KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-24-

Kasim 1974 Ben, Emel ve Behiye

Kasim 1974 Ben, Emel ve Behiye

1974 Eylül’ünden itibaren hayatım hızlı akmaya başlamıştı. Artık yeni arkadaş grubumla devamlı olarak gezmeye başlamıştım. Cumartesi akşamüstünden sabahın geç saatlerine kadar, pazar günleri ise öğle saatlerinden akşamın neredeyse onuna kadar çıkıp arkadaşlarımla birlikte olabiliyordum.

Sinema, tiyatro, danslı yemekler, cafe sohbetleri, diskoya gitmek gibi, yaşımıza uygun eğlenceler beni tamamen değiştirmişti. Sinirlerim düzelmiş, dengemi bulmuştum. O sene sezonun açılmasıyla birlikte, Şişli’de eski Club X’in yerinde açılan Yıldırım Spor Kulübü'ne de gitmeye başlamıştık. Orada ilk olarak Rıfat Sadi, Sami Yanni ve Sadi Varbarbut ile tanışmıştım. O dönemde, orta okul yıllarındayken tanıdığım Moşe’nin kız kardeşi Tuna ile de yakınlaşmıştım. Tuna artık 16 yaşında çok güzel ve sempatik bir kız olmuştu. O da bizim gruptaydı ve Nedim adlı bir çocukla çıkıyordu, ama gece çıkma izni yoktu. Babası sert bir insandı, o da bol yasaklı bir kızdı. Arkadaşlarımızın arasında Moşe, Beno, Dani, Lazar adlı gençler kasım döneminde askere gideceklerdi. Açıkçası bu beni çok üzüyordu çünkü tam kaynaşmışken yine darmadağın olacaktık. Moşe çok olgun, sevgi dolu, neşeli bir insandı. Çözüm üretici bir karakteri vardı. Çok renkli bir kişiliği ve hobileri vardı. Mükemmel resim ve eskizler çizerdi, ava giderdi, çok iyi gitar çalardı. İyi bir kulağı ve sesi vardı. Kız kardeşine o kadar düşkündü ki bazen böyle iyi bir abiye sahip olmanın bir şans olduğunu düşünürdüm. Aslında onunla çok yakınlaşmıştık. İnsana kendini iyi ve kıymetli hissettirirdi. Onunla hiçbir zaman bu ilişkiyi ileriye taşıyamadık, sebebi ise burada paylaşmak istemediğim bir konuydu. Ama o zamandan bu yana, Moşe’nin gönlümdeki yeri özeldir. Hala çok yakınız ve sürekli haberleşiriz. Oğullarımı ve eşimi çok sever. Bunu herkes, hatta eşlerimiz bile bilirler. Bu hayatta koşulsuz olarak güvenebileceğim çok az kişiden biri Moşe’dir.

Moşe’lerin askere gittikleri dönemde, Behiye de artık gittiği İsrael’den geri dönmüştü. Ama ne dönüş, onu ilk gördüğümde en az 20 kg. vermişti. O kadar güzel olmuştu ki anlatamam, dünya güzeli olmuştu. Beli incecik olmuş, yüzü incelmiş, yemyeşil iri gözleri sanki daha çok anlama kavuşmuştu. Ona bakmaya doyamıyordum. Sonbahar günleri artık onunla geçiyordu. Evlerimizde oturup geçen 3 ayın bilançosunu çıkarıyorduk ama sonu gelmiyordu. Bazıları kahkahalarla, bazıları gözyaşlarıyla son buluyordu.

Behiye İsrael’den harika long playlar getirmişti. Onları dinlerken gözlerimiz yaşlanırdı. Bu arada bazen de sınıftan kızları eve davet eder çay içerdik. Herkes kendi yolunu tutmaya başlamıştı. Kimi nişanlanıyor, çok azı üniversiteye devam ediyordu. Behiye mükemmel bir ev kızıydı. Harika kekler, pastalar yapardı. Tariflerini yazıp, ben de evde yapmak isterdim ama, annem beni mutfağa sokmazdı. “Evlenince nasılsa mutfaktan çıkmayacaksın. Bari bu evde prenses gibi yaşa yorulma” derdi. Yani bunun anlamı ”piyano çal, kitap oku, resim yap, nakış işle” demekti. Bir de Ari ile sonsuz aşkımız vardı. Onu her gün alır, sabah gezmesine çıkardık. Ona resimli çocuk kitapları alırdım. Sonra renkli kartonlar, maşalar ve boyalar alıp eve dönerdik. Ona kuklalar yapardım. Maşalarla tutturulmuş kafalar, kollar ve bacaklar hareket ederdi. Canım yeğenim çok sempatik, zeki ve cıvıl cıvıl bir oğlandı.

Sara Ravuna o kış artık nişanlanmak üzere birileriyle tanıştırılmaya başlamıştı. Bunların arasından Sami İcin adlı bir gençle gezmeye başlamıştı. O dönem bu tür tanıştırmalara “proposition” denilirdi. Yani bir tür “görücü” usulü. Sami İcin karşı taraflı olduğu için arkadaşlarını da tanımıyorduk. O yüzden Sara ile o dönemde pek görüşemez olmuştuk. Bazen telefonlaşıyorduk.

Kasım ayı sonlarına doğru bir pazartesi günü anneme “Hadi artık İsrael Konsolosluğuna gidelim” dedim. O zaman konsolosluk, Nişantaşı’nda Top Ağacı adlı bir sokaktaydı. Neyse içeri girdik. Ben aliya işlemleri için geldiğimi söyleyince beni bir odaya aldılar. Soyadı Shemesh olan İsrael’li orta yaşlı bir konsolosluk görevlisi masasında oturuyordu. Beni de karşısına oturttu ve İngilizce konuşmaya başladık. Ona şubat döneminde aliya yapıp Haifa Üniversitesi’nde “Siyaset” okumak istediğimi söyledim. Tabii ki önce üniversitenin ulpanına girecek ve İbranice öğrenecektim. Shemesh resimlerimi istedi. Bir forma resmimi yapıştırdı, onu kişisel bilgilerimle doldurdum. Altına gururla imzamı attım. Benim için bir dosya açıldı. İçinde resimli, imzalı müracaat formum ve lise diplomamın fotokopisi vardı. Elime aliya’dan önce yapmam gereken birkaç maddeyi içeren bir liste vardı. Hahambaşılık kağıdı, istenen doktordan sağlık raporu vs. gibi. Adam ayağa kalktı, gülümseyerek el sıkıştık ve “Mazal tov” dedi. Dışarı çıkarken annemi az ileride sakallı bir gençle konuşurken gördüm. Gence bakmadan; ”Tamam anne, ben işimi bitirdim” dedim. Sakallı genç bana gülerek elini uzattı “Merhaba, ben Jojo Levi” dedi. El sıkıştık ve annem “Sarika bak, bu genç burada güvenlik olarak çalışıyormuş. Üniversiteye de gidiyormuş. Seni kendi arkadaşları ile tanıştırmak istiyor” dedi. Jojo Levi söze girdi, Pangaltı’da “Kardeşlik Kulübü” adı altında bir dernek olduğunu, orada kültürel faaliyetler yaptıklarını, uzun uzun anlatmaya başladı. Annem çok memnun görünüyordu (hayırdır inşallah), ben anneme ne oluyor?’ diye bakınca, o da coşkuyla ”bence gidebilirsin” dedi. Çocuk cebinden bloknotunu çıkarıp telefon numaramı yazdı, diğer bir sayfaya da kendi ev numarasını yazdı, kağıdı koparıp bana verdi. “yahu ne oluyor? bu ne samimiyet? annemin başına saksı düştü galiba? bu çocuk ne zaman zuhur etti de annemi tavladı?” diye düşünürken, neyse vedalaştık. Çıktık, annem bıcır bıcır anlatıyor. ”Çocuk beni görmüş, kızınız tam bize göre demiş, kendini anlatmış, annemin gözü bu çocuğu çok tutmuş” Hadi bakalım, bakalım neler olacak? derken “dosyamı hiç sormuyorsun, hayırlı olsun demedin hala” deyince, tabii ki hayırlı olsun, çok sevindim, benim yapamadığımı sen yapacaksın” dedi. Oradaki dolmuş durağına vardığımıza Görgülü Pastanesi’nden ekler pastalar aldı, ve Kadıköy’e döndük.

Gece sofrada annem şakıyor, bir mutlu bilemezsiniz, ben babama bakıyorum, başını sallayıp bana göz kırpıyor. Tante Suzan daha olayları çok kavrayamama noktasında…

Ertesi sabah saat 10 gibi bir telefon çalıyor, Bingo!! Jojo Levi. Selam sabahtan sonra o akşam yani Salı gecesi kulüpte bir toplantıları olduğunu ve beni de herkese tanıştırmak istediğini söylüyor. Ben “işte, akşam, karşı taraf, annem…” derken, ”ben annenizle anlaştım sizi evden ben alacağım” dedi. Beni yıldırım çarptı, annem galiba hastalanıyordu. Ok dedim, anneme söyledim o da gülerek ”Aptal mısın? Ben seninle birlikte babanı da göndereceğim” dedi. ”Hiç seni yabancı bir insanla yalnız gönderir miyim?” dedi. Hadi bakalım, kader ağlarını örüyor, karşımda bilinmedik kapılar açılıyordu.

Meğerse Jojo Levi o akşam bütün arkadaşlarını tek aramış, ”beyler toplantıya çok güzel bir 18’lik getiriyorum ”demiş. Hepsini de 18’lik heyecanı sarmıştı. O akşam 8 sularında zil çaldı. Jojo koşarak yukarı çıktı, ağzı kulaklarındaydı. Babam da pardösüsünü giymişti, birlikte aşağı indik. Daha sonra öğrendim araba Yusuf Bahar adlı bir gencin. 18’lik gelecekti ya, bütün cemaat arabaya tıkışmıştı. Arkada oturacak tek yer var, ama biz iki kişiyiz. Araba güler yüzlü gençlerle dolu, tek kız yok. Babamı hemen öne oturttular biz arkada dört kişi sıkıştık. Demek ki bayağı narinmişiz! Konuşa konuşa karşıya geçtik. Pangaltı’da Sevinç Apartmanı’nın önünde durduk. Eski büyük, asansörlü, İstanbul evlerinden. Babamı salon bölümüne buyur ettiler, içeri odaların birinden yaşlı bir adam çıktı babamı görünce sevinçle yanına gelip sohbete başladı, kahve verildi, televizyon açıldı. Babamı çok iyi tanıyan Mösyö İpeker; “Merak etme Mösyö Sarfati, kızın burada emin ellerde, Kardeşlik Kulübü saygın bir Yahudi Derneğidir” dedi. Baktım babam rahat, ben de kasılmaktan vaz geçtim.

Arka odada uzun bir toplantı masası ve sandalyeler, bir duvarı boydan boya kaplayan ve dolu olan bir kütüphane vardı. Jojo masanın başına geçti, önce beni herkesle tek tek tanıştırdı. Aklımda kaldığı kadarı ile, Sami Papo, Yusuf Bahar, Albert Adoni, Şlomo Almaleh, Yusuf Motola, kendisi ve ben oturduk. Eğer başkaları da varsa affola. Oranın çalışanı bizlere kek ve çay getirdi. Kapı kapandı; Jojo ilk sigarasını yaktı, önce yapacağımız kültürel hareketin amacını anlattı, biz her salı akşamı burada toplanıp haftanın konusu üzerine eğitim alacak ve cumartesi günleri öğleden sonraları hepimizin sorumlu olduğu ergen çocuklara konuları anlatacaktık. Biz “madrih” olacaktık, yani ben de “madriha” (öğretmen). Kültür ve öğretmek meselesi beni sarmıştı. Merakla Jojo’yu dinlemeye ve yanıma getirdiğim ince deftere notlar almaya başlamıştım bile. O gece Jojo’nun anlattığı ilk konuyu asla unutmam, ömrümde ilk kez karşılaştığım bir isim ve bir terimle tanışmıştım. Bu sanki bir kibritin karanlığa çakılması gibiydi. Jojo çok önemli Hasidik bir mistik olan “Rabbi Eliezer Baal Şem Tov” dan bahsediyordu. Önce bir miktar Hasidizm’i ve Baal Şem Tov’u anlattı. Ardından bu mistikle ilgili “Kiduş Aşem” isimli bir hazin öyküyü anlattı. “Kiduş Aşem” terimi de beni çok etkilemişti. O zaman ilk defa öğrendiğim bir şeydi bu. Din ve Tanrı yolunda hayatını kaybeden kişilerin ölümüne “Kiduş Aşem” denirmiş. Yani “Tanrı adına kutsanmak” demekmiş. İslam’daki şahadetin karşılığı, Yahudilikte Kiduş Aşem demekmiş. Hikaye de beni çok etkilemişti. Gerçi çok kitap okuyan bir insandım ama,antik Yahudi tarihini ve felsefesini bildiğimi kesinlikle iddia edemezdim. Bu mistiklerin arasında çok önemli kişiler vardı. Jojo’nun sayesinde Ribi Akiva, Maymonides, Nahmanides, Yehuda ha Levi ve onlarcasını öğrenmiştim. Ben artık yeni bir denize dalmış, Jojo, İngilizce kitaplar ve ansiklopediler eşliğinde yeni bir deryada kulaç atmaya başlamıştım.

Jojo ayrıca bana İngilizce, İsrael basımı çocuk piyesleri de veriyor, ben onları Türkçeye çeviriyordum. Hafta sonları yapılan faaliyetlere İzzet Bana da geliyordu. İzzet’le ilk defa orada tanışmıştım. Hafta sonu ergen çocuklara İbranice şarkılar öğretirdi ve benim tercümesini yaptığım küçük tiyatro oyunlarını yönetirdi. Ergenlerin içinde bu gün hala çok sevdiğim birkaç kişiyi çok iyi hatırlıyorum. Yaşar Çarli Bildirici, Yusuf Adoni, Jinet Politi adlı kızıl saçlı, çok tatlı bir kız ve Lüset adlı esmer, cıvıl cıvıl bir kız. Ayrıca David Florentin ve yine Yusuf isimli dünya kibarı bir delikanlı daha, ablası Zizi ’ Şener Katalan’ ile evliydi. Ben ailemle birlikte onların düğününe gitmiştik.

Cumartesi günleri öğleden sonra yapılan bu kültür ve eğlence faaliyetinden sonra, hep birlikte Şişli Sinagogu’na gider, minha ve arvit dualarına katılırdık. Böylece Şabat biter ve biz madrihlerin eğlencesi başlardı. Genellikle tost falan atıştırıp sonra As, Kent veya Konak Sineması’na giderdik. Bazen Şişli’deki Cafe Bonjour’a gider saatlerce sohbet ederdik. Gece programına bizden epeyi büyük olan Ester adında bir kız, ayrıca Albert Adoni’nin çıktığı kız da bize katılırdı. Jojo Motola da Korin isimli nişanlısı ile gelirdi. Onlar çok güzel bir çiftti. Albert Adoni ve Yusuf Adoni kardeştiler. Yusuf Bahar ve Jojo Motola ile de öz kuzendiler. Bu gençlerden her biri sırayla, akşam geç saatte Kadıköy’e evime kadar bana eşlik ederlerdi. Aslında ben bu durumdan pek hoşnut değildim. İlerleyen zamanda buna da bir çözüm bulmam gerekiyordu. Jojo Levi İşletme, Yusuf Bahar kimya mühendisliği, Albert Adoni ise iktisat fakültesinde öğrenciydiler. Hepsiyle hala iletişimim vardır. Çok severim. Nedir ki sevgili Yusuf Bahar birkaç yıl önce kanserden hayatını kaybetti. Geride bir kız çocuğu bıraktı. Ruhu şad olsun. Önümüzdeki günler ve 1975 yılında hayatım, bana daha birçok sürprizler hazırlıyordu.