Kadıköylü Küçük Sara-58-
2000 yılının Aralık ayına doğru bu defa da Şalom Gazetesi’nin sanat galerisinde bir ahşap boyama ve eskitme sergisi açmaya karar verdim. Sergiye hazırlanmak için yine deliler gibi çalışıyordum. Bu defa sergi için 175 parça hazırlamıştım. Bunlar irili ufaklı objelerdi. İçlerinde resim çerçeveleri ve kutulardan başlayarak, sehpalar, otantik objeler, farklı boyutlarda ve tekniklerle yapılmış büyük çerçeveli aynalar, farklı formlarda çeşitli tekniklerle boyanmış tepsiler, ve Marc Chagall’in, İsreel’deki Hadassah Ein Karem’deki Hastanesi'nin sinagogundaki vitray pencerelerinin replikaları vardı. Serginin adı 45 yaşıma geldiğimden ve kendimi oldukça kemale ermiş hissettiğimden “Sonbaharın İz Düşümleri” adını vermiştim.
11 Aralık’ta, Cumartesi günü tam 45. doğum günümde, Şalom Gazetesi'nin sanat galerisinde sergi açılışı gerçekleşmişti. Ben karakterim geliştiğinden itibaren, sürekli yaratmayı, bir şeyler çizip boyamayı, el işlerini, yazmayı, şarkı söylemeyi seven ve hobi edinmiş bir kişi olarak, bu serginin tam 45. yaşıma gelmesi, benim için motive ediciydi. Gerçi en kıymetli eserlerim oğullarımdı ama, yine de kalıcı işlere imza atmak, bana yaşam yolundaki zorlukları yenmemde itici güç oluyordu. Gazete idaresi benim için bir kokteyl ve pasta hazırlamıştı. Gazeteden ve değişik yerlerden gelen bir çok arkadaşım, okuyucum, dinleyicim olan kişiler o gün yanımdaydılar. Aslında sesim, beynim ve ellerimle sürekli olarak durmaksızın üretiyordum ama , en azından suya yazı yazmadığımı görmek, yaşamıma ivme katıyordu.
Yaz aylarında Bodrum veya Kalkan’a gider, her sonbaharda bir yurt dışı seyahati yapardık. O sene sonbaharda İspanya’ya gitmiştik. Bu bir Madrid, Toledo ve Endülüs turuydu. Yani Granada, Sevilla’ya da gitmiştik. Ne yalan söyleyeyim, Madrid’e gittiğimiz vakit, kendimizi sanki Yahudi mahallelerinde geziyormuş duygusuna kapılmıştık. İspanyolca ya da daha doğru bir söylemle Ladino bizim beşik dilimizdi. Aile büyüklerimiz evde her zaman Ladino konuşurlardı. Bundan ayrı bizim evimizde anneannem, Suzan teyzem yaşadıkları için onlar bize sürekli bu dille konuşurlar, bu dilde masallar, hikayeler, anılar anlatırlar, bu dilde onlarca şarkılar söylerlerdi. Biz, yani Venezya ile ben bülbül gibi Ladino konuşur ve şarkı söylerdik. İspanya’da sanki herkes Yahudi’ydi. Dükkanlarda masapanes (badem ezmesi), polverones (un kurabiyeleri), atramuses, (sari iç bakla türü bir çerez), lokantalarda, carne, arroz vb. sanki evdeydik. Aksanlar, ünlemeler tam ninelerimizin tonlarındaydı. Nakış mağazalarında filtirez (antika beyaz iş nakışları), tığ işi anneannemin yaptığı dantellerle örülmüş kırlentler satılıyordu. Endülüs yani Andalusia, inanılmaz tarihi yerlerdi. Granada’da Flamenko gösterisine gitmiştik. El Hamra Sarayı bitmez tükenmez bahçeleri ve mimarisi ile muhteşemdi. Bunları anlatmak çok üzün sürer, meraklısı zaten bunların hepsini bilir. Sevilla’da bir Yahudi Mahallesi vardı (Juderia). Oradaki kral sarayı, katedral, boğa güreşlerinin yapıldığı tarihi arena ve müzesi çok enteresandı. Toledo, Madrid’e çok yakındır. Toledo’da bir çok Yahudi mirası vardır. Her biri de ayrı kıymet taşır. Toledo’dan el işi seramik tabaklar, salata kaseleri almıştım. Dünyanın en eski kılıç kalkan yapımcısı dükkanlar, şövalye bibloları, çocuklar için mini hediyelik kılıçlar… David bu şeylerin karşısında kendinden geçiyordu. Budapeşte’den aldığı kılıcın yanına, şimdi de Toledo’dan kalkan almıştı.
Madrid harikaydı, şehrin kendisi zaten anıtlarla doluydu ama, Prado Müzesi ve Krallık Sarayı inanılmaz görkemliydi. El Corte Ingles mağazası serbest günlerde benim için harika bir alış veriş yeriydi. Plaza Del Sol meydanında muhteşem, dev bir mağazaydı. Oradan çok güzel kıyafetler almıştım. Sokaklarda Endonezyalı gençler tezgah kurmuşlar, o yıl özellikle Picasso’nun tablolarının resmedildiği ipek eşarplar satıyorlardı. Gerçekten de yurt dışında olduğumuz bu bir hafta, beni dertlerimden ve sıkıntılarımdan uzaklaştırıyordu. Sanki başka bir boyuta geçiyordum. Oradan bordo rengi ipek bir şal ve güzel ipek yelpazeler almıştım. Daha sonraki yıllarda, konserlerde İspanya ile ilgili olan şarkılarda, sahnede onları kullanırdım.
2001 yılı başladığında yeniden çokça yazı yazmaya geri dönmüştüm. O kış Pera Palas Oteli’nde, Kenterler Tiyatrosu’nda ve AKM’de bir konser vermiştik. AKM konseri Trakya Üniversitesi için yapılan bağış konseriydi. Çünkü yıkık ve viran halindeki Edirne Sinagogu’nu, Trakya Üniversitesi kendi bünyesine almış ve sinagogu restore etmeye karar vermişti. Ben babam Edirneli olduğundan, Erensya Sefaradi Grubu olarak, Trakya Üniversitesi'ne sinagog konusunda destek vermek üzere konser vermek için önayak olmuştum. Konser günü Trakya Üniversitesi'nin rektörü, bazı öğretim görevlileri, ve öğrencilerinin de katıldığı bir misafir topluluğunun yanı sıra, kendi cemaatimizden bir çok kişi ve geniş toplumdan izleyiciler AKM’nin büyük salonunu dibine kadar doldurmuşlardı. Biz de tüm hasılatı, sahneye gelen, bizlere teşekkür plaketi veren ve bir teşekkür konuşması yapan rektöre bir zarf içinde uzatmıştık. Mutlu ve başarılı bir gündü. Benim için en anlamlı kısmı, artık oldukça yaşlanan Edirne kökenli canım babamla annemin, bu konseri gurur ve gözyaşları ile izlemeleriydi.
Eskiden benim sahnede veya televizyonda görünmemden çok haz etmeyen babam ve annem, şimdi televizyonların konuk programlarında, haber kuşaklarında, CNN’de ,TRT’de, ULUSAL KANAL’da, HBB’DE, ve farklı televizyon kanallarında, Erensya Sefaradi Grubu olarak söyleşilere katıldığımızda, canlı yayınlara konuk olduğumuzda, Nokta, Tempo, Aktüel, Milliyet Sanat, Hürriyet Gazetesi’nin tam sayfa röportajlarını izleyip okuduklarında, değil hoşlanmamak gururdan kabarıyorlardı. Ayrıca” Biz Kadınlar” adlı kitabım basın ve yayın hayatında büyük ses getirmiş, radyo ve televizyon programlarında canlı yayınlara katılmıştım. Çeşitli gazetelerde ve dergilerde, benimle yapılan söyleşiler yayınlanmıştı.
Bu arada Aya İrini Kilisesinde yapılan dinler arası bir konser gecesinde biz de Erensya Sefaradi olarak üç şarkı söylemiştik. O gece çok enteresandı. Koca bir Mehter takımı (mehteran) yeniçeri kıyafetleriyle sahnede en arka sıradaydılar. Ön sırada en sağda Ermeni Kilisesinden üç papaz, ortada Rum Cemaatinden üç kişilik bir grup, en solda da David, Gery ve ben Erensya Sefaradi olarak duruyorduk. Ben siyah uzun bir elbise ve omuzlarımda mavi bir şalla, Gery ve David ise aynı renk maviden beyaz yakalı gömlekler, mavi desenli kravatlar ve siyah pantolon giymişlerdi. Mavi renk bizim aidiyetimizi de simgeliyordu. Kimin şarkı söyleme sırası gelmişse spotlar o grubun üstüne ışık veriyor, gerisi karanlıkta kalıyordu. Biz şarkılarımıza başladığımızda herkes tempo tutmaya ve oturdukları yerde dans etmeye başlamışlardı. Dinletimiz bittiğinde salon alkıştan inliyordu. Sonra “has duuur” diyen mehteranla “ Ceddin Deden Neslin Baban” şarkısıyla sahneden ayrılmıştık. Kuliste yaklaşık, neredeyse iki metre boyu olan Mehter Başı yanıma geldi. Ben 1.60’lık boyumla başımı yukarı kaldırıp onu dinlerken ”hanımefendi önce sahnede size bakarken bu küçücük kadından bakalım nasıl ses çıkacak? diye düşünüyordum, ama ışıklar sizin üzerinizde yanıp sesinizi duyunca siz dev gibi oldunuz, içinizden dev gibi bir kadın çıktı” dedi ve elimi kuvvetlice sıktı. Ben de gülerek teşekkür etmiştim.
2001 yılı da epeyi hareketliydi. GKD'nin kadınlar tiyatrosundan bir oyun yönetmemi istemişlerdi. O sene Ağustos sonlarında Kadınlar Tiyatro ekibi ile toplanmış nasıl bir şey yapacağımızı konuşurken, o sene yayınlanmış olan “Şişman Viktorya” adlı kitabı tamamen Yahudi yaşamına adapte ederek, yani konuyu diğer yaşamlarla da kaynaştırarak, yepyeni bir oyunu kaleme almıştık. Senaryo ablam Venezya Altaras, sevgili Eti Romano ve benim tarafımdan kaleme alınmıştı. Yazı yazma günlerinde genellikle, Donna Kasuto’nun evinde toplanırdık. Hoşça vakitler geçirir, hem yazar, hem eğlenirdik. Nihayet oyun bitip de rolleri de dağıtınca, 11 Eylül günü öğleden sonra, tiyatro ekibime çaylı pastalı bir parti vermiştim. Çok eğlenmiştik. Yamim Noraim bayramlarının hemen sonrasında provalar başlayacaktı. Oyunu kendi üslubum ve birikimlerimle sahneye koymaya karar vermiştim. Kendime güveniyordum. O gün çaylar içildi, tatlı ve pastalar yendi, herkes dağılmıştı, salonda ablam, ben ve Eti Romano kalmıştık ki, Hay salona girdi, ve “New York’taki İkiz Kulelere bir uçak daldı, ikiz kuleler iskambil kağıtları gibi çöktü“, Pentagon’a da aynı anda uçak daldı ve orası da ateşler içinde” diye bağırdı. Hepimiz donmuştuk. Hemen televizyonu açtık ve dehşetle görüntüleri izlemeye başladık. Yoksa yeni bir dünya savaşının eşiğinde miydik? Ben çılgınlar gibi o sırada İsrail Konsolosluğu'nda çalışan sevgili arkadaşım Korin Penso’yu arayıp, New York’da yaşayan oğlu Ceki’y’ sormuştum. Ceki annesini hemen aramış ve iyi olduğunu müjdelemişti. 11 Eylül annemin doğduğu gündür. O gün annem 80 yaşını doldurmuştu. Ertesi günü onun evinde pastalı kutlama yapacaktık. Annem de televizyonun başındaydı. Onu aradım,” ileride bu günü anlatacakları zaman, beni de hatırlayacaksınız” demişti. O günden bu yana tam 20 yıl geçti. Gerçekten İkiz Kuleler olmasa da biz onu her gün anıyoruz ama, o 80. doğum gününü de özel olarak hatırlıyoruz. Annem yaşasaydı bu hafta 100 yaşında olacaktı.
O akşam Sultan Ahmet’teki The Four Season Oteli’nde Rotary Derneği tarafından verilen bir davete, Erensya Sefaradi olarak katılmıştık. Sanırım Gery o gece bizimle gelememişti. Önce Rotaryen’lerin ritüelik toplantısı yapılmış, ardından yemek yenmiş ve en son olarak sıra bize gelmişti. Ben dost meclisinde oturur gibi Erensya Sefaradi grubunun kuruluş amaçlarını, ayrıca Sefarad Yahudileri'nin engizisyonların ardından İspanyadan kovuluşlarını ve kendilerini Osmanlı coğrafyasına davet eden 2. Sultan Beyazıd’ı ve yerleşim tarihini anlatırken, aralarda David’le Yusuf’un bu konularda bestelenen ve şarkı sözleri yazılan şarkılarını, David’in gitarı eşliğinde söylüyordum. İnsanlar masal dinler gibi beni dinliyorlardı, herkes çok keyifliydi.
Sene henüz bitmemişti. Daha yapacak çok şeyler vardı…