Kadıköylü Küçük Sara-57

Sonilerin düğününden sonra, gerek depremde kuzenimi böylesi trajik bir şekilde kaybetmek, gerekse Lisya'nın balayında yaşadığı yüz felcinin etkisiyle oldukça düşük bir ruh halinde olduğum için, David evliliğimizin 23. yılını bahane ederek bir seyahat planı yapmıştı. 99 yılının Ekim sonuydu. Viyana, Prag ve Budapeşte’yi kapsayan bir gezi planı yaptı. Tamamen tesadüf olarak bu turda Viki-İbrahim Özsezikli ve Esti-Albert Avimlah ailesi de vardı. O seyahatte çok kaynaşmış, birlikte çok hoş saatler geçirmiştik. Viyana, çok romantik ve yüksek seviyeli bir şehirdi. Oradaki sarayları gezmiş, Schonbrunn Sarayı’ndaki Oranjeri’de bir Johann Stauss konseri izlemiştik. Beethoven’in uzun bir süre yaşadığı kasabasında otantik bir yere yemeğe götürülmüştük. Hoffburg Sarayı, Belvedere, Prater, katedral ve Climt’in tabloları karşısında kendimden geçmiştim. Yahudi sokağına gitmiş, Sinagogu ve Yahudi müzesini ziyaret etmiştik. Mayerling’e gitmiş, Arşidük Rudolph ve sevgilisi Barones Maria Vetzera’nın efsane aşklarını yaşadıkları ve birlikte intihar ettikleri av köşkünü ziyaret ettikten sonra, yine o yakınlardaki bir tünele götürülmüş, Nazilerin altınları ve sanat eserlerini sakladıkları yerleri görmüştük. Tarihi Baden kasabasında öğle yemeği yemiş, sararmış sonbahar yapraklarının yarattığı şiirsel tabiat tablolarının içinde serin havayı içimize çekmiştik. Gerzideki sonraki şehir Budapeşte idi. Bu şehre üçüncü gelişimizdi ama, ilginç bir şekilde bu kez mevsim sonbahardı. İlkinde Ocak kışında, ikincisinde serince Ağustos yazında, üçüncüsünde ise güneşin yakmadan ısıttığı, kırmızı ve sarı yaprakların yerleri alaca sonbahar renklerine boyadığı sonbahardaydı. Ne yalan söyleyeyim, sonbahar benim en çok sevdiğim mevsimdir. Havası, tabiatı ve içimde uyandırdığı şiirsel duygular beni başka evrenlere sürükler.

Budapeşte, her gittiğimizde daha gelişmiş oluyordu. Ama benim en çok sevdiğim yer 1924 yılında kurulmuş olan New York Cafe’di. Bu yer özgünlüğünü hiç kaybetmemişti. Toneth sandalye ve masaları, eski tip klasik çay takımları ve pasta tabakları, şık garsonları ile, son derece lezzetli pastaları ve kahvelerinin yan ısıra saat 17.00-19.00 arasında canlı Çardaş müzikleri yapan yerel kıyafetli Macar Çingeneleri ve Brahms’ın Macar Rapsodileri beni benden çekip çıkarıyordu.

Prag ise özellikle ilk defa görenler için masalsı bir şehirdi. Baştan sona tarihin içinde yüzüyordunuz sanki. Gördüğümüz her şeye bakakalıyorduk. Charles köprüsü, her saat başı çalan ve içinden figürler fırlayan saat kulesi. Sarayı, kalesi, etrafında çepeçevre dükkanlar ve cafe-restoranlarla çevrilmiş dev meydani. Bilet satan gençlerden satın alıp, etraftaki bir kilisede derhal izleyebileceğiniz klasik müzik konserleri, Yahudi sokağı Joseph, eski sinagog ve Kafka'nın evi. Golem’in sözde bodrumunda saklı olduğu köhne sinagog. Orası gecesi ayrı, gündüzü ayrı şaheser bir şehirdi. Bir gece ”Black Magic Theatre” adlı bir yere gitmiş, devasa kuklaların sahnede oynadığı ve ışıklarla aldatmaca oyunları yapan bir piyes izlemiştik. Prag çok güzeldi ve okuduğum birçok kitaba sahne olduğu için oraya gidince kitapların içine dalmıştım. Prag’da iken bir gün turla Carlovy Vari’ye gitmiştik. Oranın eski adı Carlsbad’dı. İçmeleri meşhurdu. Dükkanlarda satılan porselen küçük testilere, meydandaki çeşmelerden akan kaynak suyundan doldurup içilebiliyordu. Oradaki dükkanlarda muhteşem güzellikte mavi beyaz porselenler ve yemek takımları satılıyordu. Atatürk gençken, böbrek tedavisi için bir süre buraya gelmiş ve şifalı sularından faydalanmış, tedavi olmuştu. Onun kaldığı otelin bahçesinde sabah kahvesi içmiştik. Karlovy Vari’nin sonbaharı kırmızıydı. Ağaçların bütün yaprakları ve parklardaki düşmüş yapraklar alev kırmızısıydı. Bu yer benim için gerçek bir cennetti. Parkta kırmızı yaprakların üzerine yatmış ve sonsuza kadar orada kalmak istemiştim. O gezi benim için bir terapi gibi olmuştu. Çünkü beni ben yapan sanat, müzik, edebiyat ve sonbahar cümbüşü bana adeta yeniden yaşadığımı duyumsatmıştı.

Bu seyahatin dönüşünde yeni bir hobi edinmeye karar vermiştim. O zaman çok revaçta olan ahşap boyama ve eskitme kursuna yazılmıştım. Haftada iki kere gidiyordum ve bu iş beni çok sarmıştı. Hem kursta çalışıyordum, hem de evde. Üstelik harıl harıl. Bu ahşap işlerine daldığımda saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyordum bile. Rendeliyor, boyuyor, eskitiyor, cilalıyor, vernikliyordum. Yeni bir dolap almış arka balkona koymuştum. İçleri rengarenk su bazlı boyalar ve malzemelerle doluydu. Fırçalar, ayakkabı boyaları, zımpara kağıtları, resimler ve tutkallar havada uçuşuyordu. O kadar çok şeyler hazırladım ki sonunda artık bir sergi açmaya karar verdim.

99 yılının Kasım ayında Erensya Sefaradi’nin yeni cd’si “Mi İjo” yayınlanmıştı. Bu diskin ardından Göztepe Kültür Derneği’nde bir konser vermiştik. Çok başarılı bir konserdi, dostlarımız, sevdiklerimiz hep etrafımızdaydılar.

Gery, Yusuf, Ben ve David

Gery, Yusuf, Ben ve David

2000 yılı karışık duygularla geldi. Nasıl söylesem, çok coşkulu değildim, ama yazı yazmak, ahşaplarla uğraşmak bana iyi geliyordu. Ben de kendimi bırakmamak adına bunlara dört elle sarılıyordum. 2000 yılının ocak ayında Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden bir konser teklifi almıştık. ODTÜ Türkiye’nin en önemli üniversitesidir. Ankara’da bizi ODTÜ’den Doçent Begümşen Ergenekon karşılamıştı. Çok soylu ve entelektüel bir kadındı. Bizi üniversitenin konuk evinde ağırlamışlardı. Konuk evinin odaları çok zarif döşenmiş, mütevazı bir otel gibiydi. Biz oraya Cuma akşamı gitmiştik. Cumartesi günü üniversitenin konser salonuna gidip prova yapmıştık. Begümşen hanım cd’lerimizi dinlemiş ve “Mi İjo” adlı şarkımızı çok beğenmişti. Bizden sırası geldiğinde bu şarkıya, sahnede mandoliniyle eşlik etmeyi istemişti. Konserde sahneye gelmiş bize mandoliniyle eşlik etmişti. Cumartesi akşamüstü verdiğimiz konser müthişti. İzleyiciler öğrenciler ve öğretim görevlileriydi. Bir sıra boyunca oturan kadınlı erkekli bir grubun özellikle çok hararetli alkışladıkları ve bize sevgi dolu gözlerle bakmaları, benim sahneden bile dikkatimi çekmişti. Konser bitip dışarıda verilen kokteyle katıldığımız zaman, bu grup yanımıza gelip kendilerini tanıttılar. Bu kişiler Prof. Dr. Yuda Yürüm ve eşi Perla, İsrael Büyük Elçiliği'nden Hanna Anum Atiyas ve Yuda Yürüm’ün yeğeni Sara ve eşiydi. Sarıldılar, öptüler, kutladılar. Gözleri sevgiyle parlıyordu. Yuda Yürüm benim Ankara kökenli kayınpederim Siyon Kohen Yanarocak’ın kuzeniydi. Kendini David’e tanıttı ve “biz kuzeniz” dedi. Kendi kuzeni olan Anum Atias’ın da David’le kuzin olduğunu söyledi. Yürüm de aslında Kohen’di. Soyadı Kanunu döneminde onlar Yürüm, David’in ailesi de Yanarocak olmuşlardı. Üstelik Davidi’n Ankaralı olan babaannesinin adı da Anum’du. Biz çok şaşkın ve sevinçliydik. Yürümler ve diğer akrabalar beni, David’i, Gery’yi ve Begümşen hanım ve oğlu küçük Atila’yı alıp yeğen Sara’nın evine götürmüşlerdi. Ben Ankara’da böylesine ağırlanacağımı söyleselerdi inanamazdım. Koskoca ODTÜ’lü bilim adamı Yuda Yürüm ve ailesiyle kahkahalarla ve sevgiyle saatlerce sohbet ettik. Benim için yine farklı bir evren duygusu vardı. Bu insanların hepsi ne kadar güzel, ne kadar sevgi doluydular.

ODTU - Ankara

ODTU - Ankara

Ertesi günü Begümşen hanım üniversiteye gelmiş, üçümüzü arabasına alıp Ankara’yı gezdirmişti. Anıt Kabir’e gittiğimizde çok heyecanlıydım. Sanki eski bir dostumu, babamı ziyarete gelmiştim. Orası çok etkileyiciydi. Anıtkabir’in müzesinde, Atatürk’ün vitrinler içinde kıyafetleri ve kişisel eşyaları sergileniyordu. Çok zarif ve klas giysiler, Ata’nın kişiliğinin dışa vurumu idi adeta. Müzenin satış mağazasından Atatürk kitapları satın almıştım ve biri ODTÜ’nün sembolünün olduğu, diğeri ise Ata’nın en yakışıklı haliyle, kalpaklı resminin olduğu bir kupa. O akşam uçağa binip İstanbul’a dönerken, her bakımdan doygun, başarılı ve keyifli hissediyorduk.

O sene Pesah’ta İsrael’e gitmiştik. Hay, ve Lisya'nın ailesi Yusuf ve Violet Albukrek de bizimle birlikteydi. Çocuklar çok iyi ve sevinçliydiler. Lisya tamamen toparlanmıştı. Soni’ler Yeruşalayim’de oturuyorlardı. Soni artık askerlik görevini yapıyordu. Üniversiteden çift dalda mezun olmuştu. Askerliğini Yeruşalayim’deki Merkez Komutanlığı'nda yapıyordu. Evli olduğu için akşamları eve gelebiliyordu. Hep birlikte çok güzel vakit geçiriyorduk. Arabalar kiralamıştık. Dere tepe geziyorduk. Pesah olduğu için Soni de izin almıştı. Pesah gecesi ilk defa yanımızda aile büyüklerimiz yoktu. Yani büyükler bizdik, gençtik ve çok eğleniyorduk.

Pesah dönüşü dünürüm Violet Albukrek’in üyesi olduğu Lyons Kulübünün “Afife Jale Sanat Merkezi”nde düzenledikleri kilim ve sedef objeler sergisinde, bana da bir bölüm ayrıldı ve yaklaşık 175 parça ahşap obje ile ilk kişisel sergimi açtım. Sergi deyip geçmemek lazım, David ve Yusuf Altıntaş, bütün objelerimin resmini çektiler, listelediler, numaraladılar, fiyat listesi hazırladır. Sergi çok başarılı geçmiş, yaptıklarımın çoğu satılmıştı. Ben hepsinin gelirini Lyons Kulübü’ne bağışlamıştım.

2000 yılının yazında Turing’in Büyük Ada Evi’nde bir konser vermiştik. Oranın kurucusu ve yöneticisi olan Çelik Gülersoy ile çok yakın dost olmuştuk. O günkü konserden sonra, bana basılmış olan tüm kitaplarını armağan etmişti. Çelik Gülersoy muhteşem bir adamdı. Oturup saatlerce sohbet ederdik. Büyükada’da kendine özel, tek atın çektiği, tek kanepeli beyaz bir faytonu vardı. Her pazartesi sabahı sabah saat 10 ‘da benim evimin köşesinden geçer ve beni vapur iskelesinin önüne kadar getirirdi. Ben her pazartesi sabahı Şalom Gazetesine gitmek üzere şehre inerdim. Bir keresinde Çelik Bey’e “ne güzel bir tesadüf, her pazartesi sabahı rastlaşıyoruz” dediğimde, kendisi gülümseyerek; ” Hayır ben her pazartesi bu sokaktan çok güzel bir hanımın belirdiğini gördüğüm için, özellikle aynı saatte buradan geçiyor ve bu güzelliği yanıma oturtup gururlanıyorum” demişti. Eski insanların bu gizemli zerafetleri ne yazıktır ki onlarla birlikte tarihe karıştı. Şimdi düşünüyorum de ömrümden ne şahane insanlar geçmiş. Bunlardarın içinde Prof. Dr. Siyami Ersek ve Çelik Gülersoy müstesna kişiliklerdir. İkisinin de ruhları şad olsun.

Yaz biterken bayramlarda çocuklar İstanbul’a gelmişlerdi. Böylece aile büyüklerimiz de onları görmenin ve bayram etmenin sevincini yaşıyorlardı. Günler paldır küldür akıyordu. 2000 yılının Ağustos ayında ikinci kitabım “Yakarılar, iİahiler ve Öyküleri” adlı kitabım yayınlanmıştı. İnce bir kitaptı. Yine Şalom Gazetesi’nin kavram sayfasında bir yıl boyunca aynı isimle yayınlanmış bir yazı dizisinin kitaplaştırılmış haliydi. Yine Yusuf’un büyük emekleri vardı ve yine Yeşua Salvo Loya’nın çektiği bir fotoğraf kitabın kapağı olmuştu.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.