GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -12-
1968 yılının yazı başından itibaren çok eğlenceliydi. Artık yazlık semtimizde neredeyse tanımadığımız kimse yok gibiydi. Biz de artık büyümeye başladığımız için, eskisi gibi çok utangaç değildik. Lotüs Pastanesi’nin her masasından ayrı ses yükselirdi. Sonya karşı taraflı olduğu için neredeyse herkesi tanırdı ve bana kimin kim olduğunu, nerede okuduğunu anlatırdı. Aslında kız erkek karışık grup pek azdı, sadece bakışır gülüşür laf atardık birbirimize. İşte öyle bir gün çaktırmadan laf atarken, Sonya ile benim “Ermozolar Çetesi” dediğimiz çocuklarla arkadaş olduk. Laf atmalar bitti, kaynaştık. Aralarına, Moris Kastiel, Cek Büyükbahar, Aron Adato, Hayim Nifusi, David Ventura, Ruti adlı ikiz kız kardeşi, Rıfat Aner gibi çocuklar vardı. Çoğu Tarhan Koleji'nde okuyorlardı, yaşları ise bizden bir, iki yaş büyüktü. Artık her gün saat 5’te Lotüste onlarla buluşuyor ve saatlerce konuşuyorduk. Bazen hep birlikte , Motta’ya dondurmacıya gider, sonra İskele Caddesinden dolanıp, yine Bağdat Caddesi’nden Plaj Yoluna kıvrılırdık. Sabahları da bazılarımızla buluşup kayıkhaneye uğrardık. Oğlanlar kayıkla denize açılırdı, ve iyi kürek çekerlerdi. Bazen Mehtap Sokağın köşesinde duran şekerciden horoz şekeri alırdık. Şimdi horoz şekeri gördüğüm anda aklıma hemen o günler gelir. O sene Sonya ile bana Viki Levi Dinçer adlı bir kız da katılmıştı. Viki çok tatlı ve kumral bir kızdı. Annem onu biraz benim tipime benzetirdi. Bir de İvet Franko adında esmer bir kız arkadaşımız da vardı. İvet’in İzak adında 16 yaşlarında bir abisi vardı. Abisinin grubundaki oğlanlar yaşça daha büyüktü, sanırım 15-16 gibi. Sonya ile ben oldukça büyük olduklarından, annelerimiz kızabilir diye onlara pek yanaşmazdık. Viki yıllar sonra GKD’de karşıma Viki Kondu olarak çıkmıştı. İstanbul’da ise her karşılaştığımızda sevgi ile kucaklaşırız. İvet Franko da ileri yıllarda benim Kadıköy'lü küçüklük arkadaşım Yusuf Baruh ile evlenmiş ve İvet Baruh olmuştu. David’in kardeşi Ruti ise çok genç yaşta, kanser olmuş ve yaşamını yitirmişti. Bu hayat dolu kızın hazin sonu beni çok üzmüştü.
O yaz Sonya, Viki, İvet ve ben sigara deneyimi yapmaya karar vermiştik. Çok iyi hatırlıyorum aramızda para toplayıp bir paket filtreli Samsun sigarası satın almıştık. İvet’lerin arka bahçesine sık ağaçların arasında yere oturup birer sigara yakmıştık. Ben o kadar heyecanlıydım ki, sigarayı tam tutamıyordum. İlk nefesimizi çektik ve öksürük krizine girdik. Dumandan ve gülmekten gözlerimizden yaşlar akıyordu. Azmettik ve sigaralarımızı bitirdik. Sonra sigara paketini ve kibrit kutusunu koca bir taşın altına gizledik. Her sabah buluştuğumuzda ilk işimiz arka bahçeye gidip taşı kaldırıyor ve sigaralarımızı tellendiriyorduk. Biliyorsunuz ilk deneyim her zaman çekici ve heyecanlı olur. İkinci veya üçüncü deneyim eğer size zevk vermediyse artık tavsamaya başlar. Açıkçası sigara beni açmamıştı. Sadece dudaktan nefes alıp hemen dışarı üflediğimden, bana pek bir şey ifade etmiyordu. Nedir ki yapılan her doğru veya yanlış şeyler, büyüme sancılarıydılar. Hayatı, zevkleri ve yasakları delmek, bizlere büyüdüğümüzün ispatı gibi geliyordu. Neyse bizim paket bitene kadar bu sigara günleri devam etti. Demek ki bu 5 günlük bir maceraydı. Son sigaralar tükenince yeni bir paket alır mıyız diye konuşunca ben istemedim. Galiba Viki ve Sonya da bana katılınca İvet tek kaldı, ama epeyi bozulduğunu hatırlıyorum. Sanırım İvet sigarayı hiç bırakmadı, ama yine de yanılıyor olabilirim.
O yazın sonuna doğru, Sonya ile beraber, Viki’yi de katarak, İvet’in abisi İzak Franko’nun grubuna girdik. Ben ailemin onayını almak için bir gün bütün oğlanları bizim eve getirdim. Annemle babama tanıştırdım. Babam aile konusunda çok titiz bir insandı. Grupta üç tane Cako vardı. Cako Reytan ,Cako Tovim ve Cako Mızraklı. Reytan soyadı çok iyi sonuç verdi. Babası Edirneliydi ve çok iyi bir aileydi. Tovim Cako, komşularımız olan İzak Faraci ve annesi Madam Suzan’ın yeğeniydi. Bu arada İvet ve İzak (Ayzek)'in babası Mösyö Franko babamın iş piyasadan tanıdığı harika bir aileydi. Aralarında Jojo De Bensason, Selim Özinci, Momo Özinci, Metin Kaneti, Harun Denizel, David Levi, Rıfat Karkaşon olan diğer çocukların da aslında çok iyi çocuklar olduğu belliydi zaten, neyse bizimkiler oğlanlara yeşil ışık yakınca, ben artık huzurla bu gruba katıldım. Sanırım Sonya’nın böyle prosedürlerden geçmesi gerekmiyordu. Benim ailem bana her lokmayı öyle kolay yedirmezdi.
O yaz Sonya’nın ve Viki’nin ablaları, flört ettikleri gençlerle nişanlanmışlardı. Bunlar lise çağında kızlardı, ama onu seven çocuk eğer nişanlanmazlarsa, kız ailelerinin bu ilişkiye izin vermeyeceklerini bildiklerinden, daha askere bile gitmeden nişanlanıverirlerdi. O yazın ortasında ablam da, Niso Altaras adlı bir gençten çıkma teklifi almıştı. Tabi ki aynı prosedürlerden onlar da geçtiler ve bütün grup eve geldi. Kızlar ve erkekler kendilerini tanıtınca, oradan da tanıdık Edirneliler çıktı. Mesela gruptaki bir genç Sonya’nın abisi Albert Baharnu idi. İki genç daha da Edirne kökenliydi. Genç kızların arasında şimdi yakından tanıdığımız Forti Barokas ve nişanlısı Beto da vardı. Gençler ve Niso babama emniyet duygusu verince, ablam da vizesini almıştı. O yaz biz kızlar için, abla heyecanları yaşanırken, kendimiz de yavaş yavaş ilk kalp ağrılarına yakalanmaya başlamıştık. İmalı konuşmalar, çaktırmadan ısmarlanan bir dondurma, veya bisikletine bindirip gezinme, bu çarpıntılar için yeter de artardı bile.
Bir Çarşamba günü İskele Caddesi’nde yeni açılan Pergola isimli bir cafe- restorana gitmiştik. Fiyatlar cebimize göre hayli pahalıydı. Sonya ile bakıştık. En ucuz şey çaydı. Ben çaydan nefret ederdim, hala da sevmem. Oğlanlardan biri, adı bende kalsın “bu gün özel bir gün, sana ben ısmarlamak istiyorum deyince”, bir diğeri de Sonya’ya aynı teklifi yapınca, Sonya ile ben çok heyecanlanmıştık. Sonradan öğrendiğimize göre o gün bu yakınlaşmayı sağlamak için, oraya özellikle ve hazırlıklı gidilmişti. Aslında bütün bunlar çok saf, tertemiz ve pembe renkli duygulardı ama, şimdi bile düşününce, bunların bir daha asla yaşanamayacak anılar olduğunu duyumsayabiliyorum.
O sene, yazın hemen başında, Aron Adato, Hayim Nifusi ve David Ventura olmak üzere, o gruptaki diğer çocuklarla da çok samimi olmuştuk. David’in Ruti adlı bir ikiz kız kardeşi de vardı. Çok şeker bir kızdı. Bazen o da bizim gruba kendi arkadaşlarıyla katılınca epeyi kalabalık bir grup haline gelirdik. O grubun içinde Linet Halfon, Eva adlı çok güzel bir kız, Berta isimli çok esmer, kısacık saçlı, çok hoş bir kız da vardı. Linet’i de çok severdim. Çok cici, güler yüzlü ve tatlı bir kızdı. Galiba o da bir Fransız okulunda okurdu. Aslında kızların çoğu Saint Benoit, Notre Dame De Sion ve Saint Pulcherie’de okuyorlardı. Hepsi de karşı tarafta yaşardı. O yaz Sonya’dan Fransızca kelimeler öğreniyordum. S’il vous plait, s’il te plait, je t’aime, je t’adore, mon amour, dictee, lecture, education ve düzinelerce Fransızca kelime öğrenmiştim. O yıllar hiç deneyimlemediğim farklı şeyler ve duygular yaşıyordum. O yaşta bile olsa, kalabalıklar içinde yer edinmenin, istenmenin, karşılıklı küçük hayranlıkların, insanların gönlünü çelen duygular olduğunu anlama yaşlarındaydık.
Beri yandan ablam da, erkek arkadaşı Niso’dan giderek daha çok hoşlanmaya başlamıştı. Cumartesi geceleri gruplarıyla birlikte o sırada revaçta olan gece kulüplerine gider, dans ederlerdi. Ablamı, o danslar için hazırlanırken izlemeye bayılırdım. Harika giyinirdi. O yıllarda moda olan lame ve dore ayakkabıları ve çantaları vardı. Saçları upuzun ve simsiyahtı. Koyu siyah gözlerini mavi farla gölgelendirir, kirpiklerini rimelle boyardı. İncecik parmakları ve daracık uzun sedef ojeli tırnaklarıyla, narin, çok güzel ve asil bir genç kızdı. Ruj sürmezdi ama doğal koyu pembe dudaklarına zaten ruj gerekmezdi. Ablam heyecan ve duygularını asla çok açık etmezdi. Aşık mı değil mi hiç anlayamazdım. O da benimle dalga geçerdi. Tom Jones’un o sene çok moda olan “Delilah” adlı şarkısı, onların şarkısıydı. O seneler bizlerin tasasız ve eğlenceli yıllarıydı. Annemler de bizlere bakıp mutlu mutlu bakışırlardı.
Bazı hafta sonları yatıya gelen dayımız Selomo’nun iki kızı Meri ve Karolin geldikleri zaman sevinçten havalara uçardık. Meri ablamlarla çıkardı. Karolin ise benimle. Karolin bir gelişinde bana, üzerinde beyaz yapma çiçekler olan bir saç tokasını hediye olarak getirmişti. O kadar beğenmiştim ki, onu sık sık saçıma takardım. Arkadaşlarım da onu çok sevmişlerdi. O seneden itibaren Karolin artık kışları da sık sık bize kalmaya gelirdi. 1968 yazı da sonunda bitmiş ve yazlıktan inme dönemi gelmişti. Sonya ile yine gözyaşları ile ayrılmıştık. Aynı programa devam edecektik. Mektuplaşma, haftada bir telefon ve ayda bir sinema. Benim Kadıköy’deki kış serüvenlerim artık bunlarla sınırlıydı. Tabii ki şimdilik. Gelecek acaba nelere gebeydi? O sene eylül ayında orta 2. sınıfa başlamıştım. Kasım ayını ortalarında ablam ve Niso ailelerini tanıştırıp söz kestiler. Kolay değildi, artık hayatıma yeni bir ortak girmişti. Ablamı artık paylaşmayı öğrenecektim. 13 yaşında baldız olmuştum. Eniştem de 23 yaşındaydı. Mavi gözlü eniştem ablama çok aşıktı, onu kimse ile paylaşmak istemiyordu, nedir ki ben vardım ve ablama korkunç bağlıydım. Sonunda orta yolu buldum. Ablamın üzülmemesi için büyük kız gibi davranmaya başladım. Onlara kendi maceralarımı anlatırdım, güldürürdüm. Evde ise, enişteme zor matematik problemlerimi sorardım. O da çözüp bana yolunu öğretirdi. Yeni bir yaşamın acemisi olarak, ortak bir yol bulup, arkadaş olmayı başarmıştık. Ablamın da artık keyfi yerindeydi. Nişan telaşları başlamıştı. Ben sevinçten yerimde duramıyordum. Bakalım neler yaşanacaktı?
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia