Kadıköylü Küçük Sara-58-
2000 yılının Aralık ayına doğru bu defa da Şalom Gazetesi’nin sanat galerisinde bir ahşap boyama ve eskitme sergisi açmaya karar verdim. Sergiye hazırlanmak için yine deliler gibi çalışıyordum. Bu defa sergi için 175 parça hazırlamıştım. Bunlar irili ufaklı objelerdi. İçlerinde resim çerçeveleri ve kutulardan başlayarak, sehpalar, otantik objeler, farklı boyutlarda ve tekniklerle yapılmış büyük çerçeveli aynalar, farklı formlarda çeşitli tekniklerle boyanmış tepsiler, ve Marc Chagall’in, İsreel’deki Hadassah Ein Karem’deki Hastanesi'nin sinagogundaki vitray pencerelerinin replikaları vardı. Serginin adı 45 yaşıma geldiğimden ve kendimi oldukça kemale ermiş hissettiğimden “Sonbaharın İz Düşümleri” adını vermiştim.
11 Aralık’ta, Cumartesi günü tam 45. doğum günümde, Şalom Gazetesi'nin sanat galerisinde sergi açılışı gerçekleşmişti. Ben karakterim geliştiğinden itibaren, sürekli yaratmayı, bir şeyler çizip boyamayı, el işlerini, yazmayı, şarkı söylemeyi seven ve hobi edinmiş bir kişi olarak, bu serginin tam 45. yaşıma gelmesi, benim için motive ediciydi. Gerçi en kıymetli eserlerim oğullarımdı ama, yine de kalıcı işlere imza atmak, bana yaşam yolundaki zorlukları yenmemde itici güç oluyordu. Gazete idaresi benim için bir kokteyl ve pasta hazırlamıştı. Gazeteden ve değişik yerlerden gelen bir çok arkadaşım, okuyucum, dinleyicim olan kişiler o gün yanımdaydılar. Aslında sesim, beynim ve ellerimle sürekli olarak durmaksızın üretiyordum ama , en azından suya yazı yazmadığımı görmek, yaşamıma ivme katıyordu.
Yaz aylarında Bodrum veya Kalkan’a gider, her sonbaharda bir yurt dışı seyahati yapardık. O sene sonbaharda İspanya’ya gitmiştik. Bu bir Madrid, Toledo ve Endülüs turuydu. Yani Granada, Sevilla’ya da gitmiştik. Ne yalan söyleyeyim, Madrid’e gittiğimiz vakit, kendimizi sanki Yahudi mahallelerinde geziyormuş duygusuna kapılmıştık. İspanyolca ya da daha doğru bir söylemle Ladino bizim beşik dilimizdi. Aile büyüklerimiz evde her zaman Ladino konuşurlardı. Bundan ayrı bizim evimizde anneannem, Suzan teyzem yaşadıkları için onlar bize sürekli bu dille konuşurlar, bu dilde masallar, hikayeler, anılar anlatırlar, bu dilde onlarca şarkılar söylerlerdi. Biz, yani Venezya ile ben bülbül gibi Ladino konuşur ve şarkı söylerdik. İspanya’da sanki herkes Yahudi’ydi. Dükkanlarda masapanes (badem ezmesi), polverones (un kurabiyeleri), atramuses, (sari iç bakla türü bir çerez), lokantalarda, carne, arroz vb. sanki evdeydik. Aksanlar, ünlemeler tam ninelerimizin tonlarındaydı. Nakış mağazalarında filtirez (antika beyaz iş nakışları), tığ işi anneannemin yaptığı dantellerle örülmüş kırlentler satılıyordu. Endülüs yani Andalusia, inanılmaz tarihi yerlerdi. Granada’da Flamenko gösterisine gitmiştik. El Hamra Sarayı bitmez tükenmez bahçeleri ve mimarisi ile muhteşemdi. Bunları anlatmak çok üzün sürer, meraklısı zaten bunların hepsini bilir. Sevilla’da bir Yahudi Mahallesi vardı (Juderia). Oradaki kral sarayı, katedral, boğa güreşlerinin yapıldığı tarihi arena ve müzesi çok enteresandı. Toledo, Madrid’e çok yakındır. Toledo’da bir çok Yahudi mirası vardır. Her biri de ayrı kıymet taşır. Toledo’dan el işi seramik tabaklar, salata kaseleri almıştım. Dünyanın en eski kılıç kalkan yapımcısı dükkanlar, şövalye bibloları, çocuklar için mini hediyelik kılıçlar… David bu şeylerin karşısında kendinden geçiyordu. Budapeşte’den aldığı kılıcın yanına, şimdi de Toledo’dan kalkan almıştı.
Madrid harikaydı, şehrin kendisi zaten anıtlarla doluydu ama, Prado Müzesi ve Krallık Sarayı inanılmaz görkemliydi. El Corte Ingles mağazası serbest günlerde benim için harika bir alış veriş yeriydi. Plaza Del Sol meydanında muhteşem, dev bir mağazaydı. Oradan çok güzel kıyafetler almıştım. Sokaklarda Endonezyalı gençler tezgah kurmuşlar, o yıl özellikle Picasso’nun tablolarının resmedildiği ipek eşarplar satıyorlardı. Gerçekten de yurt dışında olduğumuz bu bir hafta, beni dertlerimden ve sıkıntılarımdan uzaklaştırıyordu. Sanki başka bir boyuta geçiyordum. Oradan bordo rengi ipek bir şal ve güzel ipek yelpazeler almıştım. Daha sonraki yıllarda, konserlerde İspanya ile ilgili olan şarkılarda, sahnede onları kullanırdım.
2001 yılı başladığında yeniden çokça yazı yazmaya geri dönmüştüm. O kış Pera Palas Oteli’nde, Kenterler Tiyatrosu’nda ve AKM’de bir konser vermiştik. AKM konseri Trakya Üniversitesi için yapılan bağış konseriydi. Çünkü yıkık ve viran halindeki Edirne Sinagogu’nu, Trakya Üniversitesi kendi bünyesine almış ve sinagogu restore etmeye karar vermişti. Ben babam Edirneli olduğundan, Erensya Sefaradi Grubu olarak, Trakya Üniversitesi'ne sinagog konusunda destek vermek üzere konser vermek için önayak olmuştum. Konser günü Trakya Üniversitesi'nin rektörü, bazı öğretim görevlileri, ve öğrencilerinin de katıldığı bir misafir topluluğunun yanı sıra, kendi cemaatimizden bir çok kişi ve geniş toplumdan izleyiciler AKM’nin büyük salonunu dibine kadar doldurmuşlardı. Biz de tüm hasılatı, sahneye gelen, bizlere teşekkür plaketi veren ve bir teşekkür konuşması yapan rektöre bir zarf içinde uzatmıştık. Mutlu ve başarılı bir gündü. Benim için en anlamlı kısmı, artık oldukça yaşlanan Edirne kökenli canım babamla annemin, bu konseri gurur ve gözyaşları ile izlemeleriydi.
Eskiden benim sahnede veya televizyonda görünmemden çok haz etmeyen babam ve annem, şimdi televizyonların konuk programlarında, haber kuşaklarında, CNN’de ,TRT’de, ULUSAL KANAL’da, HBB’DE, ve farklı televizyon kanallarında, Erensya Sefaradi Grubu olarak söyleşilere katıldığımızda, canlı yayınlara konuk olduğumuzda, Nokta, Tempo, Aktüel, Milliyet Sanat, Hürriyet Gazetesi’nin tam sayfa röportajlarını izleyip okuduklarında, değil hoşlanmamak gururdan kabarıyorlardı. Ayrıca” Biz Kadınlar” adlı kitabım basın ve yayın hayatında büyük ses getirmiş, radyo ve televizyon programlarında canlı yayınlara katılmıştım. Çeşitli gazetelerde ve dergilerde, benimle yapılan söyleşiler yayınlanmıştı.
Bu arada Aya İrini Kilisesinde yapılan dinler arası bir konser gecesinde biz de Erensya Sefaradi olarak üç şarkı söylemiştik. O gece çok enteresandı. Koca bir Mehter takımı (mehteran) yeniçeri kıyafetleriyle sahnede en arka sıradaydılar. Ön sırada en sağda Ermeni Kilisesinden üç papaz, ortada Rum Cemaatinden üç kişilik bir grup, en solda da David, Gery ve ben Erensya Sefaradi olarak duruyorduk. Ben siyah uzun bir elbise ve omuzlarımda mavi bir şalla, Gery ve David ise aynı renk maviden beyaz yakalı gömlekler, mavi desenli kravatlar ve siyah pantolon giymişlerdi. Mavi renk bizim aidiyetimizi de simgeliyordu. Kimin şarkı söyleme sırası gelmişse spotlar o grubun üstüne ışık veriyor, gerisi karanlıkta kalıyordu. Biz şarkılarımıza başladığımızda herkes tempo tutmaya ve oturdukları yerde dans etmeye başlamışlardı. Dinletimiz bittiğinde salon alkıştan inliyordu. Sonra “has duuur” diyen mehteranla “ Ceddin Deden Neslin Baban” şarkısıyla sahneden ayrılmıştık. Kuliste yaklaşık, neredeyse iki metre boyu olan Mehter Başı yanıma geldi. Ben 1.60’lık boyumla başımı yukarı kaldırıp onu dinlerken ”hanımefendi önce sahnede size bakarken bu küçücük kadından bakalım nasıl ses çıkacak? diye düşünüyordum, ama ışıklar sizin üzerinizde yanıp sesinizi duyunca siz dev gibi oldunuz, içinizden dev gibi bir kadın çıktı” dedi ve elimi kuvvetlice sıktı. Ben de gülerek teşekkür etmiştim.
2001 yılı da epeyi hareketliydi. GKD'nin kadınlar tiyatrosundan bir oyun yönetmemi istemişlerdi. O sene Ağustos sonlarında Kadınlar Tiyatro ekibi ile toplanmış nasıl bir şey yapacağımızı konuşurken, o sene yayınlanmış olan “Şişman Viktorya” adlı kitabı tamamen Yahudi yaşamına adapte ederek, yani konuyu diğer yaşamlarla da kaynaştırarak, yepyeni bir oyunu kaleme almıştık. Senaryo ablam Venezya Altaras, sevgili Eti Romano ve benim tarafımdan kaleme alınmıştı. Yazı yazma günlerinde genellikle, Donna Kasuto’nun evinde toplanırdık. Hoşça vakitler geçirir, hem yazar, hem eğlenirdik. Nihayet oyun bitip de rolleri de dağıtınca, 11 Eylül günü öğleden sonra, tiyatro ekibime çaylı pastalı bir parti vermiştim. Çok eğlenmiştik. Yamim Noraim bayramlarının hemen sonrasında provalar başlayacaktı. Oyunu kendi üslubum ve birikimlerimle sahneye koymaya karar vermiştim. Kendime güveniyordum. O gün çaylar içildi, tatlı ve pastalar yendi, herkes dağılmıştı, salonda ablam, ben ve Eti Romano kalmıştık ki, Hay salona girdi, ve “New York’taki İkiz Kulelere bir uçak daldı, ikiz kuleler iskambil kağıtları gibi çöktü“, Pentagon’a da aynı anda uçak daldı ve orası da ateşler içinde” diye bağırdı. Hepimiz donmuştuk. Hemen televizyonu açtık ve dehşetle görüntüleri izlemeye başladık. Yoksa yeni bir dünya savaşının eşiğinde miydik? Ben çılgınlar gibi o sırada İsrail Konsolosluğu'nda çalışan sevgili arkadaşım Korin Penso’yu arayıp, New York’da yaşayan oğlu Ceki’y’ sormuştum. Ceki annesini hemen aramış ve iyi olduğunu müjdelemişti. 11 Eylül annemin doğduğu gündür. O gün annem 80 yaşını doldurmuştu. Ertesi günü onun evinde pastalı kutlama yapacaktık. Annem de televizyonun başındaydı. Onu aradım,” ileride bu günü anlatacakları zaman, beni de hatırlayacaksınız” demişti. O günden bu yana tam 20 yıl geçti. Gerçekten İkiz Kuleler olmasa da biz onu her gün anıyoruz ama, o 80. doğum gününü de özel olarak hatırlıyoruz. Annem yaşasaydı bu hafta 100 yaşında olacaktı.
O akşam Sultan Ahmet’teki The Four Season Oteli’nde Rotary Derneği tarafından verilen bir davete, Erensya Sefaradi olarak katılmıştık. Sanırım Gery o gece bizimle gelememişti. Önce Rotaryen’lerin ritüelik toplantısı yapılmış, ardından yemek yenmiş ve en son olarak sıra bize gelmişti. Ben dost meclisinde oturur gibi Erensya Sefaradi grubunun kuruluş amaçlarını, ayrıca Sefarad Yahudileri'nin engizisyonların ardından İspanyadan kovuluşlarını ve kendilerini Osmanlı coğrafyasına davet eden 2. Sultan Beyazıd’ı ve yerleşim tarihini anlatırken, aralarda David’le Yusuf’un bu konularda bestelenen ve şarkı sözleri yazılan şarkılarını, David’in gitarı eşliğinde söylüyordum. İnsanlar masal dinler gibi beni dinliyorlardı, herkes çok keyifliydi.
Sene henüz bitmemişti. Daha yapacak çok şeyler vardı…
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.