MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-25-
1975 yılına çok hızlı girmiştim. Hayatım artık çok yoğun geçiyordu. Hafta ortası İngilizceden çeviriler, tavsiye üzerine yeni okumalar, Behiye ve arkadaş sohbetleriyle geçerken, Salı akşamları babamla Karaköy’deki “Tatlıcılar”ın önünde buluşup Şişli’ye giderdik. Önce Kasap Kalef’ten haftalık kaşer et alışverişini yapar, arkadan Şişli Camii’nin karşı sırasında duran İlyas (Wimpy) Pub Restoran’nda baş başa yemek yerdik. Ben en çok ketçaplı, hardallı, Amerikan salatalı sosis, patates tava yer, cola içerdim. Babamla baş başa yediğimiz bu yemekler benim için paha biçilmezdi. Onunla rengarenk, her telden sohbetlerimiz vardı. Ondan hiç çekinmez, beğendiğim bazı erkekler konusunda fikrini sorardım. Onun cevapları engelden ziyade, tecrübenin verdiği yorumlar olurdu. Yemeğimizi kahkahalar arasında yerdik. Çıkışta bir taksiye binip, Pangaltı’daki Kardeşlik Kulübüne giderdik. Ben toplantı odasına, ‘yeni neler öğreneceğim’ diye heyecanla girerdim. Zaman içinde bütün arkadaşlarla kaynaşmıştık, bazılarının bana meyli vardı ama benim aklım Aliya’da idi. Jojo Levi her hafta bana bir konferans çekerek, Şubatta değil de, Ağustos ayında Aliya yapmamı söylüyordu. Böylece Ağustos ayında konsolosluğun tertiplediği İsrael gençlik turuna katılacak, ardından Aliya belgeleri ile üniversiteye giriş yapabilecektim. Çocuk, sistemli bir şekilde beynimi yıkıyordu.
Sonunda beni ikna etti ve bizzat kendisi zaten orada part time çalıştığı için, Aliya bölümüne gidip Aliya tarihimi Ağustos'a aldırdı. Yanlış anlaşılmasın Jojo benim flörtüm değildi. Tam tersine ense tokat arkadaşımdı. Aynı ülküleri ve amaçları paylaşıyorduk. Çok şirin, komik ve neşeli bir gençti. Onu hala çok severim, o da beni:)). O sene yılbaşı kutlamasını Yıldırım Spor Kulübü’nde yapmıştık. Oradaki gençler de çok iyi arkadaşlarımdı. O sene benim Kadıköy'lü grubumdan askere gitmeyenlerle birlikte Yıldırım'a gitmiştik. Beni evden sevgili Ceki Togaer almıştı. Karşıya geçerken vapurda uzun uzun dertleşmiştik. İkimizin de önüne geçemediğimiz ve çözemediğimiz gam yükümüz vardı. Yüreğimiz acıyordu ama çözümü yoktu. Ceki çok kibar bir arkadaştı. St.Benoit Lisesi mezunuydu ve üniversiteye gidiyordu. Çok rafine ve kültürlü bir insandı. Onunla dertleşmek insanı sağaltırdı. O gece Yıldırım'da eğlendik, danslar ettik. Sevgili arkadaşım Rafael Sadi (Rıfat) ile sabaha kadar dans ettik. Rıfat da çok komik bir çocuktu. Rıfat, çok zekidir, çok da iyi yazar. Nedir ki, hayat insanlara çok goller atıyor, böylece gülüşünüz gölgeleniyor. Onu da özel ve çok severim.
O kış toplantılar, dernek partileri ve diskolara gitmekle uçup gidiyordu. Artık Cumartesi akşamları en çok “Module” adlı diskoya gidiyorduk. Bazı çıkma teklifleri ve girişimleri olsa da benim gönül telimi titretene rastlayamıyordum. Mart ayında bir kıvılcım çakmıştı sanki, ama sanırım onunla hayattaki duruşlarımız ve görüşlerimiz farklıydı. Amaçlarımız ve gelecek hayallerimiz örtüşemedi ve tam başlayamadan bitti. Çok üzüldüm diyemem, çünkü ondan bana ne köy, ne de kasaba olmayacağının ayırdına çabuk varmıştım. O madde arayışındayken, benim o taraklarda bezim yoktu. Ben, beni alıp götürecek, beni ben olduğum için sevecek bir adam arıyordum.
O sene nisan ayında, yönetim kurulundan birkaç kişi Salı toplantımız esnasında içeriye girdiler. Nisan ayında, Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konacak olan, kulübün tiyatro oyunundan bahsettiler. Hepimize zarflar içinde duran biletlerden 20'şer tane verdiler ve onları dernek adına satmamızı istediler. Sonra başkan Mösyö Pinto bana dönerek; ”Sara kızım, başrol oynayacak iki arkadaşımıza, senin çiçek vermeni istiyoruz. Çünkü hem çok güzelsin, hem de çok güzel giyiniyorsun” dedi. Hepimiz kahkahalarla gülmeye başladık. Nisan ayının 14 ve 21 tarihlerinde piyes iki kere sahneye konacaktı. Ben iki gece için de annemlere ikişer bilet aldım. Nasılsa beni gece yalnız bırakmazlardı. Diğer biletleri de hepimiz sattık. 14 Nisan gecesi annemlerle Harbiye Şehir Tiyatrosu’na gittik. İçeri girer girmez, başkan elime koca bir deste libretto tutuşturdu. Bu librettoları tek tek gelenlere vermemi ve arzu ettikleri bir ödemeyi, derneğe bağış olarak yapmalarını söyledi. Ben çantamın ağzı açık, libretto dağıtıp bağış toplamaya giriştim. Çantam doldu, taştı, anneme gidip paraları ona verdim, ve yeniden doldurmaya devam ettim. Bu tam bir saat sürdü sanırım. Bana verilen bir torbaya paraları koyup, sekretere teslim ettim. En arka sıraya oturdum. Orası biz görevlilere ayrılmıştı. Annemler ön sıralarda oturuyorlardı. Yanımda arkadaşlarım vardı ve neşeyle kıkırdaşıyorduk.
Perdeler açıldı, oyun başladı. Sahne kadın başrol oyuncusu ile başlamışken, birdenbire sahneye çok yakışıklı bir adam girdi. Rol icabı 50 yaşlarında olmalıydı ama aslında tabii ki çok gençti. Makyaj ile saçı ve sakalı beyazlaştırılmış, incecik, uzun boylu, uzun saçlı, sert yüz hatları olan biriydi. Karanlıkta librettoya baktım, adı David Kohen’di. 21 yaşındaydı ve İşletme Fakültesi 3. sınıf öğrencisiydi. “Hmmm” dedim sadece. Sahnedeki herkes çok başarılıydı. Hele başroldeki Lina Görüşük (Yeroham) ve David Kohen müthişti. Diğer oyuncular, Kora Cibili, Erol Cibili, Ceni Gerşon, Süzet Eskenazi (Bahar) de çok iyi oyunlar çıkarmışlardı. Yönetmen Albert Aji idi. Ara olunca dışarı çıktık. Herkes oyunu çok beğeniyordu. Arada annemlerin yanına gittim. Annem “kim bu Harry?” diye bana sordu. David Kohen’in piyesteki adı Harry idi. “Valla onunla hiç tanışmam, ilk defa görüyorum” dedim. Annem “bayıldım bu gence” dedi. Hadi bakalım, annem ilk defa birine bayılmıştı! Sonra gong çaldı, perde açıldı. İkinci perde, alkışlar ve kahkahalarla son buldu. Bu arada ben kuliste elimde iki dev çiçek buketiyle bekliyorum. Oynayanlar selam verdiler. Ben sahneye girdim, önce Lina’ya sonra David’e çiçeklerini verdim. Ellerini sıktım ve kutladım.
Ertesi hafta 21 Nisan’da yine aynı şeyler tekrarlandı. Libretto satışı, oyun, selam ve çiçek. Sonra eve dönüş. Annem yolda devamlı Harry’den bahsediyor. Hem okumuş, hem yakışıklı, hem çok yetenekli, müzisyen. Bu arada unuttum, oyunun ortasındaki bir sahnede, Harry gitarla İngilizce bir romantik bestesini çalıp söylüyor ve perde aralarında onun şarkıları fonda çalınıyordu. Bu bir anektod; ilk gece David (Harry) sahneye çıktıktan on dakika sonra annem babamın kulağına şöyle fısıldamış ”Allah acaba bize böyle bir damat nasip eder mi?” E valla etti. Demek ki annem eşref saatindeymiş.
Sanırım Nisanın son haftasıydı, bir Pazar günü sabahı dernekte yıllık resmi toplantı yapılacaktı. Hatta karakoldan görevli bir memur, gözetmen olarak toplantıya katılmıştı. Biz o sabah babamla derneğe gittik. Henüz gelmeye devam edenler varken kapıdan içeriye blue-jean pantolon, mont giyen, koyu renk sakallı, uzun boylu bir genç girdi. ”Ben bunu tanıyorum, ama nereden?”diye düşünürken, babamın yanına seğirttim ve “Baba, sen bunu tanıyor musun?” dedim. Babam gülerek “Bu Harry, tanımadın mı?” dedi. Haydaa, adamın genç versiyonu beni yanıltmıştı. Saçlar, sakallar koyu kahverengi, jean falan. Sahnede harika ceket ve pantolonlar giymişti… Başkan Mösyö Pinto bana bir bloknot ve kalem vererek, onunla birlikte hazırlanan standa çıkıp, toplantının tutanağını yazmamı istedi.
Toplantı odasında sandalyeler dizilmiş, tanıdığım ve tanımadığım birçok üye oturuyordu. Babam da aralarındaydı. O kadar kalabalıktı ki gençler arka duvarda yığılmışlar, ayakta duruyorlardı. Bir saat sonra oturuma 15 dakika ara verildi. Ben yerimden kalkmadım, bir baktım Harry benden yana doğru geliyor ve yüzüme dikkatle bakıyor, ben de belli belirsiz, yarım gülümsemeli bir baş selamı verdim. ''Dakka 1, gol 1''. Harry yanıma geldi ve kibarca “merhaba ben sizi nereden tanıyorum?” diye sordu. Ben de ona oyunda ona çiçek verdiğimi söyledim. Kısa bir sohbet ve Sara Sarfetti ile David Kohen Yanarocak tanıştılar. Çocuk çok ölçülü, kibarca hangi günler derneğe geldiğimi sordu. Ben de her cumartesi , 15:00-19:00 arası oraya geldiğimi söyledim. Bu kadar. El sıkıştık. Toplantı bitti. Biz babamla eve dönerken babam yüzüme bakıyordu. Ben, ”esas soyadı Kohen Yanarocak’mış'' dedim. Babam çok konuşmazdı. ”Ailesi Ankaralı olabilir” dedi. Eve döndük.
Ertesi cumartesi günü, yaşam defterimde yeni bir sayfa açılacaktı.
Teşekkür: Bu yazıdaki resimleri sağlamakta yardımcı olan Lina Yeroham ve Süzet Bahar'a en içten teşekkürlerimle.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.