MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -18-
Şimdi geçmişe dönüp bakıyorum da 1971 yılı, benim kişisel hayatımda epeyi yoğun bir yılmış. Artık kasım ayına gelmiştik ve bize bir erkek kardeş kadar yakın olan kuzenimiz Aşer 20 yaşına gelmiş ve asker olmuştu. Aşer ailenin tek erkek çocuğu idi ve bizler genellikle tek bir aile gibi yaşadığımızdan bütün aile sanki tutuşmuştu. Oğlan askere gidiyordu. Anne Tante Veneta, baba Onkle Bohor, tabii ki annem ve Tante Suzan sıkıntı ve endişe içindeydiler. Ben onu sadece özleyecektim ama, askerlikten korkmak aklıma bile gelmiyordu. Sonuç olarak Aşer askere gönderildi. Evde bir yas havası vardı. Belki Aşer arar diye, her an bir telefon bekleniyordu. Aşer kararını vermişti, mektuplarını bir tek bana gönderecekti, ben de herkese mektubu okuyacaktım. Sanırım tek tek herkesle uğraşmak istemiyordu. Çocuk bence haklıydı. Anneler böyle durumlarda bazen aşırı sevgiden ötürü, insana sıkıntı verirler. Neyse şaka bir yana ailenin kadınları tam yatışmışken, annem baş dönmelerinden şikayet ederek, o zaman Doç. Dr. olan aile doktorumuz Dr. Bülent Berkarda’ya gitti. Berkarda, annemi iyice muayene ettikten sonra, ”İdacığım, sağ böbreğinin üzerinde portakal büyüklüğünde bir kist hissediyorum, ama röntgen çektirmeden tam teşhis koymak istemem” dedi. Ertesi gün röntgen çekildikten sonra tam da Dr. Berkarda’nın dediği gibi, sağ böbrekte portakal boyutunda bir kitle bulundu. Annem iki üç gün içinde Prof. Dr. Muzaffer Akkılıç’ın eşliğinde Ömür Kliniği’nde ameliyat oldu. Çıkartılan kist böbreğini sarmış ve onu çürütmüştü. Dolayısı ile böbrek de alınmış ve tahlile gönderilmişti. Anneme asla böbreğinin de alındığı söylenmedi, kendisi 92 yaşındayken vefat ettiği zamana değin bunu asla bilmedi. Bu bir aile sırrı idi. Aksi halde çok evhamlı olan annem, tek böbrekli olduğunu bilseydi, zaten çok uzun yaşayamaz ve korkudan ölür giderdi.
Annemin ameliyat günleri çok zordu. Ben artık 16’ıma gelmiştim, teyzemle evdeydik. Babam hastanede annemle kalıyordu. Aynı gün içinde, Ari ve ben ateşlendik. İkimiz de 39 derece ateşle yatıyorduk. Teyzem ne yapacağını şaşırdı. Ben o haldeyken ablama taşındık. Eve çocuk doktoru ve Dr. Berkarda geldiler. Benim bademciklerim kötüydü, oturma odasındaki divanda yatıyorum, Ari diş çıkardığından zaten habire ateşleniyordu. Kendi odasında karyolasında yatıyordu. Teyzem odalar arası koşuşuyor, ablamların evinde telefon yok, günde iki kere bakkala gidip, jetonlu telefonla annemi hastaneden arıyor, hem onu soruyor, hem bizlerden ona rapor veriyordu. Sonuç olarak annem 10 gün hastanede yattıktan sonra taburcu oldu. Tahlili temiz çıkmış ve kistin veya böbreğin kanser olmadığı tespit edilmişti. Annem eve gelince, evimize döndük. Ben iyileşmiştim. Ari de iyiydi. Asayiş berkemal derken Aşer telefon etti, yanlışlıkla Çanakkale Ezine’ye sevk edildiği için, oradan, Sıvas Temel Tepe’ye nakledildiğini söyledi. Meğerse o yıllarda gayrımüslimleri, 4 aylık eğitim için Sıvas Temel Tepe'ye gönderirlermiş. Ailenin kadınları yine yasa girdiler. Annemi üzmemek için ayrı ayrı ağlaşıyorlardı, ama esasında annem onlardan daha çok üzülüyordu, çünkü Aşer’i inanılmaz bir biçimde sever ve korumaya çalışırdı.
Bu arada ülkede nur topu gibi bir bela daha doğdu. Bütün Türkiye’de kolera salgını vardı. Annem korkudan titriyordu. Okullarda hemen kolera aşısı yapılmaya başlandı. İnsanlar belediyenin sağlık ocaklarına gidip aşı oluyorlardı. Bir sabah henüz 18 günlük ameliyatlı olan annem müthiş bir ishal oldu ve kendine kolera teşhisi koydu. Bizleri bağırarak yatak odasına sokmuyordu. Hemen Dr. Berkarda çağırıldı, sabah 8 ‘de doktor geldi, annemi muayene etti. Annem kolerada ısrar ederken ”İda’cığım ciddi misiniz yoksa şaka mı yapıyorsunuz anlayamıyorum. Bu doğal bir ishal, yarına bir şeyiniz kalmayacak, hem bu kadar temiz ve hijyen bir evde hiç kolera olur mu?'' diye kahkahalar atıyordu. Sonuç olarak annemin bağırsakları düzelene kadar, kendisinde kolera olduğuna inanmakta ısrar etti.
Bu arada Aşer Temel Tepe’de -20 derecede eğitim yapıp, nöbet tutarken, bana düzenli olarak mektup yazıyordu, ben de hemen tafsilatlı cevaplar yazardım. Ayrıca ona sık sık Emel Sayın’ın resimlerini ve kartpostallarını da zarfın içine eklerdim, çünkü ona hayrandı. Oradayken onu mutlu etmeye çalışırdım. Aralık ayında 16 yaşımı kutladım ama hiç de keyifli değildim. Ortam, annemin ameliyatı, Aşer’in eksikliği, kolera derken zevkli hiçbir şey yoktu. Annemler, vitrinde görüp beğendiğim yün triko bir elbisenin parasını bana vermişler ve Bahariye Caddesi’ndeki Cevza Butik’ten kendime o elbiseyi doğum günü hediyesi olarak almamı söylemişlerdi. Ömrümde ilk defa tek başıma kıyafet alıyordum. Elbiseden çok, tek başıma kendi seçtiğim bir şeyi, onay almadan, satın almak müthiş bir duyguydu. Elbise ince yün trikodan gülkurusu rengindeydi. Miniydi ve etek uçlarında koyu bordo ve gülkurusu karışımı güller işlenmişti. Yakası U biçiminde ve çok stil bir elbiseydi. Artık Kadıköy’lü eski grubumla da çıkmayı bıraktığım için, aslında bu elbiseyi giyecek bir ortamım da yoktu. Elbiseyi ilk defa 72 yılının mart ayında Ari’nin 1. doğum günü kutlamasında giydim. Sonra da annemlerle birlikte gittiğimiz Kültür Sarayı (sonradan Atatürk Kültür Merkezi- AKM) Don Carlos operasının premier’inde giymiştim.
1972 yılı gelince, 71 yılının özellikle son aylarının yorgunu olarak, 72 yılına umutla sarıldım. Aralık ayının sonlarında, ablamlar sobalı olan ilk evlerinden, kaloriferli yeni bir daireye taşınmışlardı. Bu ev Şevki Bey Sokağı’ndaydı ve üst katı da kiralıktı. Ablam annemlerin ağzından girdi, burnundan çıktı ve bizim de onların üst katına taşınmamız için ikna etti. Benim 3 yaşımda iken girdiğimiz İleri Sokak’taki 21 numaralı evimizden ben, 16 yaşımda iken taşındık. Şevki Bey Sokak’taki 25 numaralı evin en üst katına yerleştik. Benim için hayat bayram oldu. Ari alt katta, yani genellikle hep bizim evde. Babası eve dönene kadar bizde olurdu. Okuldan geliyorum, hemen ona dalıyorum. Çocuk 11 aylıkken kelimeler söylemeye başladı. Ama berbat bir huyu var. Yemek yemeyi hiç sevmiyor. Ablam üzüntüden kahroluyor. Bir tek benden yiyor ama ben bütün gün okuldayım. Yolumu gözlüyorlar. Bebek beni görünce Sara yerine “Lala”diye bağırıyor ve benden yoğurt veya muhallebi yiyor. O benim her şeyim. Ona her gün bir küçük oyuncak alıyorum. Harçlığımın tümünü onun için harcıyorum. Suzan teyzemi de çok seviyor. Teyzem ona aşık, onu Bulgarca ve Ladino şarkılar söyleyerek uyutuyor. Çocuk evinde uykuya yatırıldığı zaman onu istiyor. Eniştem Niso yukarı çıkıp teyzemi çağırıyor. Ari teyzemi de “Giya” diye çağırıyor. Yani Lala ve Giya onun favorileri. Evimiz kaloriferli ve hidroforlu, annem artık susuzluk çekmiyor. Teyzem artık odun sobasıyla uğraşmıyor. Evin girişinde posta kutuları var. Kutunun anahtarı bende, okuldan gelince kutuyu açıyorum, İsrael’den: Vikita’dan, kuzinim Sara’dan, mektup arkadaşım Menahem Yeruşalmi’den ve Sivas’tan Aşer’den mektuplar çıkıyor. Ben yukarı çıkıyorum, oğlanı kucağıma alıp hemen zarfları açıyorum ve okumaya başlıyorum. Bir onu öpüyorum, bir mektup okuyorum. Bu arada şubat ayında babam bizim eve televizyon alıyor. Schaub-Lorenz marka, 67 ekran. Artık Şenlikgiller ailesi oluyoruz. O zaman televizyon izlemeye gelen misafirlere “Telesafir” deniyor. Bizim telesafirler Tante Veneta ve Onkle Bohor. Onlar zaten evin daimi üyeleri sayılırlar.
Ablamların çok büyük bir arkadaş grubu var. Hepsi de çok genç ve birer çocukları var. Bunlar her Pazar öğleden sonra bir evde toplanıyorlar. Kağıt oyunları oynuyorlar, tatlı, tuzlu sofraları kuruluyor. Ablamların sırası gelince ben aşağı iniyorum. Çocuklara bayılıyorum. Onlarla ilgileniyorum. Miniklerin hepsi çok şeker. Ben çocukları çok severim. Bu gün, çocuklarım ve torunlarım olduğu halde, hala küçük çocuklara bayılırım.
Okuluma büyük bir zevkle gidiyordum. Derslerim çok iyiydi, karnelerimde tek kırığım bile yoktu. Öğle teneffüslerinde okula çok yakın olan Baylan Pastanesi’ne giderdik. Baylan’ın iç bölümünde duran daracık koridorundaki masalara oturur kakao içerdik. Kız, erkek kardeş gibiydik. Çok eğlenirdik. Bazı günler okulun basket takımının maçlarını izler, çığlık çığlığa tezahürat yapardık. Öğretmenlerimiz çok kibar insanlardı. Bizlerle siz diyerek konuşurlardı. O seneki İngilizce hocamız Nurten Demiralp adında çok zarif 27 yaşında bekar bir genç kızdı. Çok kaliteliydi ve bize Shakespeare’den bahseder ve eserlerini İngilizce tanıtırdı. Edebiyat hocamız Bekir Sıtkı Erdoğan adlı çok ünlü bir şairdi. “Marya”, “İbibikler Öter Ötmez Ordayım” şiirlerinin ve “50. Yıl Marşı”nın şairiydi. Harika bir insandı. Sanat tarihi hocamız ve resim hocamız aynı kişiydi. Aslında askerdi, binbaşıydı ama son derece kültürlü ve zarif bir kişiliği vardı. Dönem ödevi olarak bize tualde, yağlı boya ile kendi seçtiği, empresyonistlerin tablolarını yaptırırdı. Böylece iki yılda 2 Picasso ve 2 Van Gogh röprodüksiyon tablo yapmıştım. Hepsi çok başarılıydı. 10 numara almıştım. Marmara Koleji'nde iki İngilizce hocamız vardı. Biri haftada 8 saat, diğeri ise İngiliz kültürü ve edebiyatı için 4 saat derse girerdi. 4 saat gelen hocamızın adı Ayhan Başoğlu idi. Kendisi aynı zamanda hem gazeteciydi, hem de Malkoçoğlu adlı çizgi romanın yazarı ve çizeriydi. Daha sonra bu kahramanı Cüneyt arkın sinemada canlandırmıştı.
Okulun kantin bölümü harikaydı. Büfeyi karı koca dünya tatlısı bir çift yönetirdi. Teneffüslerde bizim okulda okuyan iki oğulları, onlara satışta yardım ederlerdi. Kantindeki pikapta öğrencilerin evlerinden getirdikleri long playlar çalardı. Oturacak alçak masalar, sandalyeler ve tabureler vardı. Teneffüsler bizim için party time gibiydi. Okul modern ve çağdaştı. O devrin küçük çocuk sanatçısı Ömercik orta okulda öğrenciydi. O güzel altın rengi, prens gibi saçlarını kesmezdi. Artist olduğu için idareden özel izni vardı. Dünya güzeli bir çocuktu. Ömercik (Ömer Dönmez) geçtiğimiz yıl, bir kalp krizi geçirerek ne yazık ki yaşama veda etti.
72 yılının Mart ayının 17’sinde Ari bir yaşını doldurmuştu. O hafta sonu, onun 1. doğum günü yapıldı. O bebekti, biz ondan daha heyecanlıydık. Bütün kuzenler ve aile büyükleri davet edilmişti. Şimdi düşününce onlar ne tatlı yıllarmış. Büyüklerimizin hepsi hayatta idi, bizler çok gençtik. Önümüzde hayallerle örülmüş uzun bir yaşam vardı.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.