KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -31-
1977 yılının ilk ayından itibaren hamileydim. İlk başlarda aşerme krizleri geçirirken, iki buçuk aylık hamileyken, çok tehlikeli arz etmeyen düşük tehlikesi geçirdiğimden, doktorum bir hafta boyunca yatmam gerektiğini söylemişti. Sanırım şubat sonlarıydı, o hafta can sıkıntısından David’e bir tual aldırmıştım. Yatakta yatarken karşıma oturttuğum David’in bir portresini çizmiş, yağlı boya ile boyamıştım. Annem çok titiz bir insan olduğu için, bu resim çalışması saatlerinde, yorganımın üzerine eskice bir pike yayardı. Pencereyi de iki parmak aralar gaz ve bezir yağı kokusunun beni rahatsız etmemesini sağlardı. Üzerime de kalın bir yün ceket giydirtirdi. Ah anneciğim benim. Neyse bir hafta bitti, tablo da bitti. Ben ayaklandım. Artık bebek emniyete alınmıştı. Nedir ki tam iki ay sonra, bir grip virüsü kaptım ve 40 ateşle yatak döşek oldum. Bademcik ameliyatı olduğumdan beri bu ilk hasta oluşumdu. Ama ben korkudan ölüyordum. Bebeğime zarar gelmesinden korkuyordum. Feci rahatsızdım. O gece Pesah’ın ilk gecesiydi. Babam içeride sofrada -Agada- okurken ben uzaktan, ateşler içinde onu dinliyordum. Ertesi günü benim sakinleşmemi sağlamak için Dr. Can Daver’i eve çağırdık. Arabasıyla bizim yakaya geçti ve odaya gülümseyerek girdi. Ben ağlamaya başladım. “Doktor bey bebeğime bir şey olmuş mudur?“ diyordum. Portatif kalp seslerini dinleme cihazını da yanında getirmişti. Cihazı karnımın üzerinde dolaştırdı. Odada bebeğimin yürek atışları duyulmaya başlayınca herkes neşe içinde el çırpmaya başlamıştı. “Tontonum, bebek çok iyi. Bak Bonanza gibi sesleniyor sana. Bu bebek kesin erkek olacak gör bak” demişti. Ben de sakinleştim. Ellerimi karnımdan hiç çekmeden yatıyordum. Sanki böylece ellerimden kaçıp gidemezmiş gibi. Artık ateşim düşmüştü. Halsizdim, o yüzden hala uzanıp duruyordum ki, hala pesahın içindeyken akşam 10 sularında bir öksürük krizi tuttu. Bu bitmez tükenmez, hiç aralık vermeden öksürten bir gıcıktı. Çaylar, ıhlamurlar, ballı sütler, kesinlikle durmayan bir öksürük. David, annem, babam, teyzem çaresiz bir şekilde dururlarken, babama gözüm takıldı. “Babacığım senden bir ricam var, acaba evin kapısında duran mezuzayı kontrol eder misin?” deyiverdim. Herkes çok şaşırdı tabii, yıllar önce okuduğum bir Hasidik öyküyü anımsamıştım. Hikayedeki evin annesi aylardır tedavi edilemeyen bir kalp hastalığından yataklara düşmüş, artık ölümün kıyısına gelmişken, ve son demlerini yaşarken bir haham ile konuşmak istemişti. Eve gelen haham onunla konuştuktan sonra, bir süre sessizce düşünüp sonra, doğru mezuzanın yanına giderek onu yerinden sökmüş, içindeki parşömeni kontrol ettiğinde bir harfin üzerinde bir delik olduğunu, duanın kutsiyetini kaybettiğini görmüştü. Bu harf İbranicedeki “lamed” harfiydi. ” Lev” İbranice “kalp” anlamına gelip yazılışının ilk harfi lamed harfiydi. Haham mezuzaya sağlam bir dua parşömenini koyup evin kapısının pervazına dua ederek çakıp ardından, hasta kadının yatak odasına girince kadının rahat bir uykuya daldığını gördü. Bir süre yanında oturup sessizce bekledi, kadın gülümseyerek uyandı ve yataktan sevinçle doğruldu.
Bu hasidik hikaye benim çok hoşuma gitmiş ve onu hiç unutmamıştım. Aralıksız olarak iki saatten daha fazla bir süre sonra kendi kendime düşünüp aklıma bu hikaye gelince son çare olarak babama evimizin mezuza’sını kontrol etmemizi rica ettim. Yoksa son kararımıza göre, Bahariye’deki Şifa Yurdu Kliniğine gidecektik. Babam sandalyeye çıktı ve elindeki tornavida ile mezuzanın madeni kılıfınının vidalarını söktü, çıkardı, inanmayacaksınız ama mezuzanın içi boştu. İçinde olması gereken ve esas önemli olan dua parşömeni içinde değildi. Annemle babam dehşet içinde bakıştılar. Gözlerine inanamıyorlardı. Annem bir çekmecenin içinde bir kutuda duran eski bir mezuza parşömenini babama verdi. Ben ona harfleri tek tek kontrol etmesini ve pasul (geçersiz)olup olmadığına çok iyi bakmasını istedim. Sağlamdı. Ben de öksüre öksüre elime aldım ve harflerin silinmiş veya bozulmamış olduğuna emin oldum. David’e de okuttum. Babam parşömen metni yuvarlayıp kılıfına soktu, vidalarıyla duvara sabitledi ve başında dua takkesiyle mezuza takma duasını okudu ”Baruh ata ad. eloenu meleh haolam likboa mezuza” dedi. İskemleden indi. Hepimiz kapı ağzında bu takma törenini izleyip “amen”demiştik. Henüz koridora doğru yürüyüp odama girerken öksürüğüm kesilmişti. Annemler sevinçten ağlıyorlardı. Herkes odasına çekildi ama kulakları bendeydi. Halbuki ben o kadar yorgun düşmüştüm ki başımı yastığıma koyar koymaz uyumuşum. Ertesi gün David’le birlikte dolmuşa binerek karşı yakaya doktoruma gittik. Doktora sadece öksürüğümü anlattım, beni muayene etti, bebeğin kalp atışlarını dinletti, her şey yolundaydı. Dönüşte Kadıköy’deki Baylan Pastanesine gidip kutlamak için içleri likörlü çikolatalar aldık ama ben yolda keyiften üçünü yuvarlamıştım bile. David “sarhoş olacaksın” deyip gülüyordu. Ben sevinçten sarhoştum. Eve girince ilk olarak mezuzayı kuvvetle öpüp, parmaklarımı gözlerime değdirdim. Sonra sevgili Tanrı’ma beni bu şekilde uyardığı için onur duydum, şükrettim. Ben bu hikayeye hiçbir yorum yapılmasını istemiyorum, çünkü bu bir itikat meselesi. Ben şekilci bir Yahudi değilim ama, Tanrı’mla aramda sevgi ve itimat dolu bir köprüm olduğuna inanıyorum. Ben şabat soframı kurar, şabat mumlarımı yakar ve ailemi masanın etrafına oturturum. Kiduş duasını ederiz. Tüm bayramlarımızı harfiyen yerine getiririm, amacım her zaman önce çocuklarıma, sonra da kurdukları ailelerle birlikte, ektiğimiz tohumların tomurcuk vermesini şükranla izlerim. Ama diğer kuralları tam olarak gözetmediğimi açıkça söylüyorum. Aslında benim için imanlı olmak iyi ve erdemli, alçakgönüllü ve dürüst bir birey olmaktır. Kıskanç ve kinci olmamaktır. Ben kendimi O’na teslim ettim. Hatta 15 yaşımdan itibaren onlarca kez ziyaret ettiğim Yeruşalayim’deki Batı Duvarını (Ağlama Duvarı) bölümünü ziyaret ettiğimde sevdiklerimin selameti için dua ederim. Sıra bana gelince sevgili Tanrı’ma “Beni de bildiğin gibi yap” derim.
Neyse bu ruhani itiraflardan sonra, nihayet 12 Eylül günü David’le son kontrole gittik. Her şey yolundaydı. Doktor; ”Sanırım 23 Eylül gibi doğum bekliyoruz'' dedi. Ertesi günü hem Yahudi aleminin Roş Aşana (yeni yıl) bayramı, hem de İslam aleminin Ramazan (şeker) bayramı aynı günde geldiğinden etrafta çifte bayram olacaktı. Doktorum bana bayram ziyaretlerinde fazla tatlı şeyler yemememi söyledi. Gülüştük ve neşeyle eve geldik. O akşam babam Roş Aşana dualarını etti. Annem çok güzel yemekler hazırlamıştı. David’in ailesi o mevsimde henüz Heybeliada’da yazlıkta oldukları için, biz şehirde kalmayı yeğlemiştik, ne olur ne olmaz diye…
O gece yattık ve ben sabah 7’de keskin bir sancıyla uyandım, ama durdu. 15 dakika sonra bir tane daha, yine durdu, babam kapıyı tıklattı takım elbisesini kravatını takmış, elinde dua kitabı, dua şalı (Tallet) poşeti ile David’i salonda beklediğini söyledi. David kalktı şık şık takımlarını kravatını kuşandı, poşetini aldı ve sinagoga gitmek üzere kapıya yönelirlerken, yeniden bıçak gibi bir ağrı daha girdi. Ben yataktan çıkıp ”durun” diye bağırdım. Doktora telefon ederken son ağrı saplandı. Sonra her şey normal oldu. Doktor benim tedirginliğimi anlayıp ”Hadi, Pakize Tarzı Kliniği’ne gel, bir bakalım görelim” dedi. Telefonla çağırdığımız bir taksi geldi, takım elbiseli kravatlı eşim ve babamla, annemin eşliğinde arabaya bindik. Benim üstüme heyecandan olsa gerek, bir sululuk geldi, uçan kuşa bile bakıp gülüyorum. David de kaptırıyor, malum çocuk daha 23 yaşında. 5 Eylül'de doğum gününü kutlamış, güle oynaya hastaneye geldik. Meğerse doğum başlamış bile. Odaya girişimden ve gerçek sancılarımın üzerinden, tam iki buçuk saat sonra sevgili güneş oğlum Soni dünyaya gelmişti. Soni beni her zaman mutlu etti, hiç üzmedi, örnek bir evlat olarak yüzümüzü hep güldürdü. Bütün aileye mutluluk ve sevgi verdi.
Aslında ben o kadar iyi ve sağlıklıydım ki, ertesi gün dahi taburcu olabilirdim, ama o devirde erkek çocuk doğuran Yahudi anneler 8 gün boyunca hastanede veya doğum kliniklerinde yatarlardı, çünkü Yahudi dini inancına göre bebek 8. gün hastanede sünnet edilir (Brit Mila). Soni 13 Eylül 1977 Salı günü saat 14.30'da doğdu, Roş Aşana bayramının ilk gününde. 20 Eylül’de Brit Mila edildi. Şimdi benim erkek bebek doğum macerasını merak edeceksiniz değil mi?
Annem Yanarocak’ların ilk torunu olan büyük Soni’nin doğumundan ve yaşanan isim krizinden sonra duruma el koyup ,kaplan kesilmiş ve beni korumaya karar vermişti zaten. Doğumdan sonra David’e kesinlikle bebeğin adının “Siyon” olarak konulmasını söyledi. Sünnetten önce gazetede çıkan ilanda, sünnet şekerliklerinin kartında ve pasta süslemelerinde “Siyon” adı yazılacaktı. David çok üzülüyordu. Siyon, her zaman için Türkiye’de sorun yaratabilecek bir isimdi. Aslında bir Yahudi olarak çok anlamlıydı ama, geniş toplumda kronik bir “Siyonizm” saplantısı olduğu için, çekinceleri vardı. Ben anneme hak veriyordum, bir isim üzerine bu kadar kargaşa yaratmanın bir anlamı yoktu, zaman içinde her şey yatışır ve büyükbaba Siyon da yatışırdı. Kayınpederim gazetedeki ilanda kendi adını görünce mest oldu ve o akşam oğlum için bir şiir yazdı. Avram Leon’un yönettiği o devirdeki Şalom Gazetesi’ne de doğum ilanı verdi ve oğlum için yazdığı şiiri de yanı sıra yayınlattı. Adam mutluluktan kabına sığamıyordu. Kayınvalidem de huzur ve mutlulukla gülümsüyordu. Sonunda hikaye happy end kıvamına ermişti.
Benim bebeğim sarışın ,pembe beyaz tenli, zeytin gözlü bir bebekti. Güneş gibi içimi ısıtırdı. Onu kollarıma aldığım zaman, her şey dururdu. Dünya iyisi bir bebekti. Uyku düzeni vardı, çok iştahlıydı. Mızmız değildi, haykırıp ağlamazdı. Ben ona “Tovço” veya “Sonço” derdim. İbranice “tov” iyi demekti. Bulgar takısı eklenerek Tovço denir. Bulgar kökenli olan anneannem Sara da bana Sarçe diye seslenirdi. Evde bir Bulgarca seslenme alışkanlığımız vardı. Mesela Suzan teyzem Ari’yi Ariçko diye çağırırdı. Ben Ari’nin kızı Lal’e Lalişka derim. Neyse her evde geldiği köklere dayanarak kullanılan lakaplar ve isimler bulunur.
Anne ve baba olarak artık David’le ikimizin önünde yeni bir yaşam çizgisi başlıyordu.