GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
Küçük Melek
Kendimi bildiğimden beri, annem İda ikinci çocuğundan söz ederken, yüzü bulutlanır, gözyaşlarının akmasına engel olamazdı. Bu küçük kızın adı, ömrümün ilk yıllarında neredeyse evin tabuları arasındaydı. Ondan söz edilirken, annem odadan içeri girdiğinde, hemen başka konuya geçilirdi.
Radyoda “Seni sevmek bir suç ise” şarkısı çaldığında, radyo hemen kapatılırdı. Annem ise hıçkırıklara boğulurdu. “Sarika” adı benim için, bir sırrın içinde çok şey barındırdığı esrarengiz, gizemli bir öyküydü.
İlkokula başlayıp, daha bilinçli bir yaşa geldiğimde, benden evvel dünyaya gelmiş olan, ama sadece resimlerinden tanıdığım küçük ablamı bana anlatmasını annemden rica ettim.
1927 İstanbul;
Henüz kendisi 6 yaşında iken, annem İda bir gece uyurken gördüğü bir rüya ile hikayesine başladı.
“Rüyamda kendimi çok mutlu ve neşeli görüyordum. Kucağımda beyaz tenli, altın bukleli, siyah gözlü, tombul bir kız çocuğu vardı. Ona sevgiyle sarılıp öpüyordum. Birdenbire odanın penceresi ardına kadar açıldı. Kucağımdaki kız çocuğu kollarımdan uçuverdi. Pencereden dışarı çıkarak gökyüzüne yükselmeye başladı. Ben pencereye çıkmış, haykırarak çocuğu geri çağırıyordum.
Çocuk hiçbir direniş göstermeden, gözlerimin içine baka baka gökyüzünde yarılan bulutların arasından süzülüp gözden kayboldu. Bulutlar kapandı. Kollarımdaki güzel çocuk bir melek gibi uçup, başka bir aleme gitmişti. Kalbimin deliler gibi çarparak ve gözyaşları içinde uyandığımı bugün dahi capcanlı hatırlıyorum”.
“Biliyor musun, galiba Tanrı bana, küçük meleğimin kollarımdan uçup gideceğini, henüz 6 yaşımdayken göstermişti.
1947 İstanbul;
Annem İda ile babam Hayim 1942’de tanışıp, uzun ve mücadeleli bir dönemden sonra, nihayet 1947 yılının 14 Aralık günü vuslata ererler. Bir yıl sonra ilk bebekleri Venezya doğar. Ondan iki buçuk yıl sonra ise ikinci bebekleri Sara dünyaya gelir. İki kız çocuğu da çok iyi, akıllı ve güzel çocuklardır. Venezya kız kardeşini daha doğar doğmaz sevmiş, onu kıskanmak aklının ucundan bile geçmemiştir. Oyuncakları, bebekleri, her şeyleri ortaktır. Venezya’nın kuzguni siyah saçlarıyla, Sara’nın bukleli altın renkli saçlarla süslü başları hep yan yanadır, baş başadır.
Sara henüz bebekken, Kadıköy yakasına yerleşirler, Bahariye’de Hacı Şükrü Sokak’ta yaşamaya başlarlar. Sarika henüz 11 aylıkken konuşmaya başladığından, iki yaşında iken, artık çeşitli dillerde şarkı söylemeye başlar. Söylemeyi en çok sevdiği şarkı ise; ”Sevmek seni bir suç ise, affet beni ey sevgilim” adlı şarkıdır. O devirde çok popüler olan bu şarkı, radyoda çaldığı zaman, bu şarkıya gayet ciddi bir eda ile eşlik eder. Bazen, şarkıyı ana-kız birlikte söylerler.
Sarika gökyüzündeki dolunaya hayrandır. “Luna” (ay) yerine “Pluma” (tüy) diyerek onu yakalamaya çalışır. Annesine gökyüzündeki dolunayı ona vermesini söylermiş. Ona kavuşamayınca hüngür hüngür ağlarmış. Güzel, sağlıklı ve sevimli bir çocukmuş Sarika’cık.
Mart 1954 Kadıköy;
10 Mart sabahı neşe içinde uyanan çocuklar, kahvaltılarını edip oyuna dalarlar. Öğleden sonra Sarika kesik kesik öksürmeye başlar. Akşama doğru öksürük şiddetlenir ama çocuğun ateşi yoktur. Annem hemen bakkala gidip, oradaki telefondan, çocuğun doktoruna telefon edip durumu anlatır. Doktor bir öksürük şurubu yazdırır. İyileşmezse ertesi gün çocuğu ona getirmesini söyler.
Ertesi sabah aynı tempo devam edince annem kızını hemen doktoruna götürür. Doktor bir-iki ilaç yazar, ve iki-üç güne kadar düzeleceğini söyler. Annem ilaçları alarak gönül rahatlığıyla vapura binip, eve geri döner. O akşam çocuk artık ciddi bir öksürük krizine girer. Solunumu güçleşir, nefes alamaz hale gelir. Doktoru aradıklarında onu hemen Haseki Hastanesine götürmelerini ve kendisinin gerekli talimatları vereceğini söyler. Babam hemen bir taksi tutar, annem ve çocukla birlikte arabalı vapurla karşıya geçerler. Hastanede çocuğu oksijen çadırına koyarlar. Babam tüpün parasını yatırır ve iki genç insan çaresizlik içinde, şeffaf oksijen çadırının içindeki çocuğun yanında beklerler.
Annem anlatıyor; ”Oksijeni almaya başlayınca nefesi rahatlamıştı. Çok daha iyi görünüyordu. O’na: “Sen şimdi neredesin Sarika?” diye sorduğumda, ”Öteki odadayım” diye cevap vermişti”. Akşam 8’den sonra babama gitmesi gerektiği söylendi. Babam sabah erkenden geri dönmek üzere, annemle küçük kızını çaresizlik içinde orada baş başa bıraktı.
Annem bir sandalye üzerinde, gözünü bir an dahi kırpmadan sabahın dördüne kadar orada oturur. Sabaha karşı dört sularında oksijen tüpü biter. Annem hemşireye gidip yeni bir tüp takmasını rica eder. Tüp derhal getirilir ama parasının ödenmesi gerekmektedir. Annem dehşetle yanına çantasını almadığını fark eder. Panikle mantosunun ceplerini yoklar. Orada tabii ki para yoktur. Bir iki saate kadar eşinin geleceğini ve parayı derhal ödeyeceklerini söyler. Cevap kesindir. “Parası ödenmezse tüpü takamayız, kesin talimat var”. Annem herkesin ellerine ayaklarına sarılır. Küçük kızına merhamet etmelerini, ona kıymamaları için yalvarır. Her şey boşadır. Ölü gibi sandalyesine çöker ve küçük meleğinin çırpına çırpına, kollarının arasından, gökyüzüne uçtuğunu görür.
Babam sabah saat altıda hastaneye geldiğinde bir enkazla karşılaşır. Yavrusunu kaybetmiş bir annenin enkazıyla… Bundan sonra, 12 Mart günü annemle babamın hayatlarının en kara sayfası olur. Annem aylarca hasta kalır. Sürekli ateşi vardır ve baygınlıklar geçirmektedir. Geriye kalan minik abla Venezya kardeşinin hasretinden depresyona girer ve yatak döşek yatar. Yataktan çıkmak istemez. Gözleri boşluğa kapılır,”Sarika,Sarika” diye sayıklar.
Annem yine yangınlara düşer. Yoksa öteki çocuğunu da mı kaybedecektir. Doktor hemen çocuğu okula göndermesini öğütler. Venezya Moda İlk Okulu’na kaydedilir.1. sınıfa başlar. Henüz 5,5 yaşındadır ama okuma yazmayı zaten bilmektedir.
Venezya bir gün anneme sorular sormaya başlar;
- “Anne, kardeşim neden geri gelmiyor?”
- “Çünkü Tanrı onu yanına aldı kızım”.
- “Anne, Tanrı onu ne yapacak ki, onu bana geri yollasın.”
- “Yollayacak güzelim, onu bizden ödünç aldı, yine geri verecek”.
- “Ama ben aynısını istiyorum tamam mı? Söyle Tanrı’ya”
- “Sana söz veriyorum, Sara’yı sana gönderecek”.
- “Anne Tanrı bence çok kötü, niye benim güzel kardeşimi aldı?”.
- “Hayır yavrum, Tanrı çok iyidir. Onu yanına aldı. Kardeşin artık melek oldu. Ama sana başka bir Sarika gönderecek”.
Yıl 1955,Bahariye,Sokollu Sokak;
-“Venezya bak karnımda kardeşin var”
-“O, Sara değil mi anne?”
-“Evet kızım!!”
Annem 9 ay boyunca bir kız çocuğu doğurabilmek için sürekli Tanrı’ya yakarmış. Çünkü sevgili büyük kızına bir sözü vardır. Aile halkı bir erkek çocuk beklentisindedir. Anneme yeni bebek için mavi yorgan yaptırırlar. Annem kimseye bir şey söylemeden, bir kız bebek için dua etmeye devam eder.
11 Aralık 1955 Pazar günü, Zeynep-Kamil Hastanesinde ben, yani ikinci Sara Sarfetti dünyaya gelmişim. Tombul, kumral saçlı, kara gözlü bir bebekmişim. Hemşireler bana “Gülpembe” diyorlarmış. Tant Rebeka (babamın ablası), bana “İnes” (Mucize) denmesini istemiş ama annem son derece kararlı bir biçimde adımın “Sara” olacağını söylemiş.
Beni hastaneden eve getirdikleri gün, kapıda duran ablamın kollarına beni uzatmış. Ablam beni göğsüne bastırıp içeri girmiş ve beni dikkatle inceledikten sonra yatağıma yatırmış ve anneme dönüp:
-“ Biraz çok küçük değil mi?”
-“Evet çünkü daha bebek yeni doğdu, ama büyüyecek ve seninle birlikte oynayacak. O senin Sara’n olacak” demiş.
-“ Evet epeyi küçük ama, yine de benim işte. Anne Tanrı gerçekten iyiymiş. Kardeşimi bana geri verdi.” deyip büyük bir ciddiyetle karyolamın yanına oturup büyümemi beklemeye başlamış.
Hayat akıp gitmeye devam etmiş. Annemden bu öyküyü dinledikten sonra, hiç göremediğim melek ablamı çok sevdim. Her zaman onu anlattım ve andım. Ve bugün onu bu satırlarla ölümsüzleştirdim. Kardeşlik borcumu ödemiş olmak, gönlümü rahatlattı.
Göklerdeki küçük melek, her zaman gönlümüzde ve içimizde canlı canlı yaşıyosun.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia