Kadıköy’lü Küçük Sara-51-

-Ateşten gömlek-

95 yılı yaşantımın en fırtınalı yıllarından biri olmaya devam ediyordu. 22 Temmuz’da Soni İsrael’e aliya yaparken, biz de onunla birlikte El-Al uçağıyla oraya gitmiştik. Sadece Soni’nin 7 adet valizi vardı. Valizlerinde sadece giysileri değil, ayrıca okul yurdunda kullanacağı mutfak araç gereçleri, yatak takımları, havluları ve şahsi eşyaları da vardı. Önce uçaktan inip Tiberia’da kalacağımız Club Otel’e gitmek üzere bir minibüs taksiye bindik. Otel süit bir odaydı. İki odasının yanında, bir de minik mutfağı vardı. Soni’yi üniversitesine yerleştirmeden önce, birlikte uzunca bir tatil de yapacaktık. Bu yüzden bir araba kiraladık. Her gün geziyor, akşamları da otelin animasyonlarını ve şarkıcılarını izliyorduk. Soni çok heyecanlıydı, Hay çok gergindi, çünkü abisinden ayrılacağı günler çok yakınlaşmıştı. Olur olmaz her şeye kızıyor ve ağlamaya başlıyordu. Ben duygularımı belli etmiyordum, çünkü oğlumu yüreklendirmem gerekiyordu. Aldığı bu zor kararda ona tam destek veriyordum. Onun cesaretini kırmak, sadece ona kötülük etmek olurdu.

O günlerde bol bol gezdik. Özellikle Golan ve çevresini gezdik. Çevre kibutzları ziyaret ettik ve tarihlerini öğrendik. Tiberia ve çevresi, Galil Bölgesi tarih yüklüdür. Kineret gölüne girdik. Göl üzerinde tekne turu yaptık. Etrafındaki restoranlarda yemek yedik. Tabiİdir ki akraba ziyaretleri yaptık. Dere tepe İsrael gezilerinden sonra, bir gün Yeruşalayim’e gittik. Soni’nin aliya ve üniversite bürokrasilerinive okul kaydını yaptırnak için üniversitenin Mt. Scopus (Har Ha-Tzofim) kampüsüne, daha sonra da Kotel’e gittik. Artık ayrılık günleri çok yakındı.

Dönüş sabahı otelden ayrıldık, arabayı iade ettikten sonra önce Hayfa'dan, kendi valizlerimizi El-Al aracılığı ile teslim ettik, ardından da Soni’nin Yeruşalayim’de kalacağı, Kudüs İbrani Üniversitesi’nin Giv'at Ram kampüsüne gittik. Kalacağı yurdun oda anahtarını aldık. David’le birlikte kova ve bez alarak odasını temizledik. Dolaplarını yıkayıp kağıtladık ve eşyalarını yerleştirdik. Yatağını hazırladık. Okulun marketine gidip türlü çeşit yiyecek ve içecekler aldık. Henüz 18 yaşında olmayan oğlumuzu, yeni bir hayatın acemisi olarak orada yalnız bırakacağımız saatler, artık kısa zamanlara dönüşüyordu. Kimse fazla konuşmuyordu, yoksa zembereklerden boşalıp etrafı sele boğacaktık. Hepimiz zorla gülümsüyor ve yutkunup duruyorduk.

Ayrılık saati gelip, otobüs durağının yanında beklerken, zoraki gülümsemelerle bir kaç kare fotoğraf daha çektik.

Otobüs gelince, Soni bizi otobüse bindirdi. Bin kere öpüştük, bin kere sarıldık. Hay ve ben artık dağılmıştık. David vakurdu. Zavallıcık, dik durması gerekiyordu çünkü. Oğlan otobüsten indi ve peşimizden koşarak gelmeye başladı. Şoför dönemeci döndü ve frene bastı. Soni de durdu. Şoför otobüsün kapısını açtı ve ona İbranice ”Hadi içeri gir, ailenle bir kez daha öpüşün” dedi. Çocuk içeri daldı. Bu seferki veda artık yürek tırmalıyordu. Aşağı inerken “artık arkanıza bakmayın, ben de bakmayacağım “dedi. Onu orada bıraktık ve Yeruşalayim’in Merkez Otobüs İstasyonu’na gittik. Hay ve ben sıfırlanmıştık. İkimiz de 35 derece sıcakta üşüyor ve donuyorduk. Üzerimize sweat-shirtlerimizi giymiştik. Durmadan ağlıyorduk. Bu biçimde havaalanına girdik ve uçağa bindik. Hay’ın vaziyeti içler acısıydı. Uçakta verilen Cola kutusunu da düşürdü, her tarafı ıslandı. Artık daha rahat ağlayabilmek için sağlam bir sebebi vardı.

Gece yarısı İstanbul’a indik. David’le benim valizler çıktı, Hay’ın valizi yoktu. İçinde de bütün yazlık kıyafetleri ve çamaşırları vardı. Hemen kayıt tutturduk ve taksiyle eve döndük. Hay eve gelince yıkandı. 15 günlük uzun bir seyahat olduğu için onun bütün kıyafetlerini yanıma aldığım ve valiz çıkmadığı için, benim bir tişörtümü giyerek yattı.

Valiz ertesi akşam Viyana’dan geldi ve David gidip teslim aldı. Rina minyon bir kız olduğu için, Hay o günü ablamın bize getirdiği Rina’nın şort ve tişörtleri ile idare etti. Hay yarı depresifti, dokunsan ağlıyordu. O günden itibaren benim ateşten gömlek giydiğim günlerin başlangıcı olmuştu. Oğlum için çok sevinçli ve gururluydum ama, bir anne için ayrılık çok yakıcı bir duyguydu. Soni'yle fırsat buldukça konuşuyorduk. Şimdi üzerinden 26 sene geçmiş, o zaman teknoloji böyle değildi. Cep telefonu nadirdi. Soni bize sık sık mektup yazar, her hafta kardeşine bir kartpostal gönderirdi. Telefon kulübesinden telefon edip, numarasını verip kapatır ve orada beklerdi. Ben hemen verdiği numarayı çevirince açardı ve uzun uzun konuşurduk. yaptıklarını, yeni arkadaşlarını ve oda arkadaşı Loni’yi anlatırdı. Loni Bahar Türkiye’den tanıdığım ve çok beğendiğim bir gençti. Onunla olduğu için çok memnundum. Soni farklı bir yaşama dalmıştı. Okul ve dil programı başlamıştı. Harıl harıl ders çalışıyorlardı. O sene Soni’nin okuluna İstanbul’dan 18 genç aliya yapmıştı. Hiç ayrılmıyorlar ve birbirlerine destek oluyorlardı. Farklı bir yaşam süreci başlamıştı. O çok mutluydu. En azından biz canını hiç sıkmıyorduk ve her türlü imkanı sağladığımız ve duygu sömürüsü yapmadığımız için çok huzurlu ve rahattı. Kendini tamamen derslerine odaklayabiliyordu.

Aynı yazın Ağustos ayında Rina, arkadaşlarıyla bir ay için İsrael'e, Kibutz Ha-Zorea'ya gitmiş, bir haftasonunu Soni'nin yurt odasında, bir haftasonunu da Soni, onların Kibutz odasında geçirmişti.

Bu arada biz de adaya gitmiştik. Orada birkaç arkadaşla görüşüyor, sakinleşmeye çalışıyorduk. Gazeteye gidiyordum. Gazetedeki arkadaşlarım, özellikle Nana Tarablus beni çok güzel sakinleştirirdi. O dönemlerde gazeteye yeni arkadaşlar da katılmışlardı. Nelly ve Yakup Barokas uzun yıllar yaşadıkları İsrael’den geri dönmüşler, üstelik oğullarını da orada bırakmışlardı. Nelly ile kader ortağı gibiydik. O, hislerini belli eden bir kişi olmamakla birlikte, derinden derine çok acı çekerdi. O sene adada onlarla da çok yakınlaşmıştık. Tony adında kocaman bir köpekleri vardı. Hay onu çok severdi.

Erensya Sefaradi Grubu yine çatırdıyordu. Bu sefer arkadaşımız Eli Meriç memnuniyetsizliklerini öne sürer olmuştu. Nihayetinde o da gruptan ayrılınca, 3 kişi kaldık. Oturup Gery ile konuştuk ve ne yapmak istediğini sorduk. O devam edecekti kararı buydu. Böylece söz yazarımız Yusuf Altıntaş’la birlikte üçümüz devam etme kararı aldık. İsrael dönüşünde David sürekli olarak konserler ayarlıyordu. O yaz özellikle üç kez Topkapı Sarayı’nın bahçesinin içinde bulunan Darphane-i Amire’de olmak üzere 5-6 konser vermiştik. Büyükada’daki Turing’in Ada Evi’nde verdiğimiz bahçe konseri ve Burgaz Ada Kulübü’ndeki konser çok sayıda izleyici tarafından takip edilmişti. Bu bir bakıma benim için çok iyi oluyordu çünkü Soni’nin yokluğunda oyalanıyordum.

Nihayet eylül ayı geldi ve Hay Ulus Musevi Lisesi’nde ortaokula başladı. Okulunu çok sevmişti. Servisle gidip dönüyordu. Ben o sene artık Bahariye’deki evi kapalı tutmaya karar vermiştim. Artık sadece Göztepe’deki evde yaşıyorduk. Hay'ın servisi de oradan kalkıyordu. Soni sağ kolumdu ve ben onsuz, bu iki ev sistemini kaldıramayacağımı hissediyordum. O sene planda olmadığı halde, David bana yeni bir enerji katmak için Roş-Ha-Shana'nın başından itibaren 1 ay sürecek bayram tatilinde Soni’yi İstanbul’a getirtti. Bu beni gerçekten yenilemiş, hayat katmıştı. Bütün aile çok mutluydu.

Kış başladığı zaman konserler devam ederken David yeni bir cd çalışması için müzik stüdyolarını arşınlamaya başlamıştı. Sonunda bulmuş ve altyapı çalışmaları başlamıştı. Bu arada kendi özgün bestelerinden oluşan Türkçe bir kaset de doldurmuştu. Kasetin adı “Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı” idi. Bu sokak Bodrum Gümüşlük’te, denizin önündeki bir sokağın adıdır. Orası için yazdığımız bir şarkı sözü, kasete de adını vermişti. Deli dolu bir yaşamımız vardı.

Şalom Gazetesi’nde artık bir sayfanın editörlüğü bana verilmişti. Sayfamın adı “Kavram”dı. Bu sayfada her hafta Yahudi dini ve kültürü hakkında araştırmalar yapıp, oldukça uzun yazılar hazırlıyordum. Ayrıca diğer sayfalarda da röportajlar yapıyordum. O yaz değişik yerlerin açılışlarına gitmiş, röportajlar yapıp yayınlamıştım. Yusuf hala her Pazar sabahı kahveye geldiğinde David’in yeni bestelerine yeni sözler yazıyordu.

95 yılının Kasım ayında, İsrael Başbakanı ve çok önemli bir devlet adamı olan Yitshak Rabin, tam barışın eşiğindeyken bir suikaste uğrayınca, hepimiz büyük bir şoka girmiştik. Soni henüz orada yepyeniyken, tarihe tanıklık ediyordu. Arkadaşlarıyla Rabin'in Yeruşalayim’deki naaşının önünden saatlerce süren bir bekleyişten sonra, geçip saygı geçişinde bulunmuşlardı. Çok etkilenmiş ve bunu bize uzun uzun anlatmıştı. David de bu olaydan çok etkilenerek “La Pas”-Barış- isimi bir beste yapmış, Yusuf da üzerine çok dokunaklı sözler yazmıştı. 96 yılının 1 Eylül günü AKM’ye davet edilmiş ve Erensya Sefaradi olarak “La Pas” adlı şarkımızı seslendirmiştik. Bilindiği gibi 1 Eylül “Dünya Barış Günü” dür.

96 kışında Göztepe Kültür Derneği’nde bir konser vermiştik. Ne de olsa orası ilk yuvamızdı. Artık orada fiilen faaliyet yapmıyorduk ama, yine de kültür gecelerine, eğlence gecelerine ve tiyatro oyunlarına gidiyor ve çok mutlu oluyorduk.

Kah neşeli, kah özlem dolu, kah epeyi yoğun bir hayatın içinde akmaya devam ediyorduk.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.