KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-62
2002 yılında yeğenim Ari uzun zamandır nişanlı olduğu Jale ile evlenmeye karar vermişti. 28 Eylül’de bir kır düğünü ile nikahlanmışlardı. Bu arada Rina da yıllardır arkadaşlık ettiği Ariel Darsa ile nişanlanmıştı. Ari’nin düğün gecesi bütün çocuklarımız oradaydılar. Soni’ler de İsrael’den gelmişlerdi. Babam artık çok güçsüz olduğu için onu düğüne tekerlekli sandalye ile götürmüştük. Onun bu hali bizi üzüyordu ama, yine de aramızda olduğu ve torunlarının mutlu günlerini görebilme şansına eriştiği için şükrediyorduk. Artık gitgide olgunlaşıyor ve yaşamı kabullenme çağına giriyordum.
Bu arada Hay 2001 yılında okulunu bitirip İsrael’e aliya yapacağı dönemde, o sırada askerlik görevini yapmakta olan Soni, bize İsrael’in korkunç bir intifada içinde olmasından ötürü, Hay’ı İsrael’e göndermemize mani olmuştu. Yeruşalayim’in her yerinde o dönemde sürekli intihar saldırıları yapılıyor ve her gün onlarca kişi ölüp, yaralanıyordu. İsrael o dönemde kan ağlıyordu. Durumu Hay’la konuştuk ve onun üniversiteyi İstanbul’da okuması için ikna ettik. Zavallı çocuk gözü yaşlı bunu kabul etti. Böylece özel bir üniversite olan Yeditepe Üniversitesine girdi. Burada Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimleri bölümlerine kayıt oldu. İngilizce sınavını kazanarak hazırlık sınıfını atladı ve direkt birinci sınıfa girdi.
Okulda mutluydu ama hayalleri suya düşmüştü. Ben de Hay adına çok üzülüyordum çünkü bir şeyi hayal edip de hayata geçirememek insanın başına gelen en berbat şeydir. Hay çok sıcak ve insanlarla çabuk dostluk kuran bir karaktere sahip olduğu için, okulda herkes tarafından tanınan ve sevilen bir öğrenci olmuştu. Sürekli ders çalışıyordu, çünkü amacı hiç yıl kaybetmeden okulu bitirmek ve master için İsrael’e gidip, aliya yapmaktı. Artık o dönemde, hayatını kendi istediği yaşama düzeyine ve yaşına gelecekti.
Ari'nin düğününden bir süre sonra, yeniden normal hayatımıza dönmüş, gazete ve ev arasında mekik dokumaya başlamıştım. Artık peş peşe yazı dizileri hazırlıyordum. Bütün bu yazıları yazabilmek için de beyninizi sürekli beslemeniz gerekir. O dönemlerde Google revaçta olmadığından, hatta benim yaşamıma henüz bilgisayar girmediğinden, sürekli yabancı yayınlar okuyarak besleniyordum. Bazı geceler sabahlara kadar çalışma odamda kitap ve ansiklopedi okurdum. Yatmak aklıma bile gelmezdi.
2003 yılına girdiğimizde, dünyada yine Afganistan, Irak krizleri vardı. İsraeli’n krizleri zaten hiç bitmezdi, her şeyin faturası sonunda İsrael’e çıkartılırdı çünkü. Arada o kış biz yine bir süreliğine İsrael’e gitmiş ve çocukları görmüştük.
2003 yılının Mart ayında, gazete yazı kurulunun toplandığı bir Cumartesi günü, artık genel yayın yönetmenliğini yapan Yakup Barokas, beni Mart ayının 20’sinde Polonya’nın Krakow şehri yakınındaki Auschwitz Toplama Kampına, gazete adına göndermek istediklerini söyledi. O tarihte Auschwitz’de yaşamlarını kaybeden Sefarad Yahudileri adına konacak bir mermer anıt açılışının töreninde Türkiye Sefaradları adına Şalom Gazetesini temsil edecektim. Bu görevi sevinçle kabul ettim. Holokost’la ilgili bir törende, hem de Auschwitz’de gazetecilik yapmak benim için şereflerin en büyüğüydü.
Gazetenin önemli karikatüristlerinden sevgili İrvin Mandel o sırada bir turizm şirketine sahipti. O tören için, bir tur tertiplemişti. Bu tura gazeteden bazı arkadaşlarım da katılacaktı. İrvin Mandel’in rehberliğinde, İzel Rosenthal ve eşi, Robert Schild ve eşi, Roslin Pardo, Tuna Saylağ , Eli ve Klara Perahya’nın yanı sıra birkaç çift daha bu geziye katılıyorlardı. David o sırada çok yoğun çalıştığı için Hay’ı da bu seyahate göndermeye karar verdi. Bu benim için bir taşla iki kuş vurmak gibi olmuştu.
Hem Varşova ve Krakow’u dostlarımla ve oğlumla gezip görecek, hem de Auschwitz’de gazetecilik görevimi yapacaktım. Yolculuk çok keyifli başlamıştı. Önce Polonya’nın başkenti Varşova’ya uçmuştuk. Varşova çok güzel bir Doğu Avrupa şehriydi. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından tamamen bombalandığı için, savaş bittikten sonra tüm Varşova halkı kadın erkek demeden çalışmış ve tonlarca ağırlıktaki yıkıntı ve molozları kaldırarak şehri ve yolları yeniden inşa etmişlerdi. Kiliselerin köşklerin ve tarihi binaların eski resimlerine bakarak tıpkısını inşa etmişler ve içlerini aynen döşemişlerdi.
Daha sonra Sovyet istilasına uğradığından, şehirde Sovyet döneminden kalma binalar ve Stalin’in şehre özel olarak armağan ettiği dev gibi bir bina da vardı. Bu bina Moskova’daki Duma Binasının bir eşiydi. Varşova’da hava buz gibiydi. Hepimizin başlarında bereler ve atkılarla sıkıca sarınmış bir şekilde şehri geziyorduk. Bir gün Varşova Gettosuna gitmiştik. Eskiden Mila Sokağı 18 numara olan evin yerinde Mordeckhai Anilewich ve direnişçi arkadaşlarının anısına konulan bir anıt vardı. Varşova Gettosunun tümü Almanlar tarafından yıkılıp dümdüz edilmiş ve beton bir alan haline getirilmişti. Daha sonra yeniden inşa edilen sinagogu da ziyaret etmiştik. Şehir meydanında Nobel ödüllü fizikçi ve kimyacı Marie Curie’nin doğduğu ev vardı. Orası Marie Curie Müzesi haline getirilmişri. Şehrin en büyük katedralinde Polonyalı müzik sanatçısı, besteci ve piyanist Frederic Chopin’in bir kutuya konmuş kalbi gömülüydü. Paris’te veremden 35 yaşındayken öldüğünde, kalbinin Varşovaya gömülmesini vasiyet etmişti.
Bir gün Buzlar Sarayı adı verilen büyük bir malikanede Chopin konseri dinlemeye götürülmüştük. Minik sarayın büyük konser odasında dizilen ipekli sandalyelere oturup, bir kadın sanatçının çaldığı piyano ile verdiği mükemmel bir piyano konseri dinlemiştik. Hay küçüklüğünden beri Chopin’in müziklerine aşina olduğu için, konserde çok mutlu görünüyordu. Ben zaten Chopin delisi olarak Polonez’lerin ve Nocturn’lerin arasında hayal alemindeydim. Konser arasında şampanya eşliğinde sohbet edilmişti. Geceleri değişik restoranlarda farklı lezzetler tadıyorduk. Bir öğle sırasında Polonya mantısı Drimling ısmarlamıştık. Yemekler geciktiği için çok acıktığımızdan, İzel Rosental hepimize, yanındaki kağıtlara çizdiği, yemek dolu resimler çizip vermişti. Bana içine bir kara sinek düşmüş olan çorba tabağı resmi düşmüştü. Çok gülmüştük. O resmi hala sevgiyle saklarım.
Varşova Müzesini ve diğer bütün görülmesi gereken noktaları gördükten sonra, uçağa binip Krakow’a gitmiştik. Krakow inanılmaz güzellikte ve korunmuş ortaçağ mimarisine sahip bir şehirdi. O kadar güzeldi ki, nefesim kesilmişti. Her taraf eski ve rengarenk yapılarla bezeliydi. Tarihi katedral, yüzlerce yıllık Krakow üniversitesi çok etkileyiciydi. Büyük bilim adamı, matematiçi ve astronom Nicolaus Kopernic 1491-95 yılları arasında bu okulda okumuş ve mezun olmuştu. Vatikan papalarından Papa Jean Paul II.(1920-2005) de Polonyalı olup bu üniversiteden mezun olmuştu. (Karol Josef Wöjtyla), Kendisi 19 yaşında genç bir rahip adayı iken, Polonya’da Yahudileri gizlemiş ve başka yerlere kaçmalarına yardımcı olmuş, pamuk kalpli bir insandı.
Orada olduğumuz bir gün Yahudilerin yüzyıllarca yaşadıkları bölge olan Kazimierz’e götürülmüştük. Orada eski Yahudi Mezarlığı, sinagog, tabelalarında İbranice ve İngilizce yazan restoranlar vardı. “Schlinder’s List” filmi orada çekildiği için filmin platosu hala orada duruyordu. O gece Ariel adlı bir Kaşer Yahudi restoranında yemek yemiş ve İsrael’den ithal edilmiş Rotschild şarapları içmiştik. Bir Klezmer orkestrası canlı müzik yapmıştı. Kendimizi mutlu hissediyorduk. Çünkü Hitler çok istediği halde soyumuzu kurutamamıştı ve onun yarattığı cehennemin tam ortasında Yahudi restoranında yiyip, İsrael malı şaraplar içiyorduk.
Ertesi gün bize tahsis edilen bir otobüsle Krakow’un Osvichem kasabasına gitmiştik. Almanca adı Auschwitz-Birkenau olan en dehşetli ölüm kampı işte tam da buradaydı. İçeri girerken göreceğim ve anlatılacak şeylerden ürkerek kalbim çok hızlı atıyordu. Derin bir nefes alarak kendi içime çeki düzen verdim. Burada Sara olarak vardım ama, gazeteci sorumluluğum da vardı. Kapı ağzında meşhur olan kemerli madeni girişte “Arbeit Macht Frei” yazıyordu. Yani “çalışmak özgürlük getirir”. Ne özgürlük ama! Tren istasyonu ve demiryolu kampın içine doğru giriyordu. Zavallı dindaşlarımızın kaderi trenden indikleri anda şekilleniyordu. Gaz odasına gidecekler sola, çalışabilecek kadar genç ve güçlü olanlar sağa. Sola gidenlerin içinde yaşlılar, çocuklu anneler ve her yaştan küçük çocukları vardı.
Oradaki bir rehber bizi bölüm bölüm her yere götürerek İngilizce uzun ve detaylı anlatımlar yapıyordu. Her şey, her yer içler acısıydı. Mahkumların uyuduğu odalar ve ranzalar, vitrinlerin içinde teşhir edilen milyonlarca gözlük, her renkte dibinden kesilmiş insan saçları, sarışın, kızıl kumral saç örgüleri. Uçları ve topukları patlamış ayakkabı ve postallar, binlerce kıyafet, palto ve erkek ceketleri, binlerce bebek ve çocuk giysileri. Binlerce biberon ve emzikler, patikler, bebek yün ceketleri, binlerce valiz üst üste yığılmış bir biçimde vitrinlerde istif edilmişti. Mahkumların ayakta, günlerce aç ve susuz hapis tutuldukları tuğladan daracık hücreler, tuvalet ihtiyaçlarını karşılayacakları açık alandaki büyükçe delikler, ve gaz odaları. Sonra da cesetlerin yakıldığı fırınlar ve onları ateşe sürmek için yapılan ahşap, çok uzun saplı dev fırın kürekleri. Bu fırınlar yani Krematoryum hiç sönmez, seri imalat şeklinde cesetler yakılırken, külleri özellikle rüzgarlı havalarda bütün şehri kar gibi kaplarmış. Gökten sürekli olarak insan külleri yağarmış.
Kampın gezilmesi bittikten sonra kısa bir sandviç atıştırmasının ardından, sıra o gün Auschwitz’de yapılacak olan mermer levha takma törenine gelmişti. Avrupa’nın her yerinden ve Amerika’dan gelen survivorlar (hayatta kalanlar) ve aileleri, kamp formasını giyip gelmiş olan yaşlı mahkumlar, Fransa’dan ünlü Yahudi politikacı ve survivor olan Simone Weil, Sorbonne Üniversitesi Ladino Kürsüsü Başkanı Prof. Hayim Vidal Sephiha, ünlü Bosnalı, Amerika’da yaşayan Ladino sanatçısı Flory Jagoda, yakın aile dostumuz, Dallas’ta yaşayan ve Ladino dilini yaşatanlardan yazar Rachel Amado Bortnick oradaydılar. Bu önemli insanların yanı sıra gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş iki survivor kız kardeş, New York’lu yaşlı bir kadın, ve daha yüzlerce Holokost mağduru ve yakınları bu törene gelmişlerdi. Plaketi Hayim Vidal Sephiha, Simone Weil ve Türk Yahudi Cemaati’nin son derece saygıdeğer ve yaşlı üyesi Eli Perahya takmışlardı. Sonra mahkum üniformalı yaşlı bir Fransız adam ve Prof. Sephiha ile Simone Weil birer konuşma yaptıktan sonra, incecik ve narin sanatçı beyaz saçlarını topuz halinde toplamış, üzerindeki uzun elbisesi ve mantosuyla mikrofona geçmiş olan Flory Jagoda “Arvoles Yoran Por Luvias ”adlı şarkıyı seslendirmişti. Bu şarkıyı kamptaki Sefarad mahkumlar söyleyip ağlarlarmış “En Las Tierras Ajenas Yo Me Vo Murir” (Ben yabancı topraklarda öleceğim). O gün orada İsrael’den öğretmenleriyle birlikte gelmiş İsrael’li öğrenciler de vardı. Ellerinde dev İsrael bayrakları vardı. Başında yünlü kipası olan Hay onlarla İbranice sohbet ederken, bir bayrak almış şal gibi sırtına dolamıştı.
Ben resimler çekip, Holokost kurtulanları ile İngilizce ve Ladino dilinde röportajlar yaparken, göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. Prof. Sephiha ile uzunca bir röportaj yapmıştım. Bana, kendisi 16 yaşında iken bu kampta mahkum olduğunu anlatırken, o sırada kendi ezberinden okuduğu okuduğu Baudleaire’in şiirlerini okumuştu. O gün Auschwitz’i terk ederken kendimi çok farklı ve daha olgun hissediyordum. Bu olgunluğun ilk meyvesini 5-6 gün sonra yemeye başlayacağımı kim bilebilirdi ki? Beni çok çetin günler bekliyordu.