GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -36-
1980 darbesi ile çarşı-pazar ve günlük yaşam huzura kavuşurken, bu olaylara politik olarak dahil olan insanların ve ailelerinin başına karanlık çökmüştü. 12 Eylül’de neler olmuştu? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığında gerçekleştirdiği 12 Eylül darbesi ile Türkiye Cumhuriyeti, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü müdahalesini yaşadı.
12 Eylül darbesinin sonrasında Kenan Evren ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi 1983 genel seçimlerine kadar Türkiye’ye ilişkin tüm kritik kararları aldı. 1980 ihtilali ile Süleyman Demirel’in başbakan olduğu hükümet görevden alındı. Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, anayasa uygulamadan kaldırıldı.
Siyasi partiler kapatıldı, parti liderleri gözetim altında tutuldu, yargılandı. Türk siyasetinin yeniden tasarlandığı ve yaklaşık 9 yıl süren askeri düzende, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
Açılan 210 bin davada, 230 bin kişi yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. Sıkıyönetim Komutanlığı operasyonlarda ele geçirilen silahlar hakkında açıklama yaptı.
20 Eylül’de Kenan Evren’in atadığı, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’nun sunduğu bakanlar kurulu listesi, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylandı.
Hepimizi zor ve yasaklı günler bekliyordu. Geceleri saat 12’ den itibaren sokağa çıkma yasağı vardı. Hiç unutmam bir akşam, Nişantaşı’nda oturan David’in Derby Lastik Fabrikası’ndan arkadaşı olan kimya mühendisi Daryo ve Nita Ovadya’nın evine davet edilmiştik. Ortam çok güzel olduğundan, saatin çoktan geçtiğini fark edince, kayınvalidemlerin Kurtuluş’taki evine gidip o gece orada kalmıştık. Anneme telefon etmiş ve Soni’yi yatırmalarını söylemiştim.
Bir cumartesi akşamı da gittiğimiz bir ziyaretten evimize dönmüş tam televizyon seyrederken, zil çaldı bir açtım ki annem karşımda, yanında yine bir inzibat askeri. “Ne oldu?” demeye kalmadan, annem “Soni’nin çok ateşi çıktı. Bir saattir -annemi istiyorum- diye ağlıyor, ben de sizi almaya geldim”. Biz David’le paltolarımızı giyip annemle ve askerle birlikte onlara gittik. Soni beni kapıda bekliyordu. Gerçekten de çok ateşi vardı, ilaçlarını da götürmüştüm. Yarım saat sonra bütün ev halkı orada uyuyakalmıştık. Anlayacağınız annem artık inzibat karakolunun gedikli baş çavuşu olmuştu
Artık hayat oldukça kısıtlıydı. İnsanlar evde oturup TV izlemeyi tercih ettiklerinden, sinemalara bile kimse gitmez olmuştu. Sinemalarda kriz halinde Yeşilçam’ın ürettiği seks filmleri oynatılıyordu. Artık ailece kaliteli film izleme dönemi bitmişti.
Şan Sineması, yapımcı Egemen Bostancı’nın girişimiyle bir müzikal sahnesi kimliğine kavuşmuştu. “Hisseli Harikalar Kumpanyası” bu müzikallerin birincisiydi. Sonra müzikal turneye çıkınca, bir cumartesi günü matinesinde, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde onu izlemiştik. Müziklerini Melih Kibar, sözlerini Çiğdem Talu’nun yazdığı müzikalde Erol Evgin ve Nevra Serezli başroldeydi. Tüm artistler mükemmeldi. Zamanla bu oyun kült bir müzikal olarak beyinlere kazınacaktı. Şarkıların sözleri herkesin dilindeydi artık. Gençlikte her şey insana daha güzel görünür, ondan olsa gerek David’le ben, keyifle oyunu izlemiştik.
80 sonbaharında eniştem Niso’nun babası Aron Altaras, ağır bir kolon kanseri ile yataklara düşmüştü. Eniştem için çok ağır zamanlar yaşanıyordu. Hastaya sürekli morfin veriliyordu. Ablam veya ben, sık sık Bahariye’deki sağlık ocağına gidip, reçete ile morfin temin ediyorduk. Hepimiz çok üzgündük
81 yılına giriş yarı üzgün yarı neşeliydi. Biz o gece evimize o sırada nişanlı olan David’in okul arkadaşı Mordo Toledo ve nişanlısı Viki Kibar’ı davet etmiştik. Ayrıca kuzen Hayim Yanarocak ve nişanlısı Terry de davetliydiler. Soni yine annemlerde kalmıştı. Biz üç çift önce yemek yemiş, gülmüş eğlenmiş,ardından koltuklara geçip sohbete dalmıştık. Saat 12’ de yeni yıla girerken hep birlikteydik. Sokağa çıkma yasağından ötürü herkes bizdeydi. Saat sabah 5’e kadar bitmez tükenmez sohbet, atıştırma ve kahkahalardan sonra, Hayim’ler, Bahariye’deki evlerine dönmüşlerdi. Viki ve Mordo ise bizde yatmışlardı. Çok eğlenceliydi. Hayat güzeldi ve biz geleceğe dair çok umutlar besliyorduk.
Enştemin babası şubat ayında çok ağırlaşmıştı. Babasının son demlerine doğru halen bekar olan kızları Ceni, geniş toplumdan bir delikanlı olan Tugay Kayagül ile nikahlandı. Böylece Mösyö Aron ölümün kıyısındayken, sevgili kızı Ceni’yi, gelinlikler içinde görebildi. Kısa bir süre sonra da yaşama veda etti. Bu hepimiz için çok ağırdı. Çok yakın aile içindeki ilk kayıptı. Babası vefat ettikten sonra ablamın kayınvalidesi Madam Recina Altaras onların evine yerleşti. Ona evlerinde bir oda düzenlemişlerdi. Sık sık onlara gittiğimde Madam Recina’ya Samsun Sigarası götürürdüm. Çünkü o sigaranın tiryakisiydi. Onu çok severdim. Soni ona artık Gramama Recina diyordu. Güler yüzlü ve sakin bir insandı.
O sene mart ayında bizim evimizin olduğu Can Apartmanı’nda, apartman yönetim toplantısına davet edildik. Yönetim toplantısı evin 1. katındaki bir evde yapılacaktı. O akşam Soni yine annemlerde olduğu için, ben de David’le birlikte oraya gitmeye karar verdim. Kapıyı çok genç bir kız açtı. Çok güzel, incecik bir kızdı. Bu çift birkaç ay önce evlenmiş olan Fügen ve Hakkı Köksal çiftiydi. Erkekler masa başında hesap yaparken, kadınlar salonda oturmuş sohbet ediyorlardı. O akşam ilk defa apartman komşularıyla tanışmıştım. Ama ev sahibi Fügen’e bayılmıştım. Tam benim kalemimdi. Öbürleri çay üstüne çay içen kocaman kadınlardı. Toplantı bitince herkes dağılırken, ben yavaşça Fügen’e ertesi sabah 10.30 da sabah kahvesine bana gelmesini söyledim ve daire numaramı verdim. Kız neşeyle “olur” dedi. O günden itibaren hayatımda Fügen dönemi başladı.
Ertesi gün kapıda belirdi. Kahve içerken onu sanki doğduğundan beri yanımdaymış gibi yakın hissediyordum. O kadar tatlı, espritüel ve zekiydi ki, zevkten nutkum tutulmuştu. Ben bu kıza vurulmuştum. Çok kitap okuyordu. High School mezunuydu. Çok zarif ve klas bir kızdı. Yetiştiriliş şeklinden dolayı, hiç de diğer tiplere benzemiyordu. Onunla çok hızlı bir biçimde, çok yakın arkadaş olduk. Eşi Hakkı Köksal, Fügen’den 8 yaş büyük, aslında güler yüzlü, cömert, fakat pederşahi bir aileden geldiği için sert yapılı ve rakı sofralarına düşkün bir insandı. Annesine olan aşırı bağlılığından ötürü, Fügen’i her zaman ikinci plana iterken, bu davranışın kızın içinde yarattığı harabiyetin farkında bile değildi. Evleri, yaşama şartları, her şeyleri harikaydı ama, Fügen bütün bu varlığın içinde, kendini ıssız ada gibi hissediyordu. Benimle ve Soni ile beraberken, kendi normal haline dönüp neşe küpü bir kız oluyordu. Soni ona aşıktı. Onu hayranlıkla izlerdi. Artık üç buçuk yaşındaydı ve tüm konuşmaları kavrayıp anlayabiliyordu. Fügen’le birlikte onunla geçirdiğimiz saatlerde her sözümüzü dinler onun peşinden dolaşırdı. Fügen de ona bayılırdı.
Fügen birkaç aylık evliydi. Cıvıl cıvıl, şakacı, mükemmel bir ustalıkla konuşan, dinleyen ve dinleteni asla usandırmayacak bir kızdı. Güzeldi. Narin, ipek gibi kumral uzun saçlı, nazik ve soyluydu. Monaco Prensesi Caroline’e çok benzerdi. Onunla sohbete daldığımız zaman, saatlerin nasıl aktığını fark etmezdik bile. Doyamadan vedalaşırdık. Aynı apartmanda oturduğumuz için, gün mevhumumuz yoktu, kimin canı isterse diğerinin kapısını tıklatabilirdi. Artık havalar da iyi gittiği ve kalorifer problemi kalmadığı için, ben devamlı annemde olmuyordum ve özel hayatıma daha çok zaman ayırabiliyordum. Çocuk da artık bebeklikten çıkmış, akıllı ve olgun bir insan olmuştu. Bilmem ki belki de bana öyle geliyordu ama sanırım haklıyım, çünkü genellikle büyük çocuklar gibi davranırdı. Onunla birlikte, yaşına göre olan zeka kitaplarındaki resimler boyar, bilmeceleri çözerdik. Sorulara doğru cevaplar verirdi. Duyduğu bir masalı veya müziği ikinci kere tekrarlamadan aynen anlatır veya şarkıyı söylerdi. Müthiş bir hafızası ve müzik kulağı vardı. Harika bir sesi vardı. Zor şarkıları bile tek nota hatası yapmadan söylerdi. Biz onunla kardeşi Hay Eytan doğana kadar baş başa altı buçuk yıl boyunca yalnızdık. Evin tek çocuğu gibi büyüyordu. Bu çocuk beni bir gün bile üzmemiş, aksine günlerimi ışığa boğmuştu. David de akşamları işten eve döndüğünde onunla gitar çalıp şarkı söylerdi. Birlikte oyun oynarlar, ardından onu David yatırır ve sütünü hazırlardı. Bu bir ritüeldi. Gece yatış programı David’e aitti ve bu Soni’nin keyfiydi. Sütünü içtikten sonra babası uyku tulumunu giymiş olan çocuğu kucağına alır, mezuzayı öptürürdü. Sonra onu öpüp yatırırdı ve üzerini örterdi.
10 Nisan Fügen’in doğum günüdür. 1981 yılında 21. yaşını kutlayacaktı. O gün sabahtan onun evine gitmiş ve blander ile ona mayonez yapmayı öğretmiştim. Birbirinden güzel meze tabakları hazırlamıştı. Mayonezi de çeşitli salatalar için kullanacaktı. O akşam beni, David’i ve Soni’yi de partisine davet etmişti. Aslında bu partiye sadece aile bireyleri katılacak olsa da, beni ailesine tanıştırmak istiyordu. Meğerse ilk tanıştığımız akşamdan itibaren eşi Hakkı’ya, anne ve babasına sürekli benden söz ediyormuş.
O akşam çok güzel olan salonları, çok kalabalıktı. Hakkı’nın erkek kardeşi yüksek mühendislik/mimarlık fakültesi son sınıf öğrencisi, sarışın mavi gözlü Zafer Köksal ve nişanlısı Fulya, annesi öğretmen Meliha Keçeli vardı. Fügen’in annesi Sevgi hanım, babası İsmet Sezer bey ve Fügen’in 13 yaşındaki kız kardeşi Ferda vardı. Çok şeker, tombik bir kızdı. Fügen’in büyükbabası Sezer bey, haşmetli ve klas bir yaşlı adamdı. Uzun boylu, asil bir duruşu vardı ve baston taşıyordu. Babaanne Alexandra Sezer ise eşinin ancak omuzuna gelen boyuyla, minik ve munis bir görünüşe sahipti. Rum asıllıydı, eşiyle büyük bir aşk yaşamış ve sonunda evlenmişlerdi. Çocukları İslam geleneğine göre yetiştirilmiş olmasına rağmen kadın din değiştirmemiş ve dini gereklerini yerine getirmişti. İşte ondandır ki Fügen renkli ve geniş yelpazeli bir dünya görüşüne sahipti. Aslında rahmetli dedesi de Müslüman ve eşi de Rumdu. Yani karı koca yarım kan ekalliyet kanı taşıdıkları için, çocukları Fügen ve Ferda’yı da aynı biçimde geniş görüşlü ve modern olarak yetiştirmişlerdi.
O akşam çok keyifliydi, ben aile ile hemen kaynaşmıştım, çünkü hakkımda çok şey biliyorlardı. Hediyeler, pastalar, yiyecekler, içecekler ve Hakkı’nın yaptırdığı koca bir tepsi baklava ile Fügen doğum gününü mutlulukla kutlamıştı. Biz artık Soni, Fügen ve ben ayrılmaz üç silahşörler olmuştuk.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia