KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-62
2002 yılında yeğenim Ari uzun zamandır nişanlı olduğu Jale ile evlenmeye karar vermişti. 28 Eylül’de bir kır düğünü ile nikahlanmışlardı. Bu arada Rina da yıllardır arkadaşlık ettiği Ariel Darsa ile nişanlanmıştı. Ari’nin düğün gecesi bütün çocuklarımız oradaydılar. Soni’ler de İsrael’den gelmişlerdi. Babam artık çok güçsüz olduğu için onu düğüne tekerlekli sandalye ile götürmüştük. Onun bu hali bizi üzüyordu ama, yine de aramızda olduğu ve torunlarının mutlu günlerini görebilme şansına eriştiği için şükrediyorduk. Artık gitgide olgunlaşıyor ve yaşamı kabullenme çağına giriyordum.
Bu arada Hay 2001 yılında okulunu bitirip İsrael’e aliya yapacağı dönemde, o sırada askerlik görevini yapmakta olan Soni, bize İsrael’in korkunç bir intifada içinde olmasından ötürü, Hay’ı İsrael’e göndermemize mani olmuştu. Yeruşalayim’in her yerinde o dönemde sürekli intihar saldırıları yapılıyor ve her gün onlarca kişi ölüp, yaralanıyordu. İsrael o dönemde kan ağlıyordu. Durumu Hay’la konuştuk ve onun üniversiteyi İstanbul’da okuması için ikna ettik. Zavallı çocuk gözü yaşlı bunu kabul etti. Böylece özel bir üniversite olan Yeditepe Üniversitesine girdi. Burada Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimleri bölümlerine kayıt oldu. İngilizce sınavını kazanarak hazırlık sınıfını atladı ve direkt birinci sınıfa girdi.
Okulda mutluydu ama hayalleri suya düşmüştü. Ben de Hay adına çok üzülüyordum çünkü bir şeyi hayal edip de hayata geçirememek insanın başına gelen en berbat şeydir. Hay çok sıcak ve insanlarla çabuk dostluk kuran bir karaktere sahip olduğu için, okulda herkes tarafından tanınan ve sevilen bir öğrenci olmuştu. Sürekli ders çalışıyordu, çünkü amacı hiç yıl kaybetmeden okulu bitirmek ve master için İsrael’e gidip, aliya yapmaktı. Artık o dönemde, hayatını kendi istediği yaşama düzeyine ve yaşına gelecekti.
Ari'nin düğününden bir süre sonra, yeniden normal hayatımıza dönmüş, gazete ve ev arasında mekik dokumaya başlamıştım. Artık peş peşe yazı dizileri hazırlıyordum. Bütün bu yazıları yazabilmek için de beyninizi sürekli beslemeniz gerekir. O dönemlerde Google revaçta olmadığından, hatta benim yaşamıma henüz bilgisayar girmediğinden, sürekli yabancı yayınlar okuyarak besleniyordum. Bazı geceler sabahlara kadar çalışma odamda kitap ve ansiklopedi okurdum. Yatmak aklıma bile gelmezdi.
2003 yılına girdiğimizde, dünyada yine Afganistan, Irak krizleri vardı. İsraeli’n krizleri zaten hiç bitmezdi, her şeyin faturası sonunda İsrael’e çıkartılırdı çünkü. Arada o kış biz yine bir süreliğine İsrael’e gitmiş ve çocukları görmüştük.
2003 yılının Mart ayında, gazete yazı kurulunun toplandığı bir Cumartesi günü, artık genel yayın yönetmenliğini yapan Yakup Barokas, beni Mart ayının 20’sinde Polonya’nın Krakow şehri yakınındaki Auschwitz Toplama Kampına, gazete adına göndermek istediklerini söyledi. O tarihte Auschwitz’de yaşamlarını kaybeden Sefarad Yahudileri adına konacak bir mermer anıt açılışının töreninde Türkiye Sefaradları adına Şalom Gazetesini temsil edecektim. Bu görevi sevinçle kabul ettim. Holokost’la ilgili bir törende, hem de Auschwitz’de gazetecilik yapmak benim için şereflerin en büyüğüydü.
Gazetenin önemli karikatüristlerinden sevgili İrvin Mandel o sırada bir turizm şirketine sahipti. O tören için, bir tur tertiplemişti. Bu tura gazeteden bazı arkadaşlarım da katılacaktı. İrvin Mandel’in rehberliğinde, İzel Rosenthal ve eşi, Robert Schild ve eşi, Roslin Pardo, Tuna Saylağ , Eli ve Klara Perahya’nın yanı sıra birkaç çift daha bu geziye katılıyorlardı. David o sırada çok yoğun çalıştığı için Hay’ı da bu seyahate göndermeye karar verdi. Bu benim için bir taşla iki kuş vurmak gibi olmuştu.
Hem Varşova ve Krakow’u dostlarımla ve oğlumla gezip görecek, hem de Auschwitz’de gazetecilik görevimi yapacaktım. Yolculuk çok keyifli başlamıştı. Önce Polonya’nın başkenti Varşova’ya uçmuştuk. Varşova çok güzel bir Doğu Avrupa şehriydi. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından tamamen bombalandığı için, savaş bittikten sonra tüm Varşova halkı kadın erkek demeden çalışmış ve tonlarca ağırlıktaki yıkıntı ve molozları kaldırarak şehri ve yolları yeniden inşa etmişlerdi. Kiliselerin köşklerin ve tarihi binaların eski resimlerine bakarak tıpkısını inşa etmişler ve içlerini aynen döşemişlerdi.
Daha sonra Sovyet istilasına uğradığından, şehirde Sovyet döneminden kalma binalar ve Stalin’in şehre özel olarak armağan ettiği dev gibi bir bina da vardı. Bu bina Moskova’daki Duma Binasının bir eşiydi. Varşova’da hava buz gibiydi. Hepimizin başlarında bereler ve atkılarla sıkıca sarınmış bir şekilde şehri geziyorduk. Bir gün Varşova Gettosuna gitmiştik. Eskiden Mila Sokağı 18 numara olan evin yerinde Mordeckhai Anilewich ve direnişçi arkadaşlarının anısına konulan bir anıt vardı. Varşova Gettosunun tümü Almanlar tarafından yıkılıp dümdüz edilmiş ve beton bir alan haline getirilmişti. Daha sonra yeniden inşa edilen sinagogu da ziyaret etmiştik. Şehir meydanında Nobel ödüllü fizikçi ve kimyacı Marie Curie’nin doğduğu ev vardı. Orası Marie Curie Müzesi haline getirilmişri. Şehrin en büyük katedralinde Polonyalı müzik sanatçısı, besteci ve piyanist Frederic Chopin’in bir kutuya konmuş kalbi gömülüydü. Paris’te veremden 35 yaşındayken öldüğünde, kalbinin Varşovaya gömülmesini vasiyet etmişti.
Bir gün Buzlar Sarayı adı verilen büyük bir malikanede Chopin konseri dinlemeye götürülmüştük. Minik sarayın büyük konser odasında dizilen ipekli sandalyelere oturup, bir kadın sanatçının çaldığı piyano ile verdiği mükemmel bir piyano konseri dinlemiştik. Hay küçüklüğünden beri Chopin’in müziklerine aşina olduğu için, konserde çok mutlu görünüyordu. Ben zaten Chopin delisi olarak Polonez’lerin ve Nocturn’lerin arasında hayal alemindeydim. Konser arasında şampanya eşliğinde sohbet edilmişti. Geceleri değişik restoranlarda farklı lezzetler tadıyorduk. Bir öğle sırasında Polonya mantısı Drimling ısmarlamıştık. Yemekler geciktiği için çok acıktığımızdan, İzel Rosental hepimize, yanındaki kağıtlara çizdiği, yemek dolu resimler çizip vermişti. Bana içine bir kara sinek düşmüş olan çorba tabağı resmi düşmüştü. Çok gülmüştük. O resmi hala sevgiyle saklarım.
Varşova Müzesini ve diğer bütün görülmesi gereken noktaları gördükten sonra, uçağa binip Krakow’a gitmiştik. Krakow inanılmaz güzellikte ve korunmuş ortaçağ mimarisine sahip bir şehirdi. O kadar güzeldi ki, nefesim kesilmişti. Her taraf eski ve rengarenk yapılarla bezeliydi. Tarihi katedral, yüzlerce yıllık Krakow üniversitesi çok etkileyiciydi. Büyük bilim adamı, matematiçi ve astronom Nicolaus Kopernic 1491-95 yılları arasında bu okulda okumuş ve mezun olmuştu. Vatikan papalarından Papa Jean Paul II.(1920-2005) de Polonyalı olup bu üniversiteden mezun olmuştu. (Karol Josef Wöjtyla), Kendisi 19 yaşında genç bir rahip adayı iken, Polonya’da Yahudileri gizlemiş ve başka yerlere kaçmalarına yardımcı olmuş, pamuk kalpli bir insandı.
Orada olduğumuz bir gün Yahudilerin yüzyıllarca yaşadıkları bölge olan Kazimierz’e götürülmüştük. Orada eski Yahudi Mezarlığı, sinagog, tabelalarında İbranice ve İngilizce yazan restoranlar vardı. “Schlinder’s List” filmi orada çekildiği için filmin platosu hala orada duruyordu. O gece Ariel adlı bir Kaşer Yahudi restoranında yemek yemiş ve İsrael’den ithal edilmiş Rotschild şarapları içmiştik. Bir Klezmer orkestrası canlı müzik yapmıştı. Kendimizi mutlu hissediyorduk. Çünkü Hitler çok istediği halde soyumuzu kurutamamıştı ve onun yarattığı cehennemin tam ortasında Yahudi restoranında yiyip, İsrael malı şaraplar içiyorduk.
Ertesi gün bize tahsis edilen bir otobüsle Krakow’un Osvichem kasabasına gitmiştik. Almanca adı Auschwitz-Birkenau olan en dehşetli ölüm kampı işte tam da buradaydı. İçeri girerken göreceğim ve anlatılacak şeylerden ürkerek kalbim çok hızlı atıyordu. Derin bir nefes alarak kendi içime çeki düzen verdim. Burada Sara olarak vardım ama, gazeteci sorumluluğum da vardı. Kapı ağzında meşhur olan kemerli madeni girişte “Arbeit Macht Frei” yazıyordu. Yani “çalışmak özgürlük getirir”. Ne özgürlük ama! Tren istasyonu ve demiryolu kampın içine doğru giriyordu. Zavallı dindaşlarımızın kaderi trenden indikleri anda şekilleniyordu. Gaz odasına gidecekler sola, çalışabilecek kadar genç ve güçlü olanlar sağa. Sola gidenlerin içinde yaşlılar, çocuklu anneler ve her yaştan küçük çocukları vardı.
Oradaki bir rehber bizi bölüm bölüm her yere götürerek İngilizce uzun ve detaylı anlatımlar yapıyordu. Her şey, her yer içler acısıydı. Mahkumların uyuduğu odalar ve ranzalar, vitrinlerin içinde teşhir edilen milyonlarca gözlük, her renkte dibinden kesilmiş insan saçları, sarışın, kızıl kumral saç örgüleri. Uçları ve topukları patlamış ayakkabı ve postallar, binlerce kıyafet, palto ve erkek ceketleri, binlerce bebek ve çocuk giysileri. Binlerce biberon ve emzikler, patikler, bebek yün ceketleri, binlerce valiz üst üste yığılmış bir biçimde vitrinlerde istif edilmişti. Mahkumların ayakta, günlerce aç ve susuz hapis tutuldukları tuğladan daracık hücreler, tuvalet ihtiyaçlarını karşılayacakları açık alandaki büyükçe delikler, ve gaz odaları. Sonra da cesetlerin yakıldığı fırınlar ve onları ateşe sürmek için yapılan ahşap, çok uzun saplı dev fırın kürekleri. Bu fırınlar yani Krematoryum hiç sönmez, seri imalat şeklinde cesetler yakılırken, külleri özellikle rüzgarlı havalarda bütün şehri kar gibi kaplarmış. Gökten sürekli olarak insan külleri yağarmış.
Kampın gezilmesi bittikten sonra kısa bir sandviç atıştırmasının ardından, sıra o gün Auschwitz’de yapılacak olan mermer levha takma törenine gelmişti. Avrupa’nın her yerinden ve Amerika’dan gelen survivorlar (hayatta kalanlar) ve aileleri, kamp formasını giyip gelmiş olan yaşlı mahkumlar, Fransa’dan ünlü Yahudi politikacı ve survivor olan Simone Weil, Sorbonne Üniversitesi Ladino Kürsüsü Başkanı Prof. Hayim Vidal Sephiha, ünlü Bosnalı, Amerika’da yaşayan Ladino sanatçısı Flory Jagoda, yakın aile dostumuz, Dallas’ta yaşayan ve Ladino dilini yaşatanlardan yazar Rachel Amado Bortnick oradaydılar. Bu önemli insanların yanı sıra gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş iki survivor kız kardeş, New York’lu yaşlı bir kadın, ve daha yüzlerce Holokost mağduru ve yakınları bu törene gelmişlerdi. Plaketi Hayim Vidal Sephiha, Simone Weil ve Türk Yahudi Cemaati’nin son derece saygıdeğer ve yaşlı üyesi Eli Perahya takmışlardı. Sonra mahkum üniformalı yaşlı bir Fransız adam ve Prof. Sephiha ile Simone Weil birer konuşma yaptıktan sonra, incecik ve narin sanatçı beyaz saçlarını topuz halinde toplamış, üzerindeki uzun elbisesi ve mantosuyla mikrofona geçmiş olan Flory Jagoda “Arvoles Yoran Por Luvias ”adlı şarkıyı seslendirmişti. Bu şarkıyı kamptaki Sefarad mahkumlar söyleyip ağlarlarmış “En Las Tierras Ajenas Yo Me Vo Murir” (Ben yabancı topraklarda öleceğim). O gün orada İsrael’den öğretmenleriyle birlikte gelmiş İsrael’li öğrenciler de vardı. Ellerinde dev İsrael bayrakları vardı. Başında yünlü kipası olan Hay onlarla İbranice sohbet ederken, bir bayrak almış şal gibi sırtına dolamıştı.
Ben resimler çekip, Holokost kurtulanları ile İngilizce ve Ladino dilinde röportajlar yaparken, göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. Prof. Sephiha ile uzunca bir röportaj yapmıştım. Bana, kendisi 16 yaşında iken bu kampta mahkum olduğunu anlatırken, o sırada kendi ezberinden okuduğu okuduğu Baudleaire’in şiirlerini okumuştu. O gün Auschwitz’i terk ederken kendimi çok farklı ve daha olgun hissediyordum. Bu olgunluğun ilk meyvesini 5-6 gün sonra yemeye başlayacağımı kim bilebilirdi ki? Beni çok çetin günler bekliyordu.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.