KADIKÖYLÜ KÜÇÜK SARA -38-
1982 yılında evi satın aldıktan sonra, ilk işimiz kat kaloriferi tesisatını ve sistemi kurmak oldu. Mazot tankı arkadaki balkona, cihaz ise küçük alaturka tuvaletin üzerine konuldu. Parke cam cila, boya badana, temizlik derken, yeni evimize taşındık.
Eve gelen taşınabilir röntgen aletiyle çekilen röntgen sonucunda, tam 2 ay sırt üstü yatan annemin kaburgaları ve pelvis kemiğinin tamamen kaynadığı tespit edilmişti. Ortopedist Prof. Dr. Kut Sarpyener eve gelmişti. Röntgeni inceledikten sonra, doktor annemi törenle yatağından kaldırdı. Biraz yürüttü ve annem artık kötürüm olmadığına dair ikna oldu. Evde bir bayram havası vardı. Emekler boşa gitmemişti. Bunu da atlatmıştık.
Bu arada Banker Kastelli adında bir iş adamı o sırada piyasayada para rüzgarları estiriyordu. David bir gün,” Bu Kastelli’ye 4 günlüğüne 100 bin lira para yatıralım, 4 günlük faizle eve yeni perdeler yaptırırız” dedi. Ertesi gün parayı verdi, ben Altıyol’da, Efes Çarşısının içindeki Kastelli Şubesine gidip parayı yatırdım. Bu hikaye gerçekten traji-komik. Ertesi sabah zil çaldı, babam gelmiş, kapı ağzında David’le fısır fısır konuşuyorlar. Atladım ve bağırarak “ne oluyor?” diye sordum. David bana dönüp, “Banker Kastelli iflas etmiş, devlet paralarına el koymuş” dedi. Ben önce idrak edemedim, sonra değil perde parasının, 100 bin liranın da kuş olup uçtuğunu anladım. David yine çok sakindi, babamla beni yatıştırdı ve “takip edelim bakalım neler olacak?” dedi.
O sırada bu toplu paraya çok gereksinimimiz olduğu için David babasından borç para alarak ve birkaç ay sonra iade ederek bu krizi de kansız atlatmamıza ortam sağladı. Bu Banker Kastelli olayları neydi?
Esas adı Abidin Cevher Özden olan Banker Kastelli, 1970’li yıllardan itibaren finans piyasalarında ismini duyurmaya başlamıştı. Bununla birlikte Kastel İnşaat 1975 yılında batmıştı. Azimli ve kararlı bir insan olan Cevher Özden iş hayatına devam etmiştir. Bankerliğe hız vererek kısa sürede işlerini ilerletmiştir. 1981 yılında alınan 24 Ocak kararları ile serbest piyasa ekonomisine geçilmesi sonrasında esas patlamasını yapmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin en önemli oyuncuları Kastelli’nin reklamlarında oynamıştır.
100 binlerce insanın güvenip parasını teslim ettiği ve o dönem takribi 100 milyar Türk Lirası büyüklüğünde bir fonu yöneten Banker Kastelli’nin çöküşü, bankaların mevduat sertifikası vermeyi bırakması ile başlamıştır. Bunda 1980 darbesinin de çok etkisi vardır. Banker krizinin patlaması ile yurt dışına kaçan Cevher Özden yakalanarak yurda getirilmiş ve 255 gün hapis yatmıştır. 8.5 yıl süren yargılama sonunda ise Banker Kastelli beraat etmiştir.
Bu skandal sonucu o dönemde başbakan yardımcısı olan Turgut Özal istifa etmiştir. Daha sonra 1984 yılında çıkarılan bir yasa ile devlet tarafından el konulan 3 banka aracılığı en fazla 200 bin lira kaptırmış olan vatandaşlara, paraları faizsiz iade edilmiştir. Bu Kastelzedelerden bir olarak, 1984 yılında İstanbul Bankası’na giderek gasp edilen 100 bin liramızı geri alabilmiştik.
Bu olaydan alınan ders ise “kısa günün karı”nın insana büyük zarar verebileceğiydi.
1982 yılının Eylül ayında Soni’nin 5. yaşını yeni evimizde kutlamıştık. Annem bile gelebilmişti. Yeni evi ilk defa o gün görmüştü. Herkes huzurluydu. Evimizi kutlamıştık. Minik oğlumuz da artık bir delikanlı olma yoluna girmişti.
O sene 13 Eylül günü Rina 1. sınıfa başlamıştı. Soni ise tam o gün 5 yaşını bitirmişti. Onu Rina ile aynı sınıfa koyup misafir öğrenci olarak okula verdik. Siyah önlüğü, beyaz yakası ve tam tertibatlı çantası ile ilk birkaç gün Rina’yla güle oynaya okula giderken, bir gün ders ortasında sınıftan çıkan Soni, müdürün odasına giderek, bir telefon etmek istediğini söylemiş. Müdür çok şaşırmış ama telefonu Soni’ye vermiş, bizim evde o dönemde telefon olmadığından, Soni annemi aramıştı. Ben de tesadüfen o sırada annemlerdeydim ve telefonu açtım. Soni karşımda “beni gelip alır mısın lütfen, ben bu kadından hoşlanmadım”, dedi. Kadın dediği öğretmen Hadiye hanımdı. “Ne oldu?” diye sordum. ”Sen gel, ben müdürün odasındayım, gelince anlatırım” dedi. Okul eve çok yakındı, ben de hemen yola koyuldum. Okula geldiğimde, onu Müdürün odasında bir koltuğa oturmuş bir halde beni beklerken buldum. Odaya girince müdür, hayretler içinde çocuğun kararlılığını ve sakinliğini anlattı. Öğretmeni de odasına getirtti. Hadiye hanım alı al moru mor ”Soni ne oldu?” deyince bizimki kaşlarını çattı ve “Hesap sayacım yere düştü, ben onu almak için eğilince, siz oyun oynadığımı sanıp, bana bağırdınız ve abaküsümü elimden alıp geri vermeyeceğinizi söylediniz. Ben de bana inanmadığınız için sınıftan çıktım. Siz beni konuşturmadınız bile. Ben artık bu sınıfta olmak istemiyorum. Zaten misafir öğrenciyim, kaydım bile yok“ dedi. Müdür, öğretmen ve ben gülmemek için kendimizi dizginliyorduk. Bunları sakinlikle söyledikten sonra, sonunda sinirleri bozuldu ve yanaklarından aşağı gözyaşları düşmeye başladı. Ben izin isteyerek çocuğu topladım ve eve döndük. Yolda bana kesinlikle kendisini savunmaya izin vermeyen bir öğretmenle durmak istemediğini anlattı. “Üzülme, ben daha küçüğüm. Seneye okula giderim“, dedi.
Soni’yi okula dönmeye hiçbir şekilde ikna edemedik ve yeniden eski hayatımıza döndük. Nedir ki, ben daha ilk günden dergi ve fiş paralarını ödediğim için, Rina her yeni dergiyi ve fişleri alıp Soni’ye veriyordu. Biz de evde bunları günü gününe aynen çalışıyorduk. Sonuç olarak o sene kasım ayında Soni sular seller gibi okuyup yazmaya ve minik Cin Ali kitapları okumaya başlamıştı. İlerleyen aylarda matematik problemleri ve işlemlerine başlamıştık.
Böyle zaman akışı içinde 1983 yılına girmiştik. O sene Tante Suzan artık çok zayıflamış ve yemek istememeye başlamıştı. Şubat sonu ölmeye yattı. Annem ona bir bebek gibi bakıyordu ama, onun yaşam alevi gitgide küçülüyordu. Mart ortasında uykusunda uçtu gitti. 75 yaşındaydı. Çok hüzünlü ve acılı bir hayat yaşamıştı. 18 yıllık eşi onu terk edip İsrael’e gitmişti. Teyzem ondan asla boşanmadı. Annemle babam onu evlerine aldılar. O adeta ablamla benim ikinci annemizdi. Ari, Rina ve Soni’ye aşıktı. Hepimize verdiği emekleri asla unutamayız. Çocuklarımız onu çok severlerdi. Onları Ladino ve Bulgarca şarkılar söyleyerek uyuturdu. Çok fedakardı. Kibardı. Annemin üzerine titrerdi. Ama bir kardeşin evinde, 25 yıl boyunca öylece yaşamak kanımca onun için hiç de kolay değildi. Duygularını hiç belli etmez, yanımızda ağlamazdı. Sadece radyoda “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime” şarkısı çaldığı zaman, başını öne eğer, gözyaşlarını içine akıtırdı. Ben bu gün hala bu şarkıyı dinlediğimde, teyzemi hatırlar ve onun için gözyaşlarımı tutamam.
Teyzem öldükten sonra annem büyük bir depresyon geçirdi. Ömrünün neredeyse tümünü ablasıyla geçirmişti, şimdi onun eksikliği ile çılgına dönüyordu. Sonuç olarak ülseri azdı ve korkunç acılar çekmeye başladı. Bir gün Gastoenterelog olan doktoru Prof. Dr. Öznur Kuşakçıoğlu’na gittik. Baktı, konuştu, teyzemi ve acılarını anlatınca, ona ilaçlarını yazdıktan sonra, bana döndü. Genç kızlığımdan beri beni tanırdı ve “Sen neler yapıyorsun, evlendin mi? “diye sordu. Ben de evlendiğimi ve 5,5 yaşında bir oğlum olduğunu söyledim. Doktor bana “annen şu anda büyük bir boşluğa düştü, o yüzden ülseri nüksetti. Sen hemen annene bir yeni torun doğur. Annen bebek için sana yardım ederken iyileşecek” dedi. Ben gülmeye başladım ve başka çocuk düşünmediğimizi söyledim. O da güldü “sen yap bir bebek” dedi.
Biz eve döndük, akşam olanları David’e anlattım. “Daha evin borcu bu ay bitiyor, olmaz öyle şey“ dedi. Ama ben zaten her zaman iki çocuğum olmasını istiyordum. Hatta Tante Suzan, son demlerinde bana “Soni’ye bir kardeş yap, insanın hayatta bir kardeşi olmalıdır. Birlikte dertleri ve sevinçleri paylaşırlar” demişti. Uzun lafın kısası, o sene mayıs ayının sonlarına doğru bebek beklediğimizi öğrendik. Ev borcumuz da bitmişti. Annem bu haberi alınca gerçekten canlandı, babamın da yüzü güldü. Babama bir oğlum olursa adını Hay Eytan koyacağımı söyledim. Onun adı Hayim’di ve oğlan Hay olacaktı. Eytan ise demir gibi güçlü demektir. Ben bir gün Hay Eytan isimli bir oğlum olacağını rüyamda görmüştüm. Bunu zaman zaman birileriyle paylaştığım zaman, bıyık altından güldüklerini hissetmiştim. Bu rüyam hakkında da kimseye bir şey kanıtlamaya ihtiyaç duymuyorum. Sadece anılarımın içinde yer aldığından ve kayda geçmesini istediğimden anlatıyorum.
Hamileliğimin ikinci ayında aynı Soni’de olduğu gibi yine ufak bir kanama geçirdiğimden, yine bir haftayı kanapede uzanarak geçirmiştim. Tabii annem her gün geliyor, ortalık, yemek pişirmek derken kendini tamamen unutuyordu. Aslında doktor söylediklerinde çok haklıydı. Annem için yeni bir amaç vardı artık. Soni de kardeşi olacağı için çok sevinçliydi. Rina devamlı karnımın üzerine parmağını koyuyor, “bebe” diyordu. Ari Kadıköy Anadolu Lisesi'ne gidiyordu. O da hamileliğimi ilgiyle takip ediyordu. Kuzen çetesi giderek genişliyordu.
Eylül ayı gelince Soni gerçek okul çağına gelmiş ve Gül Apartmanı'ndan komşumuz olan ve Soni’yi çok seven Ülkü Yılmaz öğretmenin sınıfına yazılmıştı. Soni ilk gün Ülkü hanımı gördüğü anda gözleri parlamıştı. Öğretmenini o kadar çok sevdi ki, bu gün hala, artık epeyi yaşlanmış olan öğretmenini İsrael’den arar ve onunla uzun uzun konuşur. Kadın ise mutluluktan ne diyeceğini bilemez. Soni zaten okuma yazma ve her şeyi bildiği için 1. sınıf onun için oyun ve keyifle geçti. O sene ilk defa evden ayrıldığı için, sürekli hasta oluyordu. Bereket, dersleri kaybetme derdi olmadan, o seneyi epeyi devamsızlık yaptığı halde, problem olmadı. Ama gelin bir de bana sorun. Gitgide büyüyen karnımla ve Soni ile uğraşmaktan iflahım kesiliyordu.
Bu arada 1983 Kasımı’nda Tante Veneta’nın eşi Onkle Bohor ağır bir felç geçirerek vefat etmişti. Ondan üç gün sonra da babamın büyük ablası halam Tante Palomba vefat etmişti. İkisinin de "şiv'a"ları (7 günlük yas dönemi) annemin evinde olmuştu. Teyzem ve kuzenim Aşer acı içindeydiler. Babam da ablasını kaybetmişti. Peşpeşe cenazeler ve her akşam evde yapılan yas duaları ile hepimiz gamlı ve üzgündük. Çocukluk ve gençliğimizin bütün yakın aile sakinleri yavaş yavaş eksiliyorlardı. Hasılı ben 5. ayımdan itibaren hep sıkıntı ve hüzün içindeydim. Bu hamilelik dönemi birincisi gibi değildi. Artık yaşamın yükü sırtımıza binmişti. Eskisi kadar kolay sevinip, kahkahalar atamıyorduk. Böyle bir ruh hali ve 6 aylık hamile olarak aralık ayında 28 yaşımı bitirdim. O gün yanımda ablam ve çocukları, annem ve babam ve Fügen vardı. Fügen de bebeği heyecanla bekliyordu.
Evimizin üst katında oturan Canan ve Dursun Karalı çifti ile çok yakın arkadaş olmuştuk. Canan’la yaşıttık. 10 yıllık evliydiler, ama çocukları olmuyordu. Sürekli tedavilere gider ve benimle paylaşırdı. Ben hamileyken, o da bana çok yakın ilgi gösterirdi. Yeni bebek için faşadura (bebek bezi kesme töreni) bile yapmamıştım. Hem ailenin keyfi yoktu, hem de ben bunu gereksiz görüyordum. Aslında ben her zaman sade bir hayatı yeğlemişimdir. Annemle Sümerbank’tan aldığımız patiska kumaşı ablam kesmişti. Sonra da Moda Divan Pastanesi’nden aldığım fıstıklı, çikolatalı pastadan yemiştik. Böylece bez kesilmiş ve annem bebek için bir gömlek dikmişti. Usulde doğduğu anda, eskiden doğum evlerde yapıldığından, evin büyükleri yeni doğmuş bebeğe bu gömleği giydirirlerdi. Biz tabii ki hastanede doğuruyorduk. Ben Soni’ye gömleğini evde ilk banyosunu yaptıktan sonra 3 günlük sünnetliyken giydirmiştim. Bu bebeğe de öyle yapacaktım. Ablamın çocuklarından ve Soni’den kalma o kadar çok kıyafet ve çamaşır vardı ki hepsi yıkandı, ütülendi. Koca bir şifonyer doldu. Yeni olarak sadece bir takım zıbın, çorap, eldiven ve başlık aldım. O da hastane çıkışı yepyeni giydirmek için. O sırada geleneği de kulak arkası etmemiş, 8 kişilik bir törenle geçiştirmiştim. Ablamın kayınvalidesi Madam Recina Altaras da bebek için, mermerşahiden, tığla bir yığın mendil işlemiş, hazırlamıştı.
İkinci bebeğin döneminde, cinsiyeti artık ultrasound aletiyle görülüyordu. Çekime gittiğimde bebeğin ellerini, ayaklarını, hatta omurgasını bile görebilmiştik. Doktorum Can Daver’den, sürpriz olmasını istediğimden bebeğin cinsiyetini söylememesini istemiştim ama “erkek olduğuna eminim” dediğimde gülmüştü. Emindim çünkü içimde Hay Eytan vardı. Gelecek günler bize zaten her şeyi gösterecekti.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.