KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA - 53 -
1997 yılı İsrael dönüşü yine gazete yazıları, sahne ve konser çalışmaları derken zaman uçup gidiyordu. O sene Aralık ayında, Erensya Sefaradi Müzik Grubu olarak, her sene yapılan “Noel Baba Kültür Şenlikleri” organizasyonundan konser vermek üzere Antalya’ya davet edildik. Bu etkinlik her yıl Antalya’nın 5 yıldızlı otellerinden birinde yapılırdı. Noel babanın (Aya Nikola) doğduğu yer olan Demre’deki, antik Myra kentindeki şapelde de dini kutlama töreni yapılırdı. O sene yayın yönetmenimiz Silvio Ovadya, Teri Galimidi (Sisa-Mason) ve beni oraya Şalom’u temsil etmek üzere göndermeye karar verdi. Bu sefer 42. yaşımı da Antalya’da kutlayacaktım. Teri ile buluştuk, David bizi havaalanına götürdü ve etkinliğe katılacak diğer kişilerle birlikte uçağa bindik. Aramızda Yahudi cemaatinden Nedim Yahya, Harry Ojalvo ve eşleri de vardı. Tanımadığım birçok gazeteci, bazı Arap kökenli basın mensupları, bir-iki kilise görevlisi, Süryani Kilisesi Metropoliti Samuel Aktaş ve eşi Hanna ve isimlerini anımsayamadığım bazı üniversite öğretim görevlisi, değerli katılımcılarla birlikte Antalya’ya vardık. Teri çok kişiyi tanıdığı için beni de onlarla tanıştırıyor ve dostluklar kuruluyordu. Aquarium adlı otelde kalıyorduk. Teri ile aramızda paylaştığımız kişilerle, küçük röportajlar yapıyorduk. Oturumlara katılıp notlar tutuyor ve gazete için fotoğraflar çekiyorduk. Yurt dışından da bazı katılımcılar vardı. Üç semavi dini de kapsayan bir etkinlik olduğu için İsrael, Kudüs İbrani Üniversitesi’nden bir profesör ve eşi de Antalya’ya gelmişlerdi.
Teri ile aynı odayı paylaşıyorduk ve liseli kızlar gibi geceleri odada kıkırdaşıyorduk. Bir gece uyku tutmadı, bir türlü uyuyamıyoruz. Ben “Üşüyorum” deyince “Ben dee” deyiverdi. Benim sırtım üşür, onun da ayakları buz gibi olurmuş. Kalktık ben yün ceket giydim, o yün çoraplarını giydi; oh be valla canlanmıştık. Yattık ve tatlı bir sıcaklık bizi sarınca, kelimeler ağzımızda yarım kaldı, kendimizden geçiverdik.
O günlerin birinde otobüslere binip, Köprülü Kanyon diye bir yere götürülmüştük. Orası ömrümde gördüğüm en güzel yerlerden biriydi. Keskin yarıklarla bölünmüş dağların, kızıl yarıklarından aşağıya çağıldayarak ve beyaz köpükler halinde akan coşkun sular, zirveden hızla aşağı doğru taşarak, turkuaz renkli sulara karışıyordu. O çılgın nehirde birkaç genç rafting yapıyorlardı. Bu çılgınca akan suların hemen yanında salaş bir restoran vardı. Orada konaklayıp yemek yemiştik. O anda kepçeyle tutulan alabalıkların bu cennet parçasının ortasında, ızgara edilip tabaklara ikramı muhteşemdi. Dindar İsrael’li profesör ve karısı için, balıklar asma yapraklarına sarılıp pişirilmişti. Böylece balıklar ızgaraya değmeyecek ve kosher özelliğini kaybetmeyecekti. Her şey çok güzel ve pitoreskti. İçimiz mutlu, havada uçuşan Türkçe, İngilizce cümleler, balığın nefis lezzeti, iki parmak rakının muhteşem rayihası insanın hazdan başını döndürüyordu. Çok genç bir Arap gazeteci ikide bir yanımda belirip ”Maşallah Sara Hanım” diyordu. Biz Teri’yle birbirimize bakıp gülmekten yerlere yatıyorduk. Oysa ben 20 yaşında bir oğul sahibi olarak kendimi çok olgun ve yaşlıca hissediyordum. Mini etek giyiyordum ama, o başka bu başka, birisi eğer bana kur yaparsa, bu bana çok komik geliyordu.
Bir gün de oturumlardan sonra Aspendos Açık Hava Tiyatrosu'na gitmiştik. Orası muhteşemdi, amfitiyatronun basamaklarına oturmuş, arkeolog Nezih Başgelen’in orası hakkında verdiği tarihi bilgileri dinlemiştik. Daha sonra Rus genç bir gazeteci ortadaki sahnenin tam ortasına gelerek bariton sesiyle Rusça bir şarkı söylemişti. Gerçekten ortam rüya gibiydi. Ben çok durmuş oturmuş bir şekilde yetiştirildiğim için, her şey benim için olağanüstü nitelikteydi.
Noel Baba şenliklerinin gerçek dini anma günü olan bir gün, Demre’deki Antik Myra Şehri'ne götürülmüştük. Burada arkeoloji namına pek bir şey kalmamışsa da Roma dönemlerinden sonra Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde oraya yapılan çok eski şapel tamamen sağlamdı. Olasıdır ki restorasyondan geçirildiği için, ikonalar ve duvardaki dini içerikli frekler çok güzel görünüyordu. İstanbul’dan gelen her mezhebe mensup papazlar cüppelerini, başlıklarını ve mücevheratlarını kuşanmışlar, dini ayini sırayla yönetiyorlardı. İki papaz, ellerindeki buhurdanlıklarını iki yana sallarken, yanan günnük ağacının ağır kokusunu ve dumanlarını etrafa doğru saçıyorlardı. Daha sonra dışarıya çıkan bir papaz, etrafına kutsal suları serpiştirirken, elindeki çanaktan fırlayan sular, misafir bir katılımcı kadını duş gibi ıslatınca, biz Teri ile göz göze geldik ve gülme krizine girdik. Yüzümüzü bahçe duvarına, dönmüş katıla katıla gülüyorduk. Islanan kadın canhıraş bağırırken, ikimiz gülme sınırını aştık. Terinin tanıdığı Katolik bir genç papaz bizi kilisenin sağındaki ağaçlık yere götürdü. Gözlerimizden yaşlar akarken, bize ağaçtan kopardığı bir portakalı eliyle ayıklayarak ikram etti. Adam gerçekten çok olgun bir din adamıydı ve bizi tatlılıkla çocuk gibi yatıştırmıştı. Hatay’daki Katolik Kilisesi'nin papazıydı.
O akşam geç saatte, Gery ve David uçakla İstanbul’dan gelmiş ve bize katılmışlardı. Ertesi günkü kapanış programından sonra, otobüsle Antalya’nın Kaleiçi bölümünü ziyaret etmiştik. Kaleiçi tarihi sokakları, pansiyon ve otel haline getirilmiş eski binaları ve kafeleriyle, turistik şeyler satan dükkanlarıyla gerçekten harikuladeydi. Oradan Teri ile birlikte portakal ve turunç reçelleri satın almıştık. Son gece otelde konuklara küçük bir Semah gösterisi yapıldı. Ardından Mevlevi dervişlerinin Sema gösterisi vardı, uhrevi bir müzik eşliğinde yapılan Sema Ayini gerçekten yüreklere dokunuyordu. En son olarak da biz Yahudi cemaatini temsilen “Erensya Sefaradi” olarak sahneye çıkmış ve sanırım 8-10 şarkılık bir konser vermiştik. Çok alkışlanmıştık. Başında kipasıyla geceye katılan İsrael’li profesör gözlerinde yaşlarla bizi kutlamış, karısı beni öpücükler boğmuştu.
Ertesi gün dönüş için hava alanına vardık ve uçağa binip İstanbul’a geri döndük. Bu gerçekten harika bir serüvendi, Teri ile her zaman çok yakın olmuştuk ama o gezide ortak o kadar tatlı hatıralarımız oldu ki, bu gün hala Teri ile karşılaştığımız veya telefonlaştığımız zaman, sanki dün ayrılmışız gibi koyu bir sohbete dalarız. Onu gönülden çok severim.
Dönüşte katıldığımız ilk cumartesi toplantısında, yazı kurulu arkadaşlarımıza şenlikler hakkında bilgi vermiş ve o haftaki gazete için sayfalar dolusu yazılar yazmıştık. Bu, bir gazeteci olarak ilk ciddi deneyimimdi. Bunun yanı sıra güzel dostluklara da ortam sağlamıştı.
1998 yılı çok dolu bir yıldı. Önce Cemal Reşit Rey konser salonunda “Çekül Vakfı”nın yararına düzenlenen, büyük bir konser vermiştik. Yaklaşık 25 şarkıdan oluşan bu konser, arada verilen 20 dakikalık arayla oldukça yorucu bir konserdi. O gün konser bittiği zaman benim Silivri’deki sevgili komşum, küçük Yaşar Aysoy, üzerinde takım elbisesi ve papyonuyla sahneye çıkmış ve bana kocaman bir çiçek buketi vermişti. Canımın içi Yaşar’ı sarılıp öperken, sevgili ailesi Esin ve Sefer Aysoy bizi sevgiyle alkışlıyorlardı. Çok anlamlı güzel bir gündü. O dönemin Hahambaşısı Rav David Asseo ve eşi ile, Türk Yahudi Cemaat Başkanı sevgili Bensiyon Pinto ve eşi de konsere gelmişlerdi. Bensiyon Pinto arada kulise gelmiş, Yusuf’a, bana ve Gery ile David’e sarılmış, sevgiyle tebrik etmişti. Şimdi hatırlıyorum da, o heyecan ve yorgunluk içinde her ne kadar bunları sisli sahneler gibi anımsasam da her şey bir yana, bütün bu olanlar, herkese nasip olmayan olaylardı.
Soni'nin evdeki varlığının olmamasına artık iyice alışmaya başlamıştık, ama beni çok mutlu eden bir olay ise Soni’nin artık ev arkadaşlığından, sevdiği kız konumuna gelen Lisya Albukrek ile olan ilişkisiydi. Lisya harika bir kızdı. Çok sempatik, kumral, uzun boylu, güzel bir kızdı. Çok zekiydi. Aliya yaptıkları yılın sonunda yapılan, psikometri sınavının en yüksek notunu o almıştı. Önce psikoloji bölümüne girmişti fakat İbranicesinin, bu sözel bölümün ağır yükü kaldıramayacağını fark edince, yüksek matematik bölümüne yatay geçiş yapmıştı. Lisya da Soni gibi, çok güzel bir aile nüvesi içinde büyümüştü. Ailesinin tek çocuğuydu ama şımarık ve züppe değildi. Yani tam Soni’nin istediği gibi özellikleri vardı. Hepimiz Lisya’yı çok sevmiştik. Hatta ailesiyle bile tanışmış, yavaştan kaynaşmaya başlamıştık.
98 yazında Erensya Sefaradi olarak Bulgaristan’da yapılacak olan “Esperanza 98” isimli Sefarad Yahudileri yaz etkinliğine konserler vermek üzere davet edilmiştik. Tam bunun heyecanını yaşarken bir akşam Hay, o saatte basketbol oynadığı sırada eve telefon etti ve “Anne ben oyunda tekme yedim, bence bacağım kırıldı “dedi. Biz üzerimizdeki ev kıyafetiyle, derneğe gittik. Hay yerde oturuyor, oyun arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bizi görünce “Korkmayın ben iyiyim ama, dizimin üzerine tekme yedim. Kemiğim kesin kırık” dedi. Arkadaşları bizimkini altı okka edip, bizim arabaya taşıdılar. Hay çocuklar gibi şendi. Herkes kahkahalar atıyordu. Sanki oğlanı hastaneye değil de askere yolcu ediyorduk. Acıbadem Hastanesi'ne gittik, röntgen falan derken, dizinin üzerindeki kemiğin kırıldığı anlaşıldı. Hay tekerlekli sandalyede oturmuş, kutu Cola’sını içerken biz David’le kara kara düşünüyoruz. Ertesi gün gideceğiz ama çocuğun ameliyat edilmesi lazım. Sonunda doktorla anlaştık, Hay’ın bacağını 4 günlüğüne alçıya aldılar. Ertesi gün biz Sofya’ya giderken, Hay’ı ablamın evine bıraktık. Ben üzüntüden kahroluyordum, çocuğumu ameliyat arifesinde bırakıp, başka memlekete şarkı söylemeye gidiyordum. O yıllar artık annemle babamın enerjilerinin bittiği yıllardı. Bereket ablam imdadıma yetişmişti. Yoksa sanırım Bulgaristan davetini iptal edecektik.
Bu biçimde bir ruh haliyle David, Gery ve ben Bulgaristan uçağına bindik. Uçakta sevgili Klara ve Eli Perahya da vardı. Şimdi artık aramızda olmayan bu iki müstesna insanla birlikte olmak, çok onur vericiydi. Onlar da bu etkinlikte konuşmalar yapacaklardı. Bulgaristan’a kendimi bildiğimden beri, hep yakın hissetmişimdir. Çünkü anneannem Sara Krispin Sasson, Varna’nın Sliven kasabasında doğup büyümüş ve sonra ailece Edirne’ye göç etmişlerdi. Daha sonra henüz 18 yaşında olan oğlu Yosef’i Varna’ya kuzenlerinin yanına göndermişti. Dayım Yosef orada evlenip çocuk sahibi olmuş, daha sonra 48’de ailesiyle İsrael’e göç etmişti. İşte Haifa, Carmel’de yaşayan dayım Yosef Sasson ve eşi Viki ile kuzenlerim bu aileydi. Dayım eşi ile evde hala Bulgarca konuşurdu. O yüzden kendimi Varna’ya çok ait hissederdim. Ülkeye ayak bastığımda yüreğim heyecanla pır pır ediyordu. Annemin atalarının, Krispin’lerin ve Sasson’ların ülkesine gitmiştim. Hem de konserler vermeye…