KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA - 53 -

1998

1998

1997 yılı İsrael dönüşü yine gazete yazıları, sahne ve konser çalışmaları derken zaman uçup gidiyordu. O sene Aralık ayında, Erensya Sefaradi Müzik Grubu olarak, her sene yapılan “Noel Baba Kültür Şenlikleri” organizasyonundan konser vermek üzere Antalya’ya davet edildik. Bu etkinlik her yıl Antalya’nın 5 yıldızlı otellerinden birinde yapılırdı. Noel babanın (Aya Nikola) doğduğu yer olan Demre’deki, antik Myra kentindeki şapelde de dini kutlama töreni yapılırdı. O sene yayın yönetmenimiz Silvio Ovadya, Teri Galimidi (Sisa-Mason) ve beni oraya Şalom’u temsil etmek üzere göndermeye karar verdi. Bu sefer 42. yaşımı da Antalya’da kutlayacaktım. Teri ile buluştuk, David bizi havaalanına götürdü ve etkinliğe katılacak diğer kişilerle birlikte uçağa bindik. Aramızda Yahudi cemaatinden Nedim Yahya, Harry Ojalvo ve eşleri de vardı. Tanımadığım birçok gazeteci, bazı Arap kökenli basın mensupları, bir-iki kilise görevlisi, Süryani Kilisesi Metropoliti Samuel Aktaş ve eşi Hanna ve isimlerini anımsayamadığım bazı üniversite öğretim görevlisi, değerli katılımcılarla birlikte Antalya’ya vardık. Teri çok kişiyi tanıdığı için beni de onlarla tanıştırıyor ve dostluklar kuruluyordu. Aquarium adlı otelde kalıyorduk. Teri ile aramızda paylaştığımız kişilerle, küçük röportajlar yapıyorduk. Oturumlara katılıp notlar tutuyor ve gazete için fotoğraflar çekiyorduk. Yurt dışından da bazı katılımcılar vardı. Üç semavi dini de kapsayan bir etkinlik olduğu için İsrael, Kudüs İbrani Üniversitesi’nden bir profesör ve eşi de Antalya’ya gelmişlerdi.

Teri ile aynı odayı paylaşıyorduk ve liseli kızlar gibi geceleri odada kıkırdaşıyorduk. Bir gece uyku tutmadı, bir türlü uyuyamıyoruz. Ben “Üşüyorum” deyince “Ben dee” deyiverdi. Benim sırtım üşür, onun da ayakları buz gibi olurmuş. Kalktık ben yün ceket giydim, o yün çoraplarını giydi; oh be valla canlanmıştık. Yattık ve tatlı bir sıcaklık bizi sarınca, kelimeler ağzımızda yarım kaldı, kendimizden geçiverdik.

O günlerin birinde otobüslere binip, Köprülü Kanyon diye bir yere götürülmüştük. Orası ömrümde gördüğüm en güzel yerlerden biriydi. Keskin yarıklarla bölünmüş dağların, kızıl yarıklarından aşağıya çağıldayarak ve beyaz köpükler halinde akan coşkun sular, zirveden hızla aşağı doğru taşarak, turkuaz renkli sulara karışıyordu. O çılgın nehirde birkaç genç rafting yapıyorlardı. Bu çılgınca akan suların hemen yanında salaş bir restoran vardı. Orada konaklayıp yemek yemiştik. O anda kepçeyle tutulan alabalıkların bu cennet parçasının ortasında, ızgara edilip tabaklara ikramı muhteşemdi. Dindar İsrael’li profesör ve karısı için, balıklar asma yapraklarına sarılıp pişirilmişti. Böylece balıklar ızgaraya değmeyecek ve kosher özelliğini kaybetmeyecekti. Her şey çok güzel ve pitoreskti. İçimiz mutlu, havada uçuşan Türkçe, İngilizce cümleler, balığın nefis lezzeti, iki parmak rakının muhteşem rayihası insanın hazdan başını döndürüyordu. Çok genç bir Arap gazeteci ikide bir yanımda belirip ”Maşallah Sara Hanım” diyordu. Biz Teri’yle birbirimize bakıp gülmekten yerlere yatıyorduk. Oysa ben 20 yaşında bir oğul sahibi olarak kendimi çok olgun ve yaşlıca hissediyordum. Mini etek giyiyordum ama, o başka bu başka, birisi eğer bana kur yaparsa, bu bana çok komik geliyordu.

Bir gün de oturumlardan sonra Aspendos Açık Hava Tiyatrosu'na gitmiştik. Orası muhteşemdi, amfitiyatronun basamaklarına oturmuş, arkeolog Nezih Başgelen’in orası hakkında verdiği tarihi bilgileri dinlemiştik. Daha sonra Rus genç bir gazeteci ortadaki sahnenin tam ortasına gelerek bariton sesiyle Rusça bir şarkı söylemişti. Gerçekten ortam rüya gibiydi. Ben çok durmuş oturmuş bir şekilde yetiştirildiğim için, her şey benim için olağanüstü nitelikteydi.

Noel Baba şenliklerinin gerçek dini anma günü olan bir gün, Demre’deki Antik Myra Şehri'ne götürülmüştük. Burada arkeoloji namına pek bir şey kalmamışsa da Roma dönemlerinden sonra Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde oraya yapılan çok eski şapel tamamen sağlamdı. Olasıdır ki restorasyondan geçirildiği için, ikonalar ve duvardaki dini içerikli frekler çok güzel görünüyordu. İstanbul’dan gelen her mezhebe mensup papazlar cüppelerini, başlıklarını ve mücevheratlarını kuşanmışlar, dini ayini sırayla yönetiyorlardı. İki papaz, ellerindeki buhurdanlıklarını iki yana sallarken, yanan günnük ağacının ağır kokusunu ve dumanlarını etrafa doğru saçıyorlardı. Daha sonra dışarıya çıkan bir papaz, etrafına kutsal suları serpiştirirken, elindeki çanaktan fırlayan sular, misafir bir katılımcı kadını duş gibi ıslatınca, biz Teri ile göz göze geldik ve gülme krizine girdik. Yüzümüzü bahçe duvarına, dönmüş katıla katıla gülüyorduk. Islanan kadın canhıraş bağırırken, ikimiz gülme sınırını aştık. Terinin tanıdığı Katolik bir genç papaz bizi kilisenin sağındaki ağaçlık yere götürdü. Gözlerimizden yaşlar akarken, bize ağaçtan kopardığı bir portakalı eliyle ayıklayarak ikram etti. Adam gerçekten çok olgun bir din adamıydı ve bizi tatlılıkla çocuk gibi yatıştırmıştı. Hatay’daki Katolik Kilisesi'nin papazıydı.

O akşam geç saatte, Gery ve David uçakla İstanbul’dan gelmiş ve bize katılmışlardı. Ertesi günkü kapanış programından sonra, otobüsle Antalya’nın Kaleiçi bölümünü ziyaret etmiştik. Kaleiçi tarihi sokakları, pansiyon ve otel haline getirilmiş eski binaları ve kafeleriyle, turistik şeyler satan dükkanlarıyla gerçekten harikuladeydi. Oradan Teri ile birlikte portakal ve turunç reçelleri satın almıştık. Son gece otelde konuklara küçük bir Semah gösterisi yapıldı. Ardından Mevlevi dervişlerinin Sema gösterisi vardı, uhrevi bir müzik eşliğinde yapılan Sema Ayini gerçekten yüreklere dokunuyordu. En son olarak da biz Yahudi cemaatini temsilen “Erensya Sefaradi” olarak sahneye çıkmış ve sanırım 8-10 şarkılık bir konser vermiştik. Çok alkışlanmıştık. Başında kipasıyla geceye katılan İsrael’li profesör gözlerinde yaşlarla bizi kutlamış, karısı beni öpücükler boğmuştu.

Ertesi gün dönüş için hava alanına vardık ve uçağa binip İstanbul’a geri döndük. Bu gerçekten harika bir serüvendi, Teri ile her zaman çok yakın olmuştuk ama o gezide ortak o kadar tatlı hatıralarımız oldu ki, bu gün hala Teri ile karşılaştığımız veya telefonlaştığımız zaman, sanki dün ayrılmışız gibi koyu bir sohbete dalarız. Onu gönülden çok severim.

Dönüşte katıldığımız ilk cumartesi toplantısında, yazı kurulu arkadaşlarımıza şenlikler hakkında bilgi vermiş ve o haftaki gazete için sayfalar dolusu yazılar yazmıştık. Bu, bir gazeteci olarak ilk ciddi deneyimimdi. Bunun yanı sıra güzel dostluklara da ortam sağlamıştı.

1998 yılı çok dolu bir yıldı. Önce Cemal Reşit Rey konser salonunda “Çekül Vakfı”nın yararına düzenlenen, büyük bir konser vermiştik. Yaklaşık 25 şarkıdan oluşan bu konser, arada verilen 20 dakikalık arayla oldukça yorucu bir konserdi. O gün konser bittiği zaman benim Silivri’deki sevgili komşum, küçük Yaşar Aysoy, üzerinde takım elbisesi ve papyonuyla sahneye çıkmış ve bana kocaman bir çiçek buketi vermişti. Canımın içi Yaşar’ı sarılıp öperken, sevgili ailesi Esin ve Sefer Aysoy bizi sevgiyle alkışlıyorlardı. Çok anlamlı güzel bir gündü. O dönemin Hahambaşısı Rav David Asseo ve eşi ile, Türk Yahudi Cemaat Başkanı sevgili Bensiyon Pinto ve eşi de konsere gelmişlerdi. Bensiyon Pinto arada kulise gelmiş, Yusuf’a, bana ve Gery ile David’e sarılmış, sevgiyle tebrik etmişti. Şimdi hatırlıyorum da, o heyecan ve yorgunluk içinde her ne kadar bunları sisli sahneler gibi anımsasam da her şey bir yana, bütün bu olanlar, herkese nasip olmayan olaylardı.

Cemas Resit Rey'de Erensya Sefaradi Konseri - 1998 (David, Hay, Sara, Gery & Alegra Erdemanar)

Cemas Resit Rey'de Erensya Sefaradi Konseri - 1998 (David, Hay, Sara, Gery & Alegra Erdemanar)

Soni'nin evdeki varlığının olmamasına artık iyice alışmaya başlamıştık, ama beni çok mutlu eden bir olay ise Soni’nin artık ev arkadaşlığından, sevdiği kız konumuna gelen Lisya Albukrek ile olan ilişkisiydi. Lisya harika bir kızdı. Çok sempatik, kumral, uzun boylu, güzel bir kızdı. Çok zekiydi. Aliya yaptıkları yılın sonunda yapılan, psikometri sınavının en yüksek notunu o almıştı. Önce psikoloji bölümüne girmişti fakat İbranicesinin, bu sözel bölümün ağır yükü kaldıramayacağını fark edince, yüksek matematik bölümüne yatay geçiş yapmıştı. Lisya da Soni gibi, çok güzel bir aile nüvesi içinde büyümüştü. Ailesinin tek çocuğuydu ama şımarık ve züppe değildi. Yani tam Soni’nin istediği gibi özellikleri vardı. Hepimiz Lisya’yı çok sevmiştik. Hatta ailesiyle bile tanışmış, yavaştan kaynaşmaya başlamıştık.

98 yazında Erensya Sefaradi olarak Bulgaristan’da yapılacak olan “Esperanza 98” isimli Sefarad Yahudileri yaz etkinliğine konserler vermek üzere davet edilmiştik. Tam bunun heyecanını yaşarken bir akşam Hay, o saatte basketbol oynadığı sırada eve telefon etti ve “Anne ben oyunda tekme yedim, bence bacağım kırıldı “dedi. Biz üzerimizdeki ev kıyafetiyle, derneğe gittik. Hay yerde oturuyor, oyun arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bizi görünce “Korkmayın ben iyiyim ama, dizimin üzerine tekme yedim. Kemiğim kesin kırık” dedi. Arkadaşları bizimkini altı okka edip, bizim arabaya taşıdılar. Hay çocuklar gibi şendi. Herkes kahkahalar atıyordu. Sanki oğlanı hastaneye değil de askere yolcu ediyorduk. Acıbadem Hastanesi'ne gittik, röntgen falan derken, dizinin üzerindeki kemiğin kırıldığı anlaşıldı. Hay tekerlekli sandalyede oturmuş, kutu Cola’sını içerken biz David’le kara kara düşünüyoruz. Ertesi gün gideceğiz ama çocuğun ameliyat edilmesi lazım. Sonunda doktorla anlaştık, Hay’ın bacağını 4 günlüğüne alçıya aldılar. Ertesi gün biz Sofya’ya giderken, Hay’ı ablamın evine bıraktık. Ben üzüntüden kahroluyordum, çocuğumu ameliyat arifesinde bırakıp, başka memlekete şarkı söylemeye gidiyordum. O yıllar artık annemle babamın enerjilerinin bittiği yıllardı. Bereket ablam imdadıma yetişmişti. Yoksa sanırım Bulgaristan davetini iptal edecektik.

Bu biçimde bir ruh haliyle David, Gery ve ben Bulgaristan uçağına bindik. Uçakta sevgili Klara ve Eli Perahya da vardı. Şimdi artık aramızda olmayan bu iki müstesna insanla birlikte olmak, çok onur vericiydi. Onlar da bu etkinlikte konuşmalar yapacaklardı. Bulgaristan’a kendimi bildiğimden beri, hep yakın hissetmişimdir. Çünkü anneannem Sara Krispin Sasson, Varna’nın Sliven kasabasında doğup büyümüş ve sonra ailece Edirne’ye göç etmişlerdi. Daha sonra henüz 18 yaşında olan oğlu Yosef’i Varna’ya kuzenlerinin yanına göndermişti. Dayım Yosef orada evlenip çocuk sahibi olmuş, daha sonra 48’de ailesiyle İsrael’e göç etmişti. İşte Haifa, Carmel’de yaşayan dayım Yosef Sasson ve eşi Viki ile kuzenlerim bu aileydi. Dayım eşi ile evde hala Bulgarca konuşurdu. O yüzden kendimi Varna’ya çok ait hissederdim. Ülkeye ayak bastığımda yüreğim heyecanla pır pır ediyordu. Annemin atalarının, Krispin’lerin ve Sasson’ların ülkesine gitmiştim. Hem de konserler vermeye…

Sofya  - 1998 - David - Sara - Eli & Klara Perahya - Ger Erdemanar

Sofya - 1998 - David - Sara - Eli & Klara Perahya - Ger Erdemanar

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.