. O kadar günde sadece iki üç yaşlı insan korkudan kalp krizi geçirip, hayatlarını kaybetmişlerdi. Her füzeden sonra deliler gibi İsrael’deki kuzenlerimi arıyordum. Üzüntüden perişan bir haldeydim. Hayatım sanki durmuştu. Hiçbir şey yapamıyordum. CNN devamlı açıktı. Bütün gün hep TV’nin başındaydım. Soni, savaş sürerken bir gün, İsrael için oruç tutmuş, devamlı mum yakıyordu. Hay okula gitmek istemiyordu. Zorla gönderiyordum. Eve gelir gelmez TV başına çöküyordu. Onu oradan kopartamıyordum. Gecemiz gündüzümüze karışmıştı. Dernekler güvenlik sebebiyle kapatılmışlardı.

Bir sabah Hay “ben derin nefes alamıyorum” dedi. Okula göndermedim. Çok derin nefes alamıyordu, nefes açlığı çekiyordu. O akşamüstü onu taksiye atıp Bağdat Caddesi’nde bakan doktoru Asuman Eğribozlu’ya götürmüştüm. Doktor uzun uzun çocuğu muayene etti, fiziksel olarak bir şeyi yoktu, onu oturttu ve “Bana anlat bakalım, okulda bir problemin mi var?” diye sordu. Çocuk ona bakarak; ”Yok canım ne okulu? Sizin Saddam’ın savaşından haberiniz yok galiba?” dedi. Doktor oğlana baktı ve “Saddam’ın savaşından sana ne? sen oyna, lego yap, top oyna, sana ne?” dedi ve bana baktı. Hay “Anlatamıyorum galiba, adam devamlı haksız yere füze fırlatıyor, ben sinirden nefes alamıyorum” dedi. Doktor bana kesinlikle Hay’a TV’yi yasak etmemi istedi. “Adama bak bu yaşta siyasetten nefes darlığı oluyor” deyip, gülüyordu. Neyse, ben rahatlamıştım. Yolda oğlana bakarak;” Artık CNN seyretmek yok, yasak “dedim. Yüzüme bakıp; “Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Benim bunları takip etmem lazım. Ama söz artık o kadar üzülüp, kızmayacağım” dedi. Körfez Savaşı tam Purim Bayramının akşamı bitmişti. Tarih 28 şubat 1991’di. O kadar mutlu olmuştum ki, Yusuf’u, Salvo Loya’yı ve eşleri Meri ve Lizet’i tatlı yemek için bize davet etmiştim. Masayı tatlılar, meyve şekerlemeleri, mavlaç ve pastalarla doldurmuştum. Soni, ben ve Hay sevinçten şakıyorduk. Yusuf ”Aman, Purim’de bir kez daha yenildi” diyordu. Aslında benzetmesi harikaydı, ve bu modern zaman İsrael Mucizesiydi. Kimsenin burnu bile kanamamıştı. Soni o gece, henüz iki gün evvel David’in evimiz için yeni satın aldığı piyanonun başına geçmiş olan harika melodiler çalıyordu. Çok mutlu bir geceydi. O yıllar ne kadar yoğunmuş, veya ben ilk defa evden ve ailemden başımı dışarı çıkardığım için, hayatın akış hızına yetişemiyordum. Nedir ki, bu bana zaten genç olduğum halde, çok fazla coşku katmıştı. Dernekteki tiyatro provaları, gazete yazıları, kutsal kitap okumaları, arkadaşlarla gidilen gece gezmeleri derken, doğal görevlerime odaklanmak artık zor gelmeye başlamıştı. Ama aile ve ev birincil görevimdi ve aksatmadan yürütmeye gayret ediyordum.

GKD Nostalji Orkestrası

GKD Nostalji Orkestrası

GKD Tiyatro grubu

GKD Tiyatro grubu

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.