KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-23-
Kıbrıs Barış Harekatı 30 Temmuz’a kadar, Cenevre’de yapılan konferanslar, Türk, Yunan, İngiliz, ABD arabulucuları ile görüşmelere devam ederken, Kıbrıs Rum Ordusu, Türk köylerine girip katliamlar yapıyorlardı. Türk Ordusu da, Girne’yi, Güzel Yurt’u ve Mağusa’yı tamamen düşmandan arındırmıştı. Daha sonra iki bölümde mahsur kalan Rumlar ve Türkler, diğer bölümlere taşınacaklardı. Yunanistan, Türk Ordusu’nun Kıbrıs’tan çekilmesini istiyordu. Bülent Ecevit, adada yaşayan Türklerin güvenliği sağlanmadığı sürece her şeye devam edeceğini açıklıyordu.
Kıbrıs tam bir kargaşa içindeyken, 14 Ağustos günü, 2. Kıbrıs Barış Harekatı başladı. O gün yine TRT’de Harbiye Marşları çalmaya başladı. Fakat ilginç bir şekilde halk 20 Temmuz gününde olduğu gibi artık telaşlı değildi. Ne kadar enteresandır ki, insanın ruhu çok esnek galiba, o andaki duruma uyum sağlayıp, bir süre sonra durumu içselleştiriyor.
Artık hayat daha normal akıyordu. O gün bizim sınıftan iki kız arkadaşımızın nikahı vardı. Birinci nikah Fügen Aker ve nişanlısı Musa Pastırma’nın nikahıydı. Fügen, melek gibi güzel bir gelin olmuştu. Musa da çok yakışıklıydı. Yeşilçam jönlerine benziyordu. Bir sonraki nikah ise arkadaşımız Meral Can ve nişanlısı Gökhan’ın nikahıydı. Meral, ipek gibiydi, ama biraz solgundu. O gün yüzük parmağını kırmıştı ve parmağı alçılıydı. Gökhan da, gerçekten çok yakışıklı bir gençti. Bu kızlar daha hepimiz lise 2’deyken nişanlanmışlardı. O yaz arkadaşımız Nilüfer Bali ve nişanlısı Metin Sözer’in de nikahına gitmiştik. 14 ağustos günü sanki gökler delinmişti. Sağanak bir yağmur her tarafı göle çevirmişti. Nikah için koyu mavi renkli bir pantolon gömlek takımı, aynı renkte platformlu ayakkabılar giymiştim. Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne giden yol bir göl gibiydi. İçeri girebilmek için o göle girmek şarttı, binadan içeriye girdiğimde keten ayakkabılarım ve bol paça pantolonum sular içindeydi. Ama dert değildi çünkü etrafımdaki bütün davetliler sırılsıklamdı. Güzel gelinler çok mutluydu. Sınıftan başka arkadaşlarımız da vardı. Çok mutlu bir gündü. Eve iki nikah şekeriyle dönmüştük.
O yaz başka acı olaylara da gebeydi. Ağustos sonunda bir gün, sevgili çocukluk arkadaşım Sara Ravuna’nın babası sevgili mösyö Aron Ravuna’nın ölüm haberi geldi. Aron Ravuna, çok hızlı ilerleyen bir karaciğer kanserinden on beş gün içinde hayatını kaybetmişti. Ben resmen şoka uğramıştım. ne kadar üzüldüğümü tarif edemem. Onu çok severdim ve çocukluğumun en güzel yıllarını onlarla geçirmiştim. Her hafta bizi arabasına doldurur harika gezmelere götürürdü. Daha sonra ilk makyaj göz kalemimi onun parfümeri dükkanından almıştım. ” İlk makyaj kalemin benden sana hediye” demişti. Parasını almamıştı. Bana her yaşımda büyük insan muamelesi ederdi. Ravuna’nın ölümü ve 7 günlük duaları beni sıfırladı, Kıbrıs, gece karartmaları annemin panik atakları ve en sonunda Aron Ravuna’nın ölümü beni depresyona soktu. Devamlı kalp çarpıntısı ve nefes darlığı çekiyordum. Derin nefes alamıyordum. Geceleri hep uyanıktım, parmaklarımın ucuna basarak annemlerin yatak odasına giriyor, onlar uyurken nefeslerini dinliyordum. Sürekli olarak onların birdenbire öleceklerini sanıyordum. Özellikle babamın… O yazın ikinci yarısın Sara ile geçirdim diyebilirim. Sara devamlı siyah gömlek ve pantolon giyiyordu. Onu böyle karalar içinde görmek beni bitiriyordu.
Geceleri teyzemle kol kola sokağa çıkar Altıyol’a kadar yürür dönerdik. Ben derin nefes açlığı çekerken canım Tante Suzan üzüntüden kahrolurdu. Annem, beni tanıdığı bütün dahiliyecilere götürmüştü. Hepsi stres ve sinir tanısı koyuyordu, ama ben bu arada akıp gidiyordum. Bir akşam nabzım 140-150 atmaya başlayınca aile doktorumuz dahiliyeci ve kardiyolog İlhan Gürün’ü eve çağırdılar. EKG yaptı, ve benimle uzun uzun konuştu. Damarımdan bir yatıştıcı iğne yaptı sonra anneme dönerek ;“Sara’yı rahat bırak, serbest bırak, bu güzel kızın bir erkek arkadaşı bile yokmuş! İda, sen ne yapıyorsun?”deyince, ben hem şaşırmış hem utanmıştım. Ben doktora böyle şeyler anlatmamıştım ki! Annem de şaşırmış gülüyordu. Doktor anneme “Kız çıksın, aşk yaşasın, eve geç gelsin, diskolara gitsin, ona izin ver, her dakikasını sorgulama” dedi ve devam etti ”Sara çok olgun ve akıllı, nerede duracağını o çok iyi bilir. Ahh keşke genç ve bekar olsaydım, vallahi onu kaçırırdım” deyince, hepsi kahkahalar atarken, ben uyuyakalmıştım.
Bakalım benim anneciğim iplerimi gevşetebilecek miydi? Bir hafta sonra bayram haftalarıydı, o sıralarda Sara’yı hiç bırakmadığımdan, birlikte sinagoga da gitmiştik. Kipur günü de yine geçip beni almış ve Haydarpaşa sinagoguna gitmiştik. İçeri girdik, kadınlar katına çıkan merdivenin hemen başında talletine bürünmüş çok hoş bir delikanlı gözüme çarptı. Bana gülümseyerek bakıyordu. Onu gülüşünden tanıdım. Benim eski arkadaşlarımdan Moşe Baharhak’tı. Onu yıllardır görmüyordum. Artık 20 yaşındaydı. Saçları zamanın modasına göre uzundu ve sakalı vardı. Aslında diğer eski Kadıköy grubumuz da oradaydı ama, herkes içerideydi. Öğlene doğru aşağıya indiğimizde, hepsi dışarıda bahçedeydi. Moşe, Beno, Ceki, Nedim diye tanımadığım bir çocuk, Sara ve ben sahile çıkıp yürümeye başladık. Uzun zamandır genç sohbeti ve kahkahaları duymamıştım. Sara ile kendimizi unutmuştuk. Okul bittiğinden beri böyle şen saatler geçirmemiştim. O akşam babamla birlikte sinagogdan eve dönerken sanki üzerimdeki ölü toprağı gitmişti. Babam “açlık sana yaradı” diyerek gülüyordu. O gece ilk defa aylardan sonra deliksiz bir uykuya dalmıştım. Bir iki gün sonra telefonum çaldı, arayan Moşe’ydi. Hal hatırdan sonra, hafta sonu gidecekleri bir müzikli ve yemekli restorana davet etti. Sara’sız gidemezdim. Annem sonra çıldırırdı. Sara da babası henüz birkaç hafta önce vefat ettiğinden, annesi izin verir miydi acaba? Nasıl olduysa izin verdi. Bu arada ben o sinir günlerinde saçımı kestirmeye ve kızıl renge boyatmaya karar verdim. Annem sesini çıkaramıyordu, çünkü doktordan tembihliydi. Moda’da bir kuaföre gidip, belime kadar uzun saçlarımı kestirdim ve bal tonlarında kızılımsı bir renge boyattım. Bu benim için Fransız ihtilali gibi bir şeydi. Kendi çapımda çağ atlamaya başlamıştım. Aslında çok da güzel olmuştu, çirkinleşmediğim bir gerçekti.
Aynı yaz eniştem Niso, o sene piyasaya çıkan, beyaz renkli bir Murat 124 marka araba almıştı. Bu ailemize gelen ilk arabaydı. Hepimiz çok sevinmiştik. Eniştem çarşamba günleri yaz aylarında işe gitmez, ablamı ve Ari’yi alarak plaja giderlerdi. Artık her çarşamba bizden geçip beni de yanlarında götürüyorlardı. Çünkü Ari’nin genç teyzesinin o yaz sigortaları atmıştı. Bir hafta sonu da, bir evli çift daha da onlara katılmış ve Tekirdağ’a gitmiştik. Yolda Ari’nin çişi geliyor, duruyoruz, ve etraftaki kuzulara, ineklere bakıp eğleniyoruz. Ari babasına bir ineği işaret edip ”Baba bu kim?” diye soruyor, babası da “Hiç tanımıyorum, bu bizim köyden değil” diyordu. O gece yemekte Tekirdağ şarabı içmiştik. Diğer çiftin eşi sabaha kadar çıkarmış, bizimkiler onlarla dışardayken, biz Ari ile odada uyumuştuk.
Yine aynı yaz eniştemin küçük kız kardeşi Tuna evlenmişti. O zaman sinagoga ve düğüne tuvaletler giyilirdi. Ablam çok güzel, turkuaz renkte, boyundan bağlı, sırtı açık bir tuvalet giymişti. Üzerine de gipür beyaz dantelden bir ceketi vardı. Ari’nin lacivert kadife takım elbisesi harikaydı. Artık üç buçuk yaşındaydı ve dünya güzeliydi. Ben de mezuniyet tuvaletimi giymiştim. O gece düğünde çok eğlenmiş, eniştemin kuzenleriyle dans etmiştim. Gerçekten de o yazın tek neşeli gecesi o düğündü.
Moşe’nin davet ettiği o cumartesi günü Sara bana erkenden gelmişti. Bazı geceler birer ilk oldukları için hiç unutulmaz. O gece ben ilk defa arkadaşlarımla dışarıda danslı, yemekli bir yere gidecektim. O yüzden ne giydiğimi bile hatırlıyorum. Canlı yeşil bir pantolon ceket ve içime beyaz gömlek giymiştim. Ayakkabılarım da aynı renk yeşildi. Saçlarımın canlı kızılıyla çok güzel duruyordu. Saat 7’ye doğru Moşe geldi ve bizi aldı. Diğer arkadaşlar arasında tanımadığım gençler ve kızlar vardı. Tanıştık, sonra vapura binip karşıya geçtik, ardından taksilerle Tarabya’ya Trianon isimli bir restorana gittik. Biz belli etmiyoruz ama, Sara da, ben de çok heyecanlıyız. O gece ilk defa Sara ? adlı bir kız, Nedim Sönmez, onun abisi Dani Sönmez, Lazar Stamati ve nişanlısı Yıldız, Vedat ? adlı bir genç ve ayrıca eskilerden Beno, Moşe, Ceki Togaer ve kız arkadaşı Tsili Rubinstein da vardı.
O gece ne eğlendik ne eğlendik. Şarkılar söyledik, dans ettik, yemek yedik, kudurduk. Herkes sarhoş oldu. Biz Sara ile sadece birer bardak bira içmiştik ama, onlardan daha çok gülüyorduk. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum. İnanmayacaksınız ama o akşam sabaha karşı 4.30 da eve döndüm. Önce Sara’yı Moda’daki evine bırakmış, sonra biz de Moşe ile Moda’dan yürüyerek bizim eve dönmüştük. Zili çaldığımda teyzem ve annem kapıyı açtılar. Üzerlerinde gecelikleri, yüzleri kireç gibi bembeyazdı. Bana gıkları da çıkamıyordu, çünkü babam onları uyarmıştı. Bu arada ben de zaten Trianon’un müdür odasına iki kere gitmiş, ücretini de ödeyerek anneme iki telefon etmiştim. Yani beni gerçekten merak etmesine gerek yoktu ama, annem işte…
Ben içeri girdim, 15 dakika sonra zil çaldı. Annem kapıyı açınca karşısında Sara Ravuna. “Annem beni içeri almadı, cezalıyım “dedi. Benim annem hayretler içindeydi. Ben Sara'yı odama aldım. Ona bir gecelik verdim, ve yatağımın karşısındaki divana yatırdım. Ama uyumak kabil değil. Zıvanadan çıkmış bir halde kahkahalarla gülüyoruz. Annem içeri girdi, ikimizi de susturdu. Sara’yı da bir pike ile örttük ama, saati 8’e kurduk. Biz ikimiz 3 saatlik bir uykuyla horoz gibi kalktık. Giyindik, Moşe gelip alacak ve Haydarpaşa Sinagogu'nun yanındaki odada Or-Ahayim toplantısına katılacağız. Moşe, Sara’yı bizde görünce gözlerine inanamadı. Annem Moşe’yi boğacak, ama sesi çıkmıyor. Biz yine çıktık. Bu arada babam, Sara’nın annesi Matilda Ravuna’yı telefonda yatıştırdı. Meğerse bize geldiğinde de, onu arayıp kızın bizde yattığını söylemişler. Öğlen saati bize gelince, Sara’ya cezasının bittiğini söylediler, Sara’cık evine gitti. Ama dava daha bitmemişti.
Bizim grup, aynı gün saat 4’ te Kanlıca’ya gidecekti. Moşe beni evden alırken, Sara’nın annesinden izin koparamadığını öğrendik. Annem artık kendini aşmıştı. Yüzüme bakıyor ve burnundan soluyordu. Valla o gün Kanlıca’ya bile gittim. Pudra şekerli yoğurdumu da yedim. Sonra tostlar, çaylar… Bir sohbet, bir muhabbet. Oh be! Dünya varmış. Çarpıntı yok, nefes darlığı yok, yaşasın özgürlük! Gece 9 gibi eve döndüm. Babamı öptüm ve odama kapandım. Çünkü evde fırtınadan önceki sessizlik vardı. Yatağıma girdim. Başımı yastığa koyduğumu bile hatırlamıyorum. Ertesi gün saat 12 de uyandım.