KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA-66-

2007 - Yeruşalayim

2007 - Yeruşalayim

2006 yılında yeni bir hobi çalışmasına başlamıştım. Göztepe Kültür Derneği’nden sevgili arkadaşım Feride Petilon o sene annesinin yazlık evinde, bir atölye çalışması başlatmıştı. Bu kurdele ve nakış kursuydu. Rengarenk kurdeleler ve ipliklerin dünyasına girmiştim. Envai çeşit çiçekleri kurdelelerle yapıp, tablolar, kahve tepsileri, panolar yapıyorduk. O kurs için her Çarşamba günü gittiğim atölyede iki teyze kızı olan Hale ve Leyla ile çok yakın dost olmuştuk. Arada bir atölye dışında Feride, Hale, Leyla ve ben bir araya gelip ya yemeğe çıkıyor, veya birbirimize ev ziyaretleri yapıyorduk. Çok güzel eğleniyorduk ve arada harika şeyler yaratıyorduk. Hatta o sezonun sonunda Büyük Kulüp’te bir sergi açmıştık.

Bu güzel vakitlerin içinde, Pesah Bayramı için İsrael’e gitmiştik. Büyük dünürler Violet ve Yusuf Albukrek, küçük dünürler Meri ve Dario Pardo, hepimiz İsrael’de toplanmış koskocaman bir aile olarak, Soni’lerin evinde Pesah Sederi yapmıştık. Aradaki günlerde de kiraladığımız arabalarla kuzey, güney, doğu, batı her tarafı geziyorduk. Şimdi düşünüyorum da gerçekten hepimiz genç ve sağlıklıydık. Her şey gözümüze güzel ve keyifli görünüyordu.

2007 yılının sonbaharında bir göğüs ameliyatı geçirmiştim, şükür ki sonuçlar temizdi. Hatta ameliyat olacağım son saate kadar İsrael’deki çocuklarıma ameliyat olacağımı söylememiştim. Onlara kıymıyordum. Çünkü çok korkacaklarını biliyordum. Nedir ki, artık ameliyathaneye götürülürken, David Soni’yi aradı ve durumu anlattı. Soni beni deliler gibi azarlıyordu. Tam üç dakika sonra Hay aradı, bir araba dolusu azar da ondan işittim. Onları yatıştırmak için, telefonda komedyenlik bile yapmıştım. Çocukların ebeveynlerine bir şey olacak korkusu, benim bütün ömrümü yediği için, onların korkmalarına, üzülmelerine kıyamamıştım. Neyse sonuç olarak zaten üzülecek bir neden de kalmamıştı.

O sene ameliyattan sonra David’le yeni bir seyahate çıkmıştık. 52.doğum günümü New York’ta kutlayacaktım. Aslında çok uzak uçuşlar beni biraz ürkütse de, biz New York’a, İstanbul-Londra-New York olarak uçmuştuk. Arada verdiğimiz mola, uzun uçuş tedirginliğimi yenmişti.

New York’ta Brodway’e çok yakın olan New Yorker otelinde kalmıştık. Aralık ayı Noel zamanı olduğu için cadde ve sokaklardaki ışıkları, metrelerce uzunluktaki noel ağaçlarının güzelliğini, vitrinlerin noel dekorasyonlarını tasvir etmem imkansız. Hava buz gibiydi ama biz içi kuzu kürklü süet paltolarımızla hiç üşümüyorduk. Bir gün MOMA’ya, ertesi gün Metropolitan Müzesi’ne gitmiştik. Benim sanattan ve estetikten başım dönüyordu. Buz gibi havada Central Park’a gitmiş ve atlı bir arabayla bütün parkı gezmiştik. İşin tatlı tarafı arabacı çocuk Türk bir delikanlıydı. Yol boyunca bıcır bıcır konuşup bizi güldürüyordu. Aynı gün Manhattan’daki adalardan biri olan Ellis adasına ve Özgürlük Anıtı’na gitmiştik.

Central Park * New York

Central Park * New York

Broadway’in gişelerine gitmiş, bilet almaya çalışırken 10 Aralık akşamı Liza Minnelli’nin o geceki konserine bilet aldık. Ben 16 yaşımdayken gördüğüm “Cabaret” filminden beri Liza Minnelli’ye aşıktım, ve o gece sahnede, Liza, kanlı canlı karşımdaydı. Çok komikti. Kendi yaşamıyla dalga geçerek anlattığı hikayelerin arasında şarkı söylediği muhteşem sesiyle insanları kendinden geçiriyordu. Beyaz bir pantolon ve ceket takım giymişti. “Cabaret” ve “New York- New York’’ şarkılarını söyledikten sonra etraf alkıştan yıkılıyordu.

Liza Minnelli

Liza Minnelli

Ertesi gün 11 Aralıktı ve benim 52. doğum günümdü. David, hediye olarak ne istediğimi sorunca hemen Disney mağazasına girdim ve üç tane biblo istedim. İlki Cinderella ve prensi, ikincisi Pamuk Prenses ve prensi, üçüncüsü ise gelinlik giymiş olan Minnie ve damat kıyafetli Mickey Mouse idi. Bu kahramanlar benim küçüklüğümden beri en çok sevdiğim çizgi film kahramanlardı. Bu biblolardan daha güzel bir hediye olabilir miydi? Üstelik o gece Broadway’de yine biletlerimiz vardı. Bu seferki müzikal “Mary Poppins”ti. Mary Poppins elinde şemsiyesi ve çantasıyla başımın üstünden uçarak tavanda şehir turları yaparken ben zevkten dört köşe olmuş bir şekilde onu seyrediyordum. İnsanların hayatlarında bazı müstesna doğum günü anıları vardır, işte bunlardan bir tanesi 52. doğum günü kutlamasıydı.

Marry Poppins

Marry Poppins

O seyahat sırasında günü birliğine Washington’a gitmiştik. Başkent, antik Romanın bir replikası gibiydi. Ülkenin parlamentosu Capitol, dikilitaş, tam karşısındaki Greko-Romen tasarımlı Lincoln anıtının olduğu bölge, Beyaz Saray, beni çok etkileyen Arlington Mezarlığı ve Başkan John F. Kennedy’nin mezarı. Gömüldüğü günden beri mezar taşının önünde hiç sönmeyen bir meşale yanıyordu. Yanında eşi Jackqueline Kennedy ve çok küçükken kaybettikleri ikinci bebeklerinin mezarları vardı. Kennedy öldürüldüğü zaman ben sanırım evdekilerin de tesiriyle bu ölümden çok etkilenmiştim. O zamanlar, henüz küçük bir kızken Kennedy’nin mezarına gideceğim diye düşünürdüm. Valla işte bu dileğim bile gerçekleşmişti. Washington’un hemen yakınındaki Georgetown bölgesi o kadar güzeldi ki, her şeyi görmek için gözlerimi ve kulaklarımı ve beynimi tıka basa bu güzelliklerle dolduruyordum. 14 sene geçmiş, tümü hala gözlerimin önünde.

Capitol

Capitol

Kennedy'lerin mezarları

Kennedy'lerin mezarları

2008 yılının ağustos ayında Danimarka, Norveç ve Fiyortlar’a gitmiştik. Danimarka güzel bir ülke. Kral Sarayı Helsinborg Sarayı, hatta kraliyet ailesi dahi mütevazı yaşamlarıyla kendi halklarına örnek oluyorlar. Deniz kenarında Hans Christian Andersenn’in meşhur masalı “Küçük Deniz Kızı”nın heykeli var. Nevheaven denen bölgede gençler yerlerde oturmuşlar, önlerine kutu kutu biraları sıralamışlar, mutluluk içinde sohbet ediyorlardı. Her taraf yemyeşil parklarla doluydu. Tivoli Bahçelerinde lunaparklar, restoran ve cafeler vardı.

Deniz kızı heykeli - Danimarka

Deniz kızı heykeli - Danimarka

Danimarka’dan sonra Norveç’e gitmiştik ama o gün Oslo’da o kadar çok yağmur vardı ki, üstü açık turist otobüsünde, ellerimizde şemsiyeler, başımızda yoldan aldığımız yün atkılara rağmen herkes titreşiyordu. Hani görmedik demeyelim, krallık sarayının önünden geçtikse de ben galiba şemsiyemin ters dönmesinden ötürü valla göremedim. Daha sonra da Viking Müzesinin önünden geçmişim, bir şey hatırlıyorsam namerdim. Öğlen saatinde o serseri yağmur bıçak gibi kesildi. Ağustos ayı ama hava buz. İmdat! Ben çizme ve kürk ve bere ve atkı istiyorum. Donuyorum.

Yerler hala ıslak ama yağmur durdu ve kendimizi bir Açıkhava pazarında bulduk. Tezgahlarda İskandinav motifleri bulunan hakiki yünden, sanki kurşun geçirmez kazaklar satıyorlar. David’le ben daha fiyatını bile sormadan, markalarını kopardık ve yün kazakları üzerimize geçirdik. Ben David’e “hava çok soğuk, çocuklara da alalım bunlardan” diyorum. Çocuklar o sırada 40 derece sıcaklıktaki İsrael’deler ama, ben üşüyorum ya, onların da ısınması lazım. David beni ikna edemeyince herkese kazaklar alındı. Benim oğlanlar o kazakları daha siftah etmediler. Bir gün Kanada’ya giderlerse belki kullanırlar. Yün kazaklarla kan dolaşımımız normale dönünce, karşımıza çıkan ilk kafeye girip dumanı tüten hardallı sosisli sandviçler yemiştik.

O gün gezdik, dolaştık, aradan saatler geçiyor ama hava kararmıyor. Gökyüzü aydınlık. Yarın gemiye binip fiyortlara gideceğiz. Ama David yatmak istemiyor. ”Etraf hala aydınlık, ben yatmam” diyor. Ben yorgunluktan yıkılıyorum, sonunda gece 11.30da “Abicim ben yatıyorum sana aydınlık geceler diliyorum” dedim ve otel odasına gittim. Meğerse Nordik ülkelerde 5 ay boyunca hiç gece olmazmış. Yani uykusu gelen gökyüzüne aldırış etmeden uyurmuş. David orada birkaç gün daha kalsaydı, uykusuzluktan yerdeki asfaltta kıvrılıp uyuyacaktı sonunda.

Ertesi günü Norveç’in fiyortlarını dolaşacak olan gemiye bindik. Artık çok akıllıyız. Kazaklar, bereler, atkılar takıldı. Güvertede herkese İskoç desenli mavi beyaz yün battaniyeler dağıttılar. Güverteler huzur evi bahçesi gibi. Herkes battaniyeleri burunlarına kadar çekmişler etraftaki buzullara bakıyorlar. Sıkıysa burnunu dışarı çıkar, vallahi elinde kalır. Haftaya biraz daha Fiyord anlatmak isterim.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.