MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-23-
Kıbrıs Barış Harekatı 30 Temmuz’a kadar, Cenevre’de yapılan konferanslar, Türk, Yunan, İngiliz, ABD arabulucuları ile görüşmelere devam ederken, Kıbrıs Rum Ordusu, Türk köylerine girip katliamlar yapıyorlardı. Türk Ordusu da, Girne’yi, Güzel Yurt’u ve Mağusa’yı tamamen düşmandan arındırmıştı. Daha sonra iki bölümde mahsur kalan Rumlar ve Türkler, diğer bölümlere taşınacaklardı. Yunanistan, Türk Ordusu’nun Kıbrıs’tan çekilmesini istiyordu. Bülent Ecevit, adada yaşayan Türklerin güvenliği sağlanmadığı sürece her şeye devam edeceğini açıklıyordu.
Kıbrıs tam bir kargaşa içindeyken, 14 Ağustos günü, 2. Kıbrıs Barış Harekatı başladı. O gün yine TRT’de Harbiye Marşları çalmaya başladı. Fakat ilginç bir şekilde halk 20 Temmuz gününde olduğu gibi artık telaşlı değildi. Ne kadar enteresandır ki, insanın ruhu çok esnek galiba, o andaki duruma uyum sağlayıp, bir süre sonra durumu içselleştiriyor.
Artık hayat daha normal akıyordu. O gün bizim sınıftan iki kız arkadaşımızın nikahı vardı. Birinci nikah Fügen Aker ve nişanlısı Musa Pastırma’nın nikahıydı. Fügen, melek gibi güzel bir gelin olmuştu. Musa da çok yakışıklıydı. Yeşilçam jönlerine benziyordu. Bir sonraki nikah ise arkadaşımız Meral Can ve nişanlısı Gökhan’ın nikahıydı. Meral, ipek gibiydi, ama biraz solgundu. O gün yüzük parmağını kırmıştı ve parmağı alçılıydı. Gökhan da, gerçekten çok yakışıklı bir gençti. Bu kızlar daha hepimiz lise 2’deyken nişanlanmışlardı. O yaz arkadaşımız Nilüfer Bali ve nişanlısı Metin Sözer’in de nikahına gitmiştik. 14 ağustos günü sanki gökler delinmişti. Sağanak bir yağmur her tarafı göle çevirmişti. Nikah için koyu mavi renkli bir pantolon gömlek takımı, aynı renkte platformlu ayakkabılar giymiştim. Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne giden yol bir göl gibiydi. İçeri girebilmek için o göle girmek şarttı, binadan içeriye girdiğimde keten ayakkabılarım ve bol paça pantolonum sular içindeydi. Ama dert değildi çünkü etrafımdaki bütün davetliler sırılsıklamdı. Güzel gelinler çok mutluydu. Sınıftan başka arkadaşlarımız da vardı. Çok mutlu bir gündü. Eve iki nikah şekeriyle dönmüştük.
O yaz başka acı olaylara da gebeydi. Ağustos sonunda bir gün, sevgili çocukluk arkadaşım Sara Ravuna’nın babası sevgili mösyö Aron Ravuna’nın ölüm haberi geldi. Aron Ravuna, çok hızlı ilerleyen bir karaciğer kanserinden on beş gün içinde hayatını kaybetmişti. Ben resmen şoka uğramıştım. ne kadar üzüldüğümü tarif edemem. Onu çok severdim ve çocukluğumun en güzel yıllarını onlarla geçirmiştim. Her hafta bizi arabasına doldurur harika gezmelere götürürdü. Daha sonra ilk makyaj göz kalemimi onun parfümeri dükkanından almıştım. ” İlk makyaj kalemin benden sana hediye” demişti. Parasını almamıştı. Bana her yaşımda büyük insan muamelesi ederdi. Ravuna’nın ölümü ve 7 günlük duaları beni sıfırladı, Kıbrıs, gece karartmaları annemin panik atakları ve en sonunda Aron Ravuna’nın ölümü beni depresyona soktu. Devamlı kalp çarpıntısı ve nefes darlığı çekiyordum. Derin nefes alamıyordum. Geceleri hep uyanıktım, parmaklarımın ucuna basarak annemlerin yatak odasına giriyor, onlar uyurken nefeslerini dinliyordum. Sürekli olarak onların birdenbire öleceklerini sanıyordum. Özellikle babamın… O yazın ikinci yarısın Sara ile geçirdim diyebilirim. Sara devamlı siyah gömlek ve pantolon giyiyordu. Onu böyle karalar içinde görmek beni bitiriyordu.
Geceleri teyzemle kol kola sokağa çıkar Altıyol’a kadar yürür dönerdik. Ben derin nefes açlığı çekerken canım Tante Suzan üzüntüden kahrolurdu. Annem, beni tanıdığı bütün dahiliyecilere götürmüştü. Hepsi stres ve sinir tanısı koyuyordu, ama ben bu arada akıp gidiyordum. Bir akşam nabzım 140-150 atmaya başlayınca aile doktorumuz dahiliyeci ve kardiyolog İlhan Gürün’ü eve çağırdılar. EKG yaptı, ve benimle uzun uzun konuştu. Damarımdan bir yatıştıcı iğne yaptı sonra anneme dönerek ;“Sara’yı rahat bırak, serbest bırak, bu güzel kızın bir erkek arkadaşı bile yokmuş! İda, sen ne yapıyorsun?”deyince, ben hem şaşırmış hem utanmıştım. Ben doktora böyle şeyler anlatmamıştım ki! Annem de şaşırmış gülüyordu. Doktor anneme “Kız çıksın, aşk yaşasın, eve geç gelsin, diskolara gitsin, ona izin ver, her dakikasını sorgulama” dedi ve devam etti ”Sara çok olgun ve akıllı, nerede duracağını o çok iyi bilir. Ahh keşke genç ve bekar olsaydım, vallahi onu kaçırırdım” deyince, hepsi kahkahalar atarken, ben uyuyakalmıştım.
Bakalım benim anneciğim iplerimi gevşetebilecek miydi? Bir hafta sonra bayram haftalarıydı, o sıralarda Sara’yı hiç bırakmadığımdan, birlikte sinagoga da gitmiştik. Kipur günü de yine geçip beni almış ve Haydarpaşa sinagoguna gitmiştik. İçeri girdik, kadınlar katına çıkan merdivenin hemen başında talletine bürünmüş çok hoş bir delikanlı gözüme çarptı. Bana gülümseyerek bakıyordu. Onu gülüşünden tanıdım. Benim eski arkadaşlarımdan Moşe Baharhak’tı. Onu yıllardır görmüyordum. Artık 20 yaşındaydı. Saçları zamanın modasına göre uzundu ve sakalı vardı. Aslında diğer eski Kadıköy grubumuz da oradaydı ama, herkes içerideydi. Öğlene doğru aşağıya indiğimizde, hepsi dışarıda bahçedeydi. Moşe, Beno, Ceki, Nedim diye tanımadığım bir çocuk, Sara ve ben sahile çıkıp yürümeye başladık. Uzun zamandır genç sohbeti ve kahkahaları duymamıştım. Sara ile kendimizi unutmuştuk. Okul bittiğinden beri böyle şen saatler geçirmemiştim. O akşam babamla birlikte sinagogdan eve dönerken sanki üzerimdeki ölü toprağı gitmişti. Babam “açlık sana yaradı” diyerek gülüyordu. O gece ilk defa aylardan sonra deliksiz bir uykuya dalmıştım. Bir iki gün sonra telefonum çaldı, arayan Moşe’ydi. Hal hatırdan sonra, hafta sonu gidecekleri bir müzikli ve yemekli restorana davet etti. Sara’sız gidemezdim. Annem sonra çıldırırdı. Sara da babası henüz birkaç hafta önce vefat ettiğinden, annesi izin verir miydi acaba? Nasıl olduysa izin verdi. Bu arada ben o sinir günlerinde saçımı kestirmeye ve kızıl renge boyatmaya karar verdim. Annem sesini çıkaramıyordu, çünkü doktordan tembihliydi. Moda’da bir kuaföre gidip, belime kadar uzun saçlarımı kestirdim ve bal tonlarında kızılımsı bir renge boyattım. Bu benim için Fransız ihtilali gibi bir şeydi. Kendi çapımda çağ atlamaya başlamıştım. Aslında çok da güzel olmuştu, çirkinleşmediğim bir gerçekti.
Aynı yaz eniştem Niso, o sene piyasaya çıkan, beyaz renkli bir Murat 124 marka araba almıştı. Bu ailemize gelen ilk arabaydı. Hepimiz çok sevinmiştik. Eniştem çarşamba günleri yaz aylarında işe gitmez, ablamı ve Ari’yi alarak plaja giderlerdi. Artık her çarşamba bizden geçip beni de yanlarında götürüyorlardı. Çünkü Ari’nin genç teyzesinin o yaz sigortaları atmıştı. Bir hafta sonu da, bir evli çift daha da onlara katılmış ve Tekirdağ’a gitmiştik. Yolda Ari’nin çişi geliyor, duruyoruz, ve etraftaki kuzulara, ineklere bakıp eğleniyoruz. Ari babasına bir ineği işaret edip ”Baba bu kim?” diye soruyor, babası da “Hiç tanımıyorum, bu bizim köyden değil” diyordu. O gece yemekte Tekirdağ şarabı içmiştik. Diğer çiftin eşi sabaha kadar çıkarmış, bizimkiler onlarla dışardayken, biz Ari ile odada uyumuştuk.
Yine aynı yaz eniştemin küçük kız kardeşi Tuna evlenmişti. O zaman sinagoga ve düğüne tuvaletler giyilirdi. Ablam çok güzel, turkuaz renkte, boyundan bağlı, sırtı açık bir tuvalet giymişti. Üzerine de gipür beyaz dantelden bir ceketi vardı. Ari’nin lacivert kadife takım elbisesi harikaydı. Artık üç buçuk yaşındaydı ve dünya güzeliydi. Ben de mezuniyet tuvaletimi giymiştim. O gece düğünde çok eğlenmiş, eniştemin kuzenleriyle dans etmiştim. Gerçekten de o yazın tek neşeli gecesi o düğündü.
Moşe’nin davet ettiği o cumartesi günü Sara bana erkenden gelmişti. Bazı geceler birer ilk oldukları için hiç unutulmaz. O gece ben ilk defa arkadaşlarımla dışarıda danslı, yemekli bir yere gidecektim. O yüzden ne giydiğimi bile hatırlıyorum. Canlı yeşil bir pantolon ceket ve içime beyaz gömlek giymiştim. Ayakkabılarım da aynı renk yeşildi. Saçlarımın canlı kızılıyla çok güzel duruyordu. Saat 7’ye doğru Moşe geldi ve bizi aldı. Diğer arkadaşlar arasında tanımadığım gençler ve kızlar vardı. Tanıştık, sonra vapura binip karşıya geçtik, ardından taksilerle Tarabya’ya Trianon isimli bir restorana gittik. Biz belli etmiyoruz ama, Sara da, ben de çok heyecanlıyız. O gece ilk defa Sara ? adlı bir kız, Nedim Sönmez, onun abisi Dani Sönmez, Lazar Stamati ve nişanlısı Yıldız, Vedat ? adlı bir genç ve ayrıca eskilerden Beno, Moşe, Ceki Togaer ve kız arkadaşı Tsili Rubinstein da vardı.
O gece ne eğlendik ne eğlendik. Şarkılar söyledik, dans ettik, yemek yedik, kudurduk. Herkes sarhoş oldu. Biz Sara ile sadece birer bardak bira içmiştik ama, onlardan daha çok gülüyorduk. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum. İnanmayacaksınız ama o akşam sabaha karşı 4.30 da eve döndüm. Önce Sara’yı Moda’daki evine bırakmış, sonra biz de Moşe ile Moda’dan yürüyerek bizim eve dönmüştük. Zili çaldığımda teyzem ve annem kapıyı açtılar. Üzerlerinde gecelikleri, yüzleri kireç gibi bembeyazdı. Bana gıkları da çıkamıyordu, çünkü babam onları uyarmıştı. Bu arada ben de zaten Trianon’un müdür odasına iki kere gitmiş, ücretini de ödeyerek anneme iki telefon etmiştim. Yani beni gerçekten merak etmesine gerek yoktu ama, annem işte…
Ben içeri girdim, 15 dakika sonra zil çaldı. Annem kapıyı açınca karşısında Sara Ravuna. “Annem beni içeri almadı, cezalıyım “dedi. Benim annem hayretler içindeydi. Ben Sara'yı odama aldım. Ona bir gecelik verdim, ve yatağımın karşısındaki divana yatırdım. Ama uyumak kabil değil. Zıvanadan çıkmış bir halde kahkahalarla gülüyoruz. Annem içeri girdi, ikimizi de susturdu. Sara’yı da bir pike ile örttük ama, saati 8’e kurduk. Biz ikimiz 3 saatlik bir uykuyla horoz gibi kalktık. Giyindik, Moşe gelip alacak ve Haydarpaşa Sinagogu'nun yanındaki odada Or-Ahayim toplantısına katılacağız. Moşe, Sara’yı bizde görünce gözlerine inanamadı. Annem Moşe’yi boğacak, ama sesi çıkmıyor. Biz yine çıktık. Bu arada babam, Sara’nın annesi Matilda Ravuna’yı telefonda yatıştırdı. Meğerse bize geldiğinde de, onu arayıp kızın bizde yattığını söylemişler. Öğlen saati bize gelince, Sara’ya cezasının bittiğini söylediler, Sara’cık evine gitti. Ama dava daha bitmemişti.
Bizim grup, aynı gün saat 4’ te Kanlıca’ya gidecekti. Moşe beni evden alırken, Sara’nın annesinden izin koparamadığını öğrendik. Annem artık kendini aşmıştı. Yüzüme bakıyor ve burnundan soluyordu. Valla o gün Kanlıca’ya bile gittim. Pudra şekerli yoğurdumu da yedim. Sonra tostlar, çaylar… Bir sohbet, bir muhabbet. Oh be! Dünya varmış. Çarpıntı yok, nefes darlığı yok, yaşasın özgürlük! Gece 9 gibi eve döndüm. Babamı öptüm ve odama kapandım. Çünkü evde fırtınadan önceki sessizlik vardı. Yatağıma girdim. Başımı yastığa koyduğumu bile hatırlamıyorum. Ertesi gün saat 12 de uyandım.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.