KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -18-
Şimdi geçmişe dönüp bakıyorum da 1971 yılı, benim kişisel hayatımda epeyi yoğun bir yılmış. Artık kasım ayına gelmiştik ve bize bir erkek kardeş kadar yakın olan kuzenimiz Aşer 20 yaşına gelmiş ve asker olmuştu. Aşer ailenin tek erkek çocuğu idi ve bizler genellikle tek bir aile gibi yaşadığımızdan bütün aile sanki tutuşmuştu. Oğlan askere gidiyordu. Anne Tante Veneta, baba Onkle Bohor, tabii ki annem ve Tante Suzan sıkıntı ve endişe içindeydiler. Ben onu sadece özleyecektim ama, askerlikten korkmak aklıma bile gelmiyordu. Sonuç olarak Aşer askere gönderildi. Evde bir yas havası vardı. Belki Aşer arar diye, her an bir telefon bekleniyordu. Aşer kararını vermişti, mektuplarını bir tek bana gönderecekti, ben de herkese mektubu okuyacaktım. Sanırım tek tek herkesle uğraşmak istemiyordu. Çocuk bence haklıydı. Anneler böyle durumlarda bazen aşırı sevgiden ötürü, insana sıkıntı verirler. Neyse şaka bir yana ailenin kadınları tam yatışmışken, annem baş dönmelerinden şikayet ederek, o zaman Doç. Dr. olan aile doktorumuz Dr. Bülent Berkarda’ya gitti. Berkarda, annemi iyice muayene ettikten sonra, ”İdacığım, sağ böbreğinin üzerinde portakal büyüklüğünde bir kist hissediyorum, ama röntgen çektirmeden tam teşhis koymak istemem” dedi. Ertesi gün röntgen çekildikten sonra tam da Dr. Berkarda’nın dediği gibi, sağ böbrekte portakal boyutunda bir kitle bulundu. Annem iki üç gün içinde Prof. Dr. Muzaffer Akkılıç’ın eşliğinde Ömür Kliniği’nde ameliyat oldu. Çıkartılan kist böbreğini sarmış ve onu çürütmüştü. Dolayısı ile böbrek de alınmış ve tahlile gönderilmişti. Anneme asla böbreğinin de alındığı söylenmedi, kendisi 92 yaşındayken vefat ettiği zamana değin bunu asla bilmedi. Bu bir aile sırrı idi. Aksi halde çok evhamlı olan annem, tek böbrekli olduğunu bilseydi, zaten çok uzun yaşayamaz ve korkudan ölür giderdi.
Annemin ameliyat günleri çok zordu. Ben artık 16’ıma gelmiştim, teyzemle evdeydik. Babam hastanede annemle kalıyordu. Aynı gün içinde, Ari ve ben ateşlendik. İkimiz de 39 derece ateşle yatıyorduk. Teyzem ne yapacağını şaşırdı. Ben o haldeyken ablama taşındık. Eve çocuk doktoru ve Dr. Berkarda geldiler. Benim bademciklerim kötüydü, oturma odasındaki divanda yatıyorum, Ari diş çıkardığından zaten habire ateşleniyordu. Kendi odasında karyolasında yatıyordu. Teyzem odalar arası koşuşuyor, ablamların evinde telefon yok, günde iki kere bakkala gidip, jetonlu telefonla annemi hastaneden arıyor, hem onu soruyor, hem bizlerden ona rapor veriyordu. Sonuç olarak annem 10 gün hastanede yattıktan sonra taburcu oldu. Tahlili temiz çıkmış ve kistin veya böbreğin kanser olmadığı tespit edilmişti. Annem eve gelince, evimize döndük. Ben iyileşmiştim. Ari de iyiydi. Asayiş berkemal derken Aşer telefon etti, yanlışlıkla Çanakkale Ezine’ye sevk edildiği için, oradan, Sıvas Temel Tepe’ye nakledildiğini söyledi. Meğerse o yıllarda gayrımüslimleri, 4 aylık eğitim için Sıvas Temel Tepe'ye gönderirlermiş. Ailenin kadınları yine yasa girdiler. Annemi üzmemek için ayrı ayrı ağlaşıyorlardı, ama esasında annem onlardan daha çok üzülüyordu, çünkü Aşer’i inanılmaz bir biçimde sever ve korumaya çalışırdı.
Bu arada ülkede nur topu gibi bir bela daha doğdu. Bütün Türkiye’de kolera salgını vardı. Annem korkudan titriyordu. Okullarda hemen kolera aşısı yapılmaya başlandı. İnsanlar belediyenin sağlık ocaklarına gidip aşı oluyorlardı. Bir sabah henüz 18 günlük ameliyatlı olan annem müthiş bir ishal oldu ve kendine kolera teşhisi koydu. Bizleri bağırarak yatak odasına sokmuyordu. Hemen Dr. Berkarda çağırıldı, sabah 8 ‘de doktor geldi, annemi muayene etti. Annem kolerada ısrar ederken ”İda’cığım ciddi misiniz yoksa şaka mı yapıyorsunuz anlayamıyorum. Bu doğal bir ishal, yarına bir şeyiniz kalmayacak, hem bu kadar temiz ve hijyen bir evde hiç kolera olur mu?'' diye kahkahalar atıyordu. Sonuç olarak annemin bağırsakları düzelene kadar, kendisinde kolera olduğuna inanmakta ısrar etti.
Bu arada Aşer Temel Tepe’de -20 derecede eğitim yapıp, nöbet tutarken, bana düzenli olarak mektup yazıyordu, ben de hemen tafsilatlı cevaplar yazardım. Ayrıca ona sık sık Emel Sayın’ın resimlerini ve kartpostallarını da zarfın içine eklerdim, çünkü ona hayrandı. Oradayken onu mutlu etmeye çalışırdım. Aralık ayında 16 yaşımı kutladım ama hiç de keyifli değildim. Ortam, annemin ameliyatı, Aşer’in eksikliği, kolera derken zevkli hiçbir şey yoktu. Annemler, vitrinde görüp beğendiğim yün triko bir elbisenin parasını bana vermişler ve Bahariye Caddesi’ndeki Cevza Butik’ten kendime o elbiseyi doğum günü hediyesi olarak almamı söylemişlerdi. Ömrümde ilk defa tek başıma kıyafet alıyordum. Elbiseden çok, tek başıma kendi seçtiğim bir şeyi, onay almadan, satın almak müthiş bir duyguydu. Elbise ince yün trikodan gülkurusu rengindeydi. Miniydi ve etek uçlarında koyu bordo ve gülkurusu karışımı güller işlenmişti. Yakası U biçiminde ve çok stil bir elbiseydi. Artık Kadıköy’lü eski grubumla da çıkmayı bıraktığım için, aslında bu elbiseyi giyecek bir ortamım da yoktu. Elbiseyi ilk defa 72 yılının mart ayında Ari’nin 1. doğum günü kutlamasında giydim. Sonra da annemlerle birlikte gittiğimiz Kültür Sarayı (sonradan Atatürk Kültür Merkezi- AKM) Don Carlos operasının premier’inde giymiştim.
1972 yılı gelince, 71 yılının özellikle son aylarının yorgunu olarak, 72 yılına umutla sarıldım. Aralık ayının sonlarında, ablamlar sobalı olan ilk evlerinden, kaloriferli yeni bir daireye taşınmışlardı. Bu ev Şevki Bey Sokağı’ndaydı ve üst katı da kiralıktı. Ablam annemlerin ağzından girdi, burnundan çıktı ve bizim de onların üst katına taşınmamız için ikna etti. Benim 3 yaşımda iken girdiğimiz İleri Sokak’taki 21 numaralı evimizden ben, 16 yaşımda iken taşındık. Şevki Bey Sokak’taki 25 numaralı evin en üst katına yerleştik. Benim için hayat bayram oldu. Ari alt katta, yani genellikle hep bizim evde. Babası eve dönene kadar bizde olurdu. Okuldan geliyorum, hemen ona dalıyorum. Çocuk 11 aylıkken kelimeler söylemeye başladı. Ama berbat bir huyu var. Yemek yemeyi hiç sevmiyor. Ablam üzüntüden kahroluyor. Bir tek benden yiyor ama ben bütün gün okuldayım. Yolumu gözlüyorlar. Bebek beni görünce Sara yerine “Lala”diye bağırıyor ve benden yoğurt veya muhallebi yiyor. O benim her şeyim. Ona her gün bir küçük oyuncak alıyorum. Harçlığımın tümünü onun için harcıyorum. Suzan teyzemi de çok seviyor. Teyzem ona aşık, onu Bulgarca ve Ladino şarkılar söyleyerek uyutuyor. Çocuk evinde uykuya yatırıldığı zaman onu istiyor. Eniştem Niso yukarı çıkıp teyzemi çağırıyor. Ari teyzemi de “Giya” diye çağırıyor. Yani Lala ve Giya onun favorileri. Evimiz kaloriferli ve hidroforlu, annem artık susuzluk çekmiyor. Teyzem artık odun sobasıyla uğraşmıyor. Evin girişinde posta kutuları var. Kutunun anahtarı bende, okuldan gelince kutuyu açıyorum, İsrael’den: Vikita’dan, kuzinim Sara’dan, mektup arkadaşım Menahem Yeruşalmi’den ve Sivas’tan Aşer’den mektuplar çıkıyor. Ben yukarı çıkıyorum, oğlanı kucağıma alıp hemen zarfları açıyorum ve okumaya başlıyorum. Bir onu öpüyorum, bir mektup okuyorum. Bu arada şubat ayında babam bizim eve televizyon alıyor. Schaub-Lorenz marka, 67 ekran. Artık Şenlikgiller ailesi oluyoruz. O zaman televizyon izlemeye gelen misafirlere “Telesafir” deniyor. Bizim telesafirler Tante Veneta ve Onkle Bohor. Onlar zaten evin daimi üyeleri sayılırlar.
Ablamların çok büyük bir arkadaş grubu var. Hepsi de çok genç ve birer çocukları var. Bunlar her Pazar öğleden sonra bir evde toplanıyorlar. Kağıt oyunları oynuyorlar, tatlı, tuzlu sofraları kuruluyor. Ablamların sırası gelince ben aşağı iniyorum. Çocuklara bayılıyorum. Onlarla ilgileniyorum. Miniklerin hepsi çok şeker. Ben çocukları çok severim. Bu gün, çocuklarım ve torunlarım olduğu halde, hala küçük çocuklara bayılırım.
Okuluma büyük bir zevkle gidiyordum. Derslerim çok iyiydi, karnelerimde tek kırığım bile yoktu. Öğle teneffüslerinde okula çok yakın olan Baylan Pastanesi’ne giderdik. Baylan’ın iç bölümünde duran daracık koridorundaki masalara oturur kakao içerdik. Kız, erkek kardeş gibiydik. Çok eğlenirdik. Bazı günler okulun basket takımının maçlarını izler, çığlık çığlığa tezahürat yapardık. Öğretmenlerimiz çok kibar insanlardı. Bizlerle siz diyerek konuşurlardı. O seneki İngilizce hocamız Nurten Demiralp adında çok zarif 27 yaşında bekar bir genç kızdı. Çok kaliteliydi ve bize Shakespeare’den bahseder ve eserlerini İngilizce tanıtırdı. Edebiyat hocamız Bekir Sıtkı Erdoğan adlı çok ünlü bir şairdi. “Marya”, “İbibikler Öter Ötmez Ordayım” şiirlerinin ve “50. Yıl Marşı”nın şairiydi. Harika bir insandı. Sanat tarihi hocamız ve resim hocamız aynı kişiydi. Aslında askerdi, binbaşıydı ama son derece kültürlü ve zarif bir kişiliği vardı. Dönem ödevi olarak bize tualde, yağlı boya ile kendi seçtiği, empresyonistlerin tablolarını yaptırırdı. Böylece iki yılda 2 Picasso ve 2 Van Gogh röprodüksiyon tablo yapmıştım. Hepsi çok başarılıydı. 10 numara almıştım. Marmara Koleji'nde iki İngilizce hocamız vardı. Biri haftada 8 saat, diğeri ise İngiliz kültürü ve edebiyatı için 4 saat derse girerdi. 4 saat gelen hocamızın adı Ayhan Başoğlu idi. Kendisi aynı zamanda hem gazeteciydi, hem de Malkoçoğlu adlı çizgi romanın yazarı ve çizeriydi. Daha sonra bu kahramanı Cüneyt arkın sinemada canlandırmıştı.
Okulun kantin bölümü harikaydı. Büfeyi karı koca dünya tatlısı bir çift yönetirdi. Teneffüslerde bizim okulda okuyan iki oğulları, onlara satışta yardım ederlerdi. Kantindeki pikapta öğrencilerin evlerinden getirdikleri long playlar çalardı. Oturacak alçak masalar, sandalyeler ve tabureler vardı. Teneffüsler bizim için party time gibiydi. Okul modern ve çağdaştı. O devrin küçük çocuk sanatçısı Ömercik orta okulda öğrenciydi. O güzel altın rengi, prens gibi saçlarını kesmezdi. Artist olduğu için idareden özel izni vardı. Dünya güzeli bir çocuktu. Ömercik (Ömer Dönmez) geçtiğimiz yıl, bir kalp krizi geçirerek ne yazık ki yaşama veda etti.
72 yılının Mart ayının 17’sinde Ari bir yaşını doldurmuştu. O hafta sonu, onun 1. doğum günü yapıldı. O bebekti, biz ondan daha heyecanlıydık. Bütün kuzenler ve aile büyükleri davet edilmişti. Şimdi düşününce onlar ne tatlı yıllarmış. Büyüklerimizin hepsi hayatta idi, bizler çok gençtik. Önümüzde hayallerle örülmüş uzun bir yaşam vardı.