KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-66-
2006 yılında yeni bir hobi çalışmasına başlamıştım. Göztepe Kültür Derneği’nden sevgili arkadaşım Feride Petilon o sene annesinin yazlık evinde, bir atölye çalışması başlatmıştı. Bu kurdele ve nakış kursuydu. Rengarenk kurdeleler ve ipliklerin dünyasına girmiştim. Envai çeşit çiçekleri kurdelelerle yapıp, tablolar, kahve tepsileri, panolar yapıyorduk. O kurs için her Çarşamba günü gittiğim atölyede iki teyze kızı olan Hale ve Leyla ile çok yakın dost olmuştuk. Arada bir atölye dışında Feride, Hale, Leyla ve ben bir araya gelip ya yemeğe çıkıyor, veya birbirimize ev ziyaretleri yapıyorduk. Çok güzel eğleniyorduk ve arada harika şeyler yaratıyorduk. Hatta o sezonun sonunda Büyük Kulüp’te bir sergi açmıştık.
Bu güzel vakitlerin içinde, Pesah Bayramı için İsrael’e gitmiştik. Büyük dünürler Violet ve Yusuf Albukrek, küçük dünürler Meri ve Dario Pardo, hepimiz İsrael’de toplanmış koskocaman bir aile olarak, Soni’lerin evinde Pesah Sederi yapmıştık. Aradaki günlerde de kiraladığımız arabalarla kuzey, güney, doğu, batı her tarafı geziyorduk. Şimdi düşünüyorum da gerçekten hepimiz genç ve sağlıklıydık. Her şey gözümüze güzel ve keyifli görünüyordu.
2007 yılının sonbaharında bir göğüs ameliyatı geçirmiştim, şükür ki sonuçlar temizdi. Hatta ameliyat olacağım son saate kadar İsrael’deki çocuklarıma ameliyat olacağımı söylememiştim. Onlara kıymıyordum. Çünkü çok korkacaklarını biliyordum. Nedir ki, artık ameliyathaneye götürülürken, David Soni’yi aradı ve durumu anlattı. Soni beni deliler gibi azarlıyordu. Tam üç dakika sonra Hay aradı, bir araba dolusu azar da ondan işittim. Onları yatıştırmak için, telefonda komedyenlik bile yapmıştım. Çocukların ebeveynlerine bir şey olacak korkusu, benim bütün ömrümü yediği için, onların korkmalarına, üzülmelerine kıyamamıştım. Neyse sonuç olarak zaten üzülecek bir neden de kalmamıştı.
O sene ameliyattan sonra David’le yeni bir seyahate çıkmıştık. 52.doğum günümü New York’ta kutlayacaktım. Aslında çok uzak uçuşlar beni biraz ürkütse de, biz New York’a, İstanbul-Londra-New York olarak uçmuştuk. Arada verdiğimiz mola, uzun uçuş tedirginliğimi yenmişti.
New York’ta Brodway’e çok yakın olan New Yorker otelinde kalmıştık. Aralık ayı Noel zamanı olduğu için cadde ve sokaklardaki ışıkları, metrelerce uzunluktaki noel ağaçlarının güzelliğini, vitrinlerin noel dekorasyonlarını tasvir etmem imkansız. Hava buz gibiydi ama biz içi kuzu kürklü süet paltolarımızla hiç üşümüyorduk. Bir gün MOMA’ya, ertesi gün Metropolitan Müzesi’ne gitmiştik. Benim sanattan ve estetikten başım dönüyordu. Buz gibi havada Central Park’a gitmiş ve atlı bir arabayla bütün parkı gezmiştik. İşin tatlı tarafı arabacı çocuk Türk bir delikanlıydı. Yol boyunca bıcır bıcır konuşup bizi güldürüyordu. Aynı gün Manhattan’daki adalardan biri olan Ellis adasına ve Özgürlük Anıtı’na gitmiştik.
Broadway’in gişelerine gitmiş, bilet almaya çalışırken 10 Aralık akşamı Liza Minnelli’nin o geceki konserine bilet aldık. Ben 16 yaşımdayken gördüğüm “Cabaret” filminden beri Liza Minnelli’ye aşıktım, ve o gece sahnede, Liza, kanlı canlı karşımdaydı. Çok komikti. Kendi yaşamıyla dalga geçerek anlattığı hikayelerin arasında şarkı söylediği muhteşem sesiyle insanları kendinden geçiriyordu. Beyaz bir pantolon ve ceket takım giymişti. “Cabaret” ve “New York- New York’’ şarkılarını söyledikten sonra etraf alkıştan yıkılıyordu.
Ertesi gün 11 Aralıktı ve benim 52. doğum günümdü. David, hediye olarak ne istediğimi sorunca hemen Disney mağazasına girdim ve üç tane biblo istedim. İlki Cinderella ve prensi, ikincisi Pamuk Prenses ve prensi, üçüncüsü ise gelinlik giymiş olan Minnie ve damat kıyafetli Mickey Mouse idi. Bu kahramanlar benim küçüklüğümden beri en çok sevdiğim çizgi film kahramanlardı. Bu biblolardan daha güzel bir hediye olabilir miydi? Üstelik o gece Broadway’de yine biletlerimiz vardı. Bu seferki müzikal “Mary Poppins”ti. Mary Poppins elinde şemsiyesi ve çantasıyla başımın üstünden uçarak tavanda şehir turları yaparken ben zevkten dört köşe olmuş bir şekilde onu seyrediyordum. İnsanların hayatlarında bazı müstesna doğum günü anıları vardır, işte bunlardan bir tanesi 52. doğum günü kutlamasıydı.
O seyahat sırasında günü birliğine Washington’a gitmiştik. Başkent, antik Romanın bir replikası gibiydi. Ülkenin parlamentosu Capitol, dikilitaş, tam karşısındaki Greko-Romen tasarımlı Lincoln anıtının olduğu bölge, Beyaz Saray, beni çok etkileyen Arlington Mezarlığı ve Başkan John F. Kennedy’nin mezarı. Gömüldüğü günden beri mezar taşının önünde hiç sönmeyen bir meşale yanıyordu. Yanında eşi Jackqueline Kennedy ve çok küçükken kaybettikleri ikinci bebeklerinin mezarları vardı. Kennedy öldürüldüğü zaman ben sanırım evdekilerin de tesiriyle bu ölümden çok etkilenmiştim. O zamanlar, henüz küçük bir kızken Kennedy’nin mezarına gideceğim diye düşünürdüm. Valla işte bu dileğim bile gerçekleşmişti. Washington’un hemen yakınındaki Georgetown bölgesi o kadar güzeldi ki, her şeyi görmek için gözlerimi ve kulaklarımı ve beynimi tıka basa bu güzelliklerle dolduruyordum. 14 sene geçmiş, tümü hala gözlerimin önünde.
2008 yılının ağustos ayında Danimarka, Norveç ve Fiyortlar’a gitmiştik. Danimarka güzel bir ülke. Kral Sarayı Helsinborg Sarayı, hatta kraliyet ailesi dahi mütevazı yaşamlarıyla kendi halklarına örnek oluyorlar. Deniz kenarında Hans Christian Andersenn’in meşhur masalı “Küçük Deniz Kızı”nın heykeli var. Nevheaven denen bölgede gençler yerlerde oturmuşlar, önlerine kutu kutu biraları sıralamışlar, mutluluk içinde sohbet ediyorlardı. Her taraf yemyeşil parklarla doluydu. Tivoli Bahçelerinde lunaparklar, restoran ve cafeler vardı.
Danimarka’dan sonra Norveç’e gitmiştik ama o gün Oslo’da o kadar çok yağmur vardı ki, üstü açık turist otobüsünde, ellerimizde şemsiyeler, başımızda yoldan aldığımız yün atkılara rağmen herkes titreşiyordu. Hani görmedik demeyelim, krallık sarayının önünden geçtikse de ben galiba şemsiyemin ters dönmesinden ötürü valla göremedim. Daha sonra da Viking Müzesinin önünden geçmişim, bir şey hatırlıyorsam namerdim. Öğlen saatinde o serseri yağmur bıçak gibi kesildi. Ağustos ayı ama hava buz. İmdat! Ben çizme ve kürk ve bere ve atkı istiyorum. Donuyorum.
Yerler hala ıslak ama yağmur durdu ve kendimizi bir Açıkhava pazarında bulduk. Tezgahlarda İskandinav motifleri bulunan hakiki yünden, sanki kurşun geçirmez kazaklar satıyorlar. David’le ben daha fiyatını bile sormadan, markalarını kopardık ve yün kazakları üzerimize geçirdik. Ben David’e “hava çok soğuk, çocuklara da alalım bunlardan” diyorum. Çocuklar o sırada 40 derece sıcaklıktaki İsrael’deler ama, ben üşüyorum ya, onların da ısınması lazım. David beni ikna edemeyince herkese kazaklar alındı. Benim oğlanlar o kazakları daha siftah etmediler. Bir gün Kanada’ya giderlerse belki kullanırlar. Yün kazaklarla kan dolaşımımız normale dönünce, karşımıza çıkan ilk kafeye girip dumanı tüten hardallı sosisli sandviçler yemiştik.
O gün gezdik, dolaştık, aradan saatler geçiyor ama hava kararmıyor. Gökyüzü aydınlık. Yarın gemiye binip fiyortlara gideceğiz. Ama David yatmak istemiyor. ”Etraf hala aydınlık, ben yatmam” diyor. Ben yorgunluktan yıkılıyorum, sonunda gece 11.30da “Abicim ben yatıyorum sana aydınlık geceler diliyorum” dedim ve otel odasına gittim. Meğerse Nordik ülkelerde 5 ay boyunca hiç gece olmazmış. Yani uykusu gelen gökyüzüne aldırış etmeden uyurmuş. David orada birkaç gün daha kalsaydı, uykusuzluktan yerdeki asfaltta kıvrılıp uyuyacaktı sonunda.
Ertesi günü Norveç’in fiyortlarını dolaşacak olan gemiye bindik. Artık çok akıllıyız. Kazaklar, bereler, atkılar takıldı. Güvertede herkese İskoç desenli mavi beyaz yün battaniyeler dağıttılar. Güverteler huzur evi bahçesi gibi. Herkes battaniyeleri burunlarına kadar çekmişler etraftaki buzullara bakıyorlar. Sıkıysa burnunu dışarı çıkar, vallahi elinde kalır. Haftaya biraz daha Fiyord anlatmak isterim.