MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-24-
1974 Eylül’ünden itibaren hayatım hızlı akmaya başlamıştı. Artık yeni arkadaş grubumla devamlı olarak gezmeye başlamıştım. Cumartesi akşamüstünden sabahın geç saatlerine kadar, pazar günleri ise öğle saatlerinden akşamın neredeyse onuna kadar çıkıp arkadaşlarımla birlikte olabiliyordum.
Sinema, tiyatro, danslı yemekler, cafe sohbetleri, diskoya gitmek gibi, yaşımıza uygun eğlenceler beni tamamen değiştirmişti. Sinirlerim düzelmiş, dengemi bulmuştum. O sene sezonun açılmasıyla birlikte, Şişli’de eski Club X’in yerinde açılan Yıldırım Spor Kulübü'ne de gitmeye başlamıştık. Orada ilk olarak Rıfat Sadi, Sami Yanni ve Sadi Varbarbut ile tanışmıştım. O dönemde, orta okul yıllarındayken tanıdığım Moşe’nin kız kardeşi Tuna ile de yakınlaşmıştım. Tuna artık 16 yaşında çok güzel ve sempatik bir kız olmuştu. O da bizim gruptaydı ve Nedim adlı bir çocukla çıkıyordu, ama gece çıkma izni yoktu. Babası sert bir insandı, o da bol yasaklı bir kızdı. Arkadaşlarımızın arasında Moşe, Beno, Dani, Lazar adlı gençler kasım döneminde askere gideceklerdi. Açıkçası bu beni çok üzüyordu çünkü tam kaynaşmışken yine darmadağın olacaktık. Moşe çok olgun, sevgi dolu, neşeli bir insandı. Çözüm üretici bir karakteri vardı. Çok renkli bir kişiliği ve hobileri vardı. Mükemmel resim ve eskizler çizerdi, ava giderdi, çok iyi gitar çalardı. İyi bir kulağı ve sesi vardı. Kız kardeşine o kadar düşkündü ki bazen böyle iyi bir abiye sahip olmanın bir şans olduğunu düşünürdüm. Aslında onunla çok yakınlaşmıştık. İnsana kendini iyi ve kıymetli hissettirirdi. Onunla hiçbir zaman bu ilişkiyi ileriye taşıyamadık, sebebi ise burada paylaşmak istemediğim bir konuydu. Ama o zamandan bu yana, Moşe’nin gönlümdeki yeri özeldir. Hala çok yakınız ve sürekli haberleşiriz. Oğullarımı ve eşimi çok sever. Bunu herkes, hatta eşlerimiz bile bilirler. Bu hayatta koşulsuz olarak güvenebileceğim çok az kişiden biri Moşe’dir.
Moşe’lerin askere gittikleri dönemde, Behiye de artık gittiği İsrael’den geri dönmüştü. Ama ne dönüş, onu ilk gördüğümde en az 20 kg. vermişti. O kadar güzel olmuştu ki anlatamam, dünya güzeli olmuştu. Beli incecik olmuş, yüzü incelmiş, yemyeşil iri gözleri sanki daha çok anlama kavuşmuştu. Ona bakmaya doyamıyordum. Sonbahar günleri artık onunla geçiyordu. Evlerimizde oturup geçen 3 ayın bilançosunu çıkarıyorduk ama sonu gelmiyordu. Bazıları kahkahalarla, bazıları gözyaşlarıyla son buluyordu.
Behiye İsrael’den harika long playlar getirmişti. Onları dinlerken gözlerimiz yaşlanırdı. Bu arada bazen de sınıftan kızları eve davet eder çay içerdik. Herkes kendi yolunu tutmaya başlamıştı. Kimi nişanlanıyor, çok azı üniversiteye devam ediyordu. Behiye mükemmel bir ev kızıydı. Harika kekler, pastalar yapardı. Tariflerini yazıp, ben de evde yapmak isterdim ama, annem beni mutfağa sokmazdı. “Evlenince nasılsa mutfaktan çıkmayacaksın. Bari bu evde prenses gibi yaşa yorulma” derdi. Yani bunun anlamı ”piyano çal, kitap oku, resim yap, nakış işle” demekti. Bir de Ari ile sonsuz aşkımız vardı. Onu her gün alır, sabah gezmesine çıkardık. Ona resimli çocuk kitapları alırdım. Sonra renkli kartonlar, maşalar ve boyalar alıp eve dönerdik. Ona kuklalar yapardım. Maşalarla tutturulmuş kafalar, kollar ve bacaklar hareket ederdi. Canım yeğenim çok sempatik, zeki ve cıvıl cıvıl bir oğlandı.
Sara Ravuna o kış artık nişanlanmak üzere birileriyle tanıştırılmaya başlamıştı. Bunların arasından Sami İcin adlı bir gençle gezmeye başlamıştı. O dönem bu tür tanıştırmalara “proposition” denilirdi. Yani bir tür “görücü” usulü. Sami İcin karşı taraflı olduğu için arkadaşlarını da tanımıyorduk. O yüzden Sara ile o dönemde pek görüşemez olmuştuk. Bazen telefonlaşıyorduk.
Kasım ayı sonlarına doğru bir pazartesi günü anneme “Hadi artık İsrael Konsolosluğuna gidelim” dedim. O zaman konsolosluk, Nişantaşı’nda Top Ağacı adlı bir sokaktaydı. Neyse içeri girdik. Ben aliya işlemleri için geldiğimi söyleyince beni bir odaya aldılar. Soyadı Shemesh olan İsrael’li orta yaşlı bir konsolosluk görevlisi masasında oturuyordu. Beni de karşısına oturttu ve İngilizce konuşmaya başladık. Ona şubat döneminde aliya yapıp Haifa Üniversitesi’nde “Siyaset” okumak istediğimi söyledim. Tabii ki önce üniversitenin ulpanına girecek ve İbranice öğrenecektim. Shemesh resimlerimi istedi. Bir forma resmimi yapıştırdı, onu kişisel bilgilerimle doldurdum. Altına gururla imzamı attım. Benim için bir dosya açıldı. İçinde resimli, imzalı müracaat formum ve lise diplomamın fotokopisi vardı. Elime aliya’dan önce yapmam gereken birkaç maddeyi içeren bir liste vardı. Hahambaşılık kağıdı, istenen doktordan sağlık raporu vs. gibi. Adam ayağa kalktı, gülümseyerek el sıkıştık ve “Mazal tov” dedi. Dışarı çıkarken annemi az ileride sakallı bir gençle konuşurken gördüm. Gence bakmadan; ”Tamam anne, ben işimi bitirdim” dedim. Sakallı genç bana gülerek elini uzattı “Merhaba, ben Jojo Levi” dedi. El sıkıştık ve annem “Sarika bak, bu genç burada güvenlik olarak çalışıyormuş. Üniversiteye de gidiyormuş. Seni kendi arkadaşları ile tanıştırmak istiyor” dedi. Jojo Levi söze girdi, Pangaltı’da “Kardeşlik Kulübü” adı altında bir dernek olduğunu, orada kültürel faaliyetler yaptıklarını, uzun uzun anlatmaya başladı. Annem çok memnun görünüyordu (hayırdır inşallah), ben anneme ne oluyor?’ diye bakınca, o da coşkuyla ”bence gidebilirsin” dedi. Çocuk cebinden bloknotunu çıkarıp telefon numaramı yazdı, diğer bir sayfaya da kendi ev numarasını yazdı, kağıdı koparıp bana verdi. “yahu ne oluyor? bu ne samimiyet? annemin başına saksı düştü galiba? bu çocuk ne zaman zuhur etti de annemi tavladı?” diye düşünürken, neyse vedalaştık. Çıktık, annem bıcır bıcır anlatıyor. ”Çocuk beni görmüş, kızınız tam bize göre demiş, kendini anlatmış, annemin gözü bu çocuğu çok tutmuş” Hadi bakalım, bakalım neler olacak? derken “dosyamı hiç sormuyorsun, hayırlı olsun demedin hala” deyince, tabii ki hayırlı olsun, çok sevindim, benim yapamadığımı sen yapacaksın” dedi. Oradaki dolmuş durağına vardığımıza Görgülü Pastanesi’nden ekler pastalar aldı, ve Kadıköy’e döndük.
Gece sofrada annem şakıyor, bir mutlu bilemezsiniz, ben babama bakıyorum, başını sallayıp bana göz kırpıyor. Tante Suzan daha olayları çok kavrayamama noktasında…
Ertesi sabah saat 10 gibi bir telefon çalıyor, Bingo!! Jojo Levi. Selam sabahtan sonra o akşam yani Salı gecesi kulüpte bir toplantıları olduğunu ve beni de herkese tanıştırmak istediğini söylüyor. Ben “işte, akşam, karşı taraf, annem…” derken, ”ben annenizle anlaştım sizi evden ben alacağım” dedi. Beni yıldırım çarptı, annem galiba hastalanıyordu. Ok dedim, anneme söyledim o da gülerek ”Aptal mısın? Ben seninle birlikte babanı da göndereceğim” dedi. ”Hiç seni yabancı bir insanla yalnız gönderir miyim?” dedi. Hadi bakalım, kader ağlarını örüyor, karşımda bilinmedik kapılar açılıyordu.
Meğerse Jojo Levi o akşam bütün arkadaşlarını tek aramış, ”beyler toplantıya çok güzel bir 18’lik getiriyorum ”demiş. Hepsini de 18’lik heyecanı sarmıştı. O akşam 8 sularında zil çaldı. Jojo koşarak yukarı çıktı, ağzı kulaklarındaydı. Babam da pardösüsünü giymişti, birlikte aşağı indik. Daha sonra öğrendim araba Yusuf Bahar adlı bir gencin. 18’lik gelecekti ya, bütün cemaat arabaya tıkışmıştı. Arkada oturacak tek yer var, ama biz iki kişiyiz. Araba güler yüzlü gençlerle dolu, tek kız yok. Babamı hemen öne oturttular biz arkada dört kişi sıkıştık. Demek ki bayağı narinmişiz! Konuşa konuşa karşıya geçtik. Pangaltı’da Sevinç Apartmanı’nın önünde durduk. Eski büyük, asansörlü, İstanbul evlerinden. Babamı salon bölümüne buyur ettiler, içeri odaların birinden yaşlı bir adam çıktı babamı görünce sevinçle yanına gelip sohbete başladı, kahve verildi, televizyon açıldı. Babamı çok iyi tanıyan Mösyö İpeker; “Merak etme Mösyö Sarfati, kızın burada emin ellerde, Kardeşlik Kulübü saygın bir Yahudi Derneğidir” dedi. Baktım babam rahat, ben de kasılmaktan vaz geçtim.
Arka odada uzun bir toplantı masası ve sandalyeler, bir duvarı boydan boya kaplayan ve dolu olan bir kütüphane vardı. Jojo masanın başına geçti, önce beni herkesle tek tek tanıştırdı. Aklımda kaldığı kadarı ile, Sami Papo, Yusuf Bahar, Albert Adoni, Şlomo Almaleh, Yusuf Motola, kendisi ve ben oturduk. Eğer başkaları da varsa affola. Oranın çalışanı bizlere kek ve çay getirdi. Kapı kapandı; Jojo ilk sigarasını yaktı, önce yapacağımız kültürel hareketin amacını anlattı, biz her salı akşamı burada toplanıp haftanın konusu üzerine eğitim alacak ve cumartesi günleri öğleden sonraları hepimizin sorumlu olduğu ergen çocuklara konuları anlatacaktık. Biz “madrih” olacaktık, yani ben de “madriha” (öğretmen). Kültür ve öğretmek meselesi beni sarmıştı. Merakla Jojo’yu dinlemeye ve yanıma getirdiğim ince deftere notlar almaya başlamıştım bile. O gece Jojo’nun anlattığı ilk konuyu asla unutmam, ömrümde ilk kez karşılaştığım bir isim ve bir terimle tanışmıştım. Bu sanki bir kibritin karanlığa çakılması gibiydi. Jojo çok önemli Hasidik bir mistik olan “Rabbi Eliezer Baal Şem Tov” dan bahsediyordu. Önce bir miktar Hasidizm’i ve Baal Şem Tov’u anlattı. Ardından bu mistikle ilgili “Kiduş Aşem” isimli bir hazin öyküyü anlattı. “Kiduş Aşem” terimi de beni çok etkilemişti. O zaman ilk defa öğrendiğim bir şeydi bu. Din ve Tanrı yolunda hayatını kaybeden kişilerin ölümüne “Kiduş Aşem” denirmiş. Yani “Tanrı adına kutsanmak” demekmiş. İslam’daki şahadetin karşılığı, Yahudilikte Kiduş Aşem demekmiş. Hikaye de beni çok etkilemişti. Gerçi çok kitap okuyan bir insandım ama,antik Yahudi tarihini ve felsefesini bildiğimi kesinlikle iddia edemezdim. Bu mistiklerin arasında çok önemli kişiler vardı. Jojo’nun sayesinde Ribi Akiva, Maymonides, Nahmanides, Yehuda ha Levi ve onlarcasını öğrenmiştim. Ben artık yeni bir denize dalmış, Jojo, İngilizce kitaplar ve ansiklopediler eşliğinde yeni bir deryada kulaç atmaya başlamıştım.
Jojo ayrıca bana İngilizce, İsrael basımı çocuk piyesleri de veriyor, ben onları Türkçeye çeviriyordum. Hafta sonları yapılan faaliyetlere İzzet Bana da geliyordu. İzzet’le ilk defa orada tanışmıştım. Hafta sonu ergen çocuklara İbranice şarkılar öğretirdi ve benim tercümesini yaptığım küçük tiyatro oyunlarını yönetirdi. Ergenlerin içinde bu gün hala çok sevdiğim birkaç kişiyi çok iyi hatırlıyorum. Yaşar Çarli Bildirici, Yusuf Adoni, Jinet Politi adlı kızıl saçlı, çok tatlı bir kız ve Lüset adlı esmer, cıvıl cıvıl bir kız. Ayrıca David Florentin ve yine Yusuf isimli dünya kibarı bir delikanlı daha, ablası Zizi ’ Şener Katalan’ ile evliydi. Ben ailemle birlikte onların düğününe gitmiştik.
Cumartesi günleri öğleden sonra yapılan bu kültür ve eğlence faaliyetinden sonra, hep birlikte Şişli Sinagogu’na gider, minha ve arvit dualarına katılırdık. Böylece Şabat biter ve biz madrihlerin eğlencesi başlardı. Genellikle tost falan atıştırıp sonra As, Kent veya Konak Sineması’na giderdik. Bazen Şişli’deki Cafe Bonjour’a gider saatlerce sohbet ederdik. Gece programına bizden epeyi büyük olan Ester adında bir kız, ayrıca Albert Adoni’nin çıktığı kız da bize katılırdı. Jojo Motola da Korin isimli nişanlısı ile gelirdi. Onlar çok güzel bir çiftti. Albert Adoni ve Yusuf Adoni kardeştiler. Yusuf Bahar ve Jojo Motola ile de öz kuzendiler. Bu gençlerden her biri sırayla, akşam geç saatte Kadıköy’e evime kadar bana eşlik ederlerdi. Aslında ben bu durumdan pek hoşnut değildim. İlerleyen zamanda buna da bir çözüm bulmam gerekiyordu. Jojo Levi İşletme, Yusuf Bahar kimya mühendisliği, Albert Adoni ise iktisat fakültesinde öğrenciydiler. Hepsiyle hala iletişimim vardır. Çok severim. Nedir ki sevgili Yusuf Bahar birkaç yıl önce kanserden hayatını kaybetti. Geride bir kız çocuğu bıraktı. Ruhu şad olsun. Önümüzdeki günler ve 1975 yılında hayatım, bana daha birçok sürprizler hazırlıyordu.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.