MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
Merhaba sevgili okuyucularım. 27 şubat 1945 tarihi, ölüm kampı Auschwitz’in Müttefik orduları tarafından özgürleştirildiği tarih olup, her yıl törenlerle anılır. Şalom Gazetesi’nde 2011 yılında yayınlanan “Torunuma Mektuplar” serisinin, 21 numaralı mektubunun konusu Holokost’du. Bu hafta o mektubu tekrar sizlerle paylaşmayı diledim.
“Hiç bir şey düşünemiyorum: ne yitirdiklerimi, ne yitireceklerimi, ne de geleceğin benim için neler gizlediğini düşünemiyorum. Yürüdüğüm sokakları, yanımdan geçen insanları görmüyorum, yalnızca bu hayattan bıktığımı hissediyorum. Bize yapılan hakaretlerin içimi yakıp kavurduğunu hissediyorum.
Yitshok Rudashevski / Vilna Gettosu/yaş 14
“Soykırım Çocukları” adlı kitaptan Canım Guy’cığım, dün evine geri döndün. Yumuşacık ipek yanaklarının kokusunu içime çekerek seni defalarca öptüm. İpek sarı buklelerini okşadım. İnci gibi dişlerinle bana ağız dolusu gülümsedin, yüzüme cici yaptın ve el sallayarak annenin kucağında evine gitmek üzere, babanla ve amcanla birlikte uçağa bindin. Tanrı hepimize birlikte geçireceğimiz nice pesahlar armağan etsin. Umudum bu! Diğer yandan Guy, senin bu mutlu gidişini, bu tatlı ayrılığımızı izlerken, Tanrı’ya şükretmemiz gerektiğini ayrımsadım. Çünkü bunlar mutlu ve umutlu ayrılıklardı. Oysa Holokost döneminde yaşayanların ne umudu, ne de geri dönüşü vardı. Guy David henüz o kadar küçüksün ki, sadece 17 aylıksın. Ama elim ve aklım yettikçe sana bildiklerimi aktarmak istiyorum. Bu hafta sana 2. Dünya Savaşı esnasında Alman Naziler tarafından hunharca yok edilen altı milyon Yahudinin anısına, Holokost’tan bahsetmek istiyorum. Bu konuyu ileride etraflıca öğreneceğini çok iyi biliyorum. Sana bu konuyu akademik olarak bir mektupla anlatacak değilim tabiî ki. Ben sadece bu konu hakkındaki bazı duygularımı paylaşmak istiyorum. Yukarıda, anı defterimden birkaç satırını paylaştığım Yitshok adlı çocuk gibi, o dönemde yaklaşık iki milyon Yahudi çocuk yok edildi. Neden biliyor musun? Sadece Yahudi olarak doğdukları için. Onların yanı sıra dört milyonu aşkın aileleri de onlarla birlikte katledildiler. Altı milyon kişinin 1939-1945 yılları arasında sistemle ve azimle yok edildiklerini sana anlatmak gerek diye düşünüyorum. Onlar aşağılandılar, dövüldüler, aç bırakıldılar, işkence gördüler. Kimileri kurşun yağmuru ile kimileri ise yüzlercesi bir arada gaz odalarında zehirlenerek öldürüldüler. Sonra fırınlara atıldılar yakılan bedenlerinin dumanları durmaksızın günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca, duman ve kül halinde bacalardan uçup yakındaki tarlalara, bahçelere, kasabalara yayıldılar. Auschwitz denilen ölüm fabrikasının fırın bacalarından fışkıran gri renkli küller, bazen kuvvetli esen poyrazlarla beraber, tüm şehrin üzerine çöktü. İnsanlar ciğerlerine onların küllerini de çektiler. Guy’cığım senin altı milyon dindaşlarının bazıları ölürken, bazılarının yağından sabunlar imal edildi. Bazılarının güzel beden derileri Nazilerin kitaplarına cilt kapağı oldu. Cesetlerinin ağızlarından altın dişleri çekildi eritilerek nazi servetine dahil edildi. Sekiz yıl önce Auschwitz-Birkenau kampına yaptığım ziyarette tanık olduklarımı ve o sırada neler hissettiğimi sana hangi sözcüklerle anlatacağımı kestiremiyorum. Müze haline getirilen ölüm kampında dev camekânlar içinde her yaştan binlerce insanın ayakkabıları, hatta patikleri, tonlarca saç, güzel kızların dibinden kesilmiş saç örgüleri, binlerce gözlük, bavullar, yok edilen bebeklerin emzikleri, biberonları, patikleri, önlükleri… Minik, ponponlu yün yelekler, hırkalar… Krematoryum’un ürkütücü fırınları, ekmekçi küreğine benzer iri fırın kürekleri… Odalar hala ölüm ve yanık et kokusunu içinde barındırıyor. Birde bu cehennemden kurtulabilenlerin daha sonra anlattıkları, insanı dehşet içinde bırakan anıları, anıları, anıları… Canım torunum o dönemde yaşanan bu vahşetin adı Holokost. Bu özel bir isim. Ne geçmişte nede gelecekte böylesi bir cinayet çılgınlığı hiç yaşanmadı ve yaşanmayacakta. Zaten yaşanmaması gerekir o zaman insanların artık insan gibi davranacaklarına inanabilirim. Holokost kötülüğün dehasıydı! Guy, ben sekiz yıl önce Polonya’ya gidip Auschwitz Ölüm Kampı’nı ziyaret edip döndükten beş gün sonra kendi öz babamı kaybettim. O gördüklerimden tam beş gün sonra babamı kaybettiğim an, Tanrı’ya şükrettiğime inanabilir misin? Çünkü babam gittiğinde seksen yedi yaşındaydı, annem çocukları ve torunlarıyla birlikte mutlu, huzurlu, saygın ve sevgi dolu bir hayat yaşadıktan sonra, huzur içinde Tanrı’sına kavuşmuştu. Oysa onun yaşıtları, henüz yirmili yaşlarının ortalarındayken Nazilerin çizmeleri altında hayata türlü çilelerle veda etmişler gençliklerini yaşayamamışlardı. Çoğu; anne veya baba olmanın mutluluğunu bile tadamadan, bacalardan duman halinde gökyüzüne karışmışlardı. Bu kaos içinde, onların çağdaşı olan babam güzel yaşlanmış ve güzel yitip gitmişti bence. Ağlarken ölçülü ağladım, yasımı kendimi bu duyguyla teselli ederek tuttum ve babamın yokluğuna katlanmak daha kolay oldu. Zaten büyük deden Hayim gönlümde capcanlı… Bu Holokost döneminde yaşananların öyküleri anlatmakla bitmez. Bu konuda yüzlerce kitap yazıldı, yüzlerce film ve belgesel çekildi. Yüzlerce tanık dinlendi, yüzlerce kurbanla röportaj yapıldı. Nazilerden yığınla katil infaz edildi, hapise mahkûm edildi veya görmezden gelindi...! Tüm bu olanların sonucunda Tanrı’nın bir armağanı olarak Yahudilerin ‘Ana Vatan’ı yeniden kuruldu. O savaştan bitap düşüp hayatta kalabilenler ve yeni bir yaşam umuduyla oraya gidenler, elele verip, hayata yeniden tutunabilme savaşı verdiler. Yeniden varolmaya ve hayata devam etmeye gayret ettiler. Şimdi Guy David sen, ben, tüm soydaşlarımız ve tüm insanlık el ele verip bu olanların birdaha asla olmaması için elimizden gelen bütün gayreti göstereceğiz. Asla unutmayacağız ve her yıl Pesah Agadası’nı nasıl yeniden anlatıp, nesilden nesile aktarıp, anıları canlı tutabiliyorsak; aynen bu şekilde, Holokostu da nesilden nesile çocuklarımıza aktaracağız. Sevgili Güneş oğlum ‘Holokost’u asla unutma… Ebediyen Hatırla… Geleceğe taşı…
Seni çok seven babaannen
Sara
BU DA BİR İNSAN MIDIR?
Güven içinde yaşarsınız
Ilık evlerinizde,
Bulursunuz,
akşam döndüğünüzde,
Sıcak aş ve dost yüzler:
Düşünün bu da bir insan mıdır?
Çamurlarda çalışır
Barış nedir bilmez
Savaşır bir dilim ekmek için
Kal de kalır, öl de ölür.
Düşünün bu da bir kadın mıdır?
Ne saçı var, ne de adı...
Hiçbir şey anımsayacak gücü yok,
Gözleri bomboş ve kucağı buz kesmiş
Bir kış kurbağası gibi.
İyice kafa yorun bu konuda:
Size söylüyorum bu sözleri.
Çıkarmayın onları kalbinizden
Yuvanızda, sokakta,
Yatarken, kalkarken;
Yineleyin onları çocuklarınıza,
Yoksa yıkılsın eviniz başınıza,
Hastalıklar sakat bıraksın,
Dilerim çocuklarınız bakmaz bir daha yüzünüze.
Primo LEVİ
Çeviren: Tuğrul Asi BALKAR
SAĞKALAN
Uzunca bir süre yoldaşlarının yüzüne baktı
Öfkeden mosmor kesildi ilkin donuk ışıkta,
Boz bulanık çimento tozları,
Sis dumanı bulutu içinde,
Huzursuz uykularındaki ölümle içi sızladı.
Gece vakti, düşlerinde ağır yükün
Altında çeneleri oynadı.
Var olmayan bir şalgamı çiğneyerek.
"Çekil geri, bir başına bırakma karış içlerine,
Git. Hiç birini yoksun bırakmadım ben,
Ellerinden almadım ekmeklerini.
Hiç biri ölmedi ben görevli iken.
Hiç biri.
Dumanınızda yitip gittiler.
Yaşıyor ve nefes alıyorsam, yemek yiyor
Su içiyorsam, uyuyor ve giyiniyorsam,
Bu benim hatam değil.”
Primo LEVİ Çeviren: Tuğrul Asi BALKAR
* Bu yazı 26 Nisan 2011 tarihinde Şalom Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.