Kadıköylü Küçük Sara-56-
99 yılı güzel başlamıştı. Yılbaşı gecesi yeni yıla İstanbul Yelken Kulübü’nde girmiştik. O gece Yusuf da bize katılmıştı. Gerçekten neşeli bir geceydi. Yıl iyi başlamıştı ama önemli olan sonrasının nasıl geleceğiydi.
Sanırım ocak ayının sonlarında bir Yunanistan seyahati yapmaya karar vermiştik. Bu bir otobüs turu olacaktı. Kavala, Selanik ve Atina şehirlerine gidilecekti. Bu seyahate Hay ve Yusuf da geleceklerdi. Neyse otobüs kalktı. Güle oynaya Yunan sınırına gelindi ve macera başladı. Turdaki yedi kişinin Yunanistan vizesi yoktu ama Schengen vizesi vardı. Yunan tarafındaki gümrük memuru, bu yedi kişinin vizesi yüzünden, bizi sekiz saat sınırda bekletti. İşte o gün Yunan sınırında Türk vatandaşı olmanın bedelini bu kaprisle ödedik. Çünkü zaten Avrupa Birliğine üye olan Yunanistan’ın Avrupa Birliği vizesi olan Shengen vizesine geçit vermemesi tamamen gümrük memurunun kişisel kötülüğünden kaynaklanıyordu. O sekiz saatte sinir krizi geçirenler mi istersiniz, birbirine girip kavga edenler mi? Neyse sonunda gümrük memurunun vardiyası bitti, onun yerine gelen memur 5 dakikada pasaportlara mühürleri bastı ve makus talihimizi yenip, Yunan topraklarına geçebildik. Herkes bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendi.
Gezinin diğer bir komedisi de rehberin dilsiz olmasıydı. Aslında usta bir rehberdi, nedir ki birkaç ay önce gırtlak kanseri olmuş ve ses telleri alınmıştı. Bu yüzden konuşamıyordu. Tur şirketi onu kırmamak için yine tur rehberliğini ona vermişti. Ama işler bu şekilde bir facia haline geliyordu. Tur rehberi elindeki plakaya bir şeyler yazıp bize okutuyordu. Herkes sinirden homurdanıyordu. Bu gezide en çok eğlenen Hay’dı. Yunan alfabesini bildiği için tabelaları okuyordu. Bizim için hava hoştu, Yusuf biraz Rumca biliyordu, Hay okuyordu, tarih bilgisi dersen hepimiz zehir gibiydik. İngilizce de cepte, daha ne olsun? Diğer yolcular da dertlerine yanıyorlardı.
Kavala küçük ama şirin bir şehirdi. O akşam orada kalmış, ertesi gün şehri gezmiştik. Sonraki durak Selanik’ti. Atatürk’ün doğduğu şehir bizim için gerçekten özeldi. Selanik’te Atatürk’ün doğup yetiştiği evi ,duygu dolu olarak gezmiştik. Yanında Türkiye Baş Konsolosluğu vardı. Tam karşı kaldırımında ise bir Türk kafesi vardı. İçeride Türk kahvesi, nargileler ve tavlalar vardı. Kahvelerimizi içerken, David’le Yusuf ateşli bir tavla oyununa tutuşmuşlardı. Herkes çok keyifliydi. Oradan çıkınca Selanik’in kordon boyunda gezmiş, Beyaz Kule’yi ziyaret etmiştik. Selaniğin deniz kenarı İzmir’in Kordon Boyu’na benziyordu. Tekrar yola çıkıp bu sefer Atina yoluna çıkmıştık. Bu, otobüsle yaklaşık 7-8 saatlik bir yoldu. Atina’da Glifada adlı bir semtte konaklamıştık. Ertesi gün lokal bir rehberin eşliğinde Atina turuna çıkmıştık.
Sintagma Meydanı, Efson’ların plili eteklikleri ve ponponlu gülünç çarıklarıyla (Yunan askerlerinin) parlamento binası önündeki nöbet değişimi, sonra ilk olimpiyatların yapıldığı Amfiteatro ve alanı, ve muhteşem Akropolis. Hay orada kendinden geçmişti Karyatidis sütunlarına sarılıyordu. Müzenin satış mağazasından kendine kitaplar almıştı. Sonra Korint Kanalına gittik. Dünyanın en dar kanalı olma özelliğini taşıyordu. Ardından Pire limanına gitmiştik. Harika balık lokantaları vardı. Orada yemek yemiş ouzo içmiştik. Yusuf bir duble ouzo ile çakırkeyif olmuş, ömründe hiç ödün vermediği ciddiyeti gitmişti. Sürekli gülümsüyor ve şakalar yapıyordu.
Dönüşte Plaka semtine gitmiş alış veriş ve sevdiklerimize hediye alma telaşına düşmüştük. Akşamına da yine Plaka’da bir tavernaya götürülmüştük. Ben bile kalkıp sirtaki yapmıştım. Buzukilerin müziği gerçekten insanı zevk diyarına sürüklüyordu. Orada ekstra olan bir günlük bir tura katılmıştık. Atina’ya çok yakın olan üç Yunan adasına feribotla geçilmişti Eiginia, Hydra ve Poros Adaları harikaydı. Adada eşeklere binilebiliyordu, atlı arabalar vardı ve kıyı boyunca turistik eşyalar satan dükkanlar sıralanmıştı. Orada bir sürü alış verişler yapmıştık. Adalar arası giderken feribotta animasyonlar ve sirtaki dersi vardı. David ve Hay bir saatlik dersten sonra, harika sirtaki dansı yapmaya başlamışlardı. Böylece günler birbirini kovaladı ve dönüş yoluna geçtik. Son durak Alexandria yani Dedeağaç’tı. Oradan da bademli kurabiyeler aldık ve Türk sınırından içeri girdik. Bu gerçekten hepimizde tatlı hatıralar bırakan bir seyahatti.
99 yılı böyle akıp giderken, ilkbaharda bir gün Soni ve Lisya yaz aylarında evlenmek istediklerini söylediler. Neve Şalom Sinagogu'ndan 22 Ağustos Pazar günü için gün alındı ve düğün projeleri başladı. Violet ve Lisya gelinlik bakarlarken, bizler için de terzi arayışı başladı. Sonunda Tuna adlı bir terziyle anlaştık. Şapkalar, elbiseler, ayakkabılar derken Ağustos ayının ortalarına geldik. Ama O, ne Ağustosdu böyle?
17 Ağustos gecesi büyük ve trajik, 7.7 şiddetinde ve tam bir dakika süren feci bir deprem oldu. Bütün şehir panik içindeydi. Çınarcık, Yalova, Gölcük tamamen yıkılmış, insanlar göçük altında kalmışlardı. Felaket günler yaşanıyordu. Binlerce ölü ve yaralı vardı. Tüm ülke yasa bürünmüştü. Bu depremden payını alanlar arasında rahmetli amcam Nesim Sarfetti’nin oğlu sevgili kuzenimiz Tovi Sarfetti ve eşi Ceni Sarfetti de vardı. Onların Çınarcık’taki Veli Göçer evlerinde bir yazlık evleri vardı. O geceki depremde ikisi de göçük altında kalmışlardı.
Depremin ertesi, 18 Ağustos'ta Lisya ve Soni nikahlanırlarken, hala onlardan haber alınamamıştı. Bir yanımız mutlu ve heyecanlıyken, diğer yanımız da endişeli, gelecek haberlerden dolayı tedirginlik içindeydik. Sanırım üçüncü günün sonunda, kazılar sonucu onlara ulaşılmış ve depremde can verdikleri ortaya çıkmıştı. Ümitlerimiz suya düşmüştü. Ben feci bir haldeydim. Çok sevdiğim kuzenlerim ölmüştü ve biz Pazar günü oğlumuzu evlendirecektik.
O Cuma akşamı oğlumuza kına partisi yapacağımız yerde, beni avutmak ve Soni’yi neşelendirmek için David’in kuzenleri Ketty ve David Kastoryano, arkadaşlarımız Eti ve Hayim Nifusi, Nelly ve Yakup Barokas, Tilda ve Selim Levi, Yusuf Altıntaş ve Korin Penso gelmişlerdi. O gece için ısmarladığımız catering siparişini iptal etmiştik. Sessizce kahve içmiş ve sohbet etmiştik. İnsan böyle günlerde arkadaşlarının değerini daha çok anlıyor.
İnsan kendi yavrusunun düğününe güle oynaya gider ama ne yazık ki bu bana nasip olmamıştı. Giyinip kuşanmış oğlumuzla arabayla sinagoga giderken, o sabah toprağa verilen kuzenlerim için içim kan ağlıyordu. David teypte Barış Manço'nun 'Güle güle oğlum' şarkısını koymuş, Soni'ye, sen artık bu kadar büyüdün mü oğlum? diyordu...
Düğün akşamı Darüşaffaka Spor Kulübünde olacaktı ama o gün İçişleri Bakanlığından ilan edilen bir kararla, 24 saatlik ulusal yas ilan edilmişti. Düğün gecesi sessiz, müziksiz ve alçak sesli bir düğündü. Büyük ısrarlardan sonra Lisya ve Soni, içerideki salona maytaplar eşliğinde girdikten sonra, kendi şarkılarıyla ilk dansı yapmışlar, David'in bestesini yapıp, Yusuf Altıntaş'ın Lisya ve Soni için sözlerini yazdığı şarkıyı onlar için çalıp söylememize izin vermişlerdi.
Evinizde, neşe olsun, Kucağınız bebek dolsun... diye bitiyordu şarkı. Öyle de oldu.
Artık epeyi çökmüş olan babam ve anneme yeğenlerinin ölümü söylenmemişti. Misafirler de tembihliydi. Herkes hüzünlüydü. Davetli çiftlerin bazıları çocuklarını bırakamadığından hep birlikte gelmişlerdi. Lisya’cığım ve Soni’ciğim içeriye hayal kırıklığı içinde girdilerse de, arkadaşları etraflarını sarmalamış onları güldürüp, hep birlikte şarkılar söyleyerek, dügünün şenlikli geçmesini sağlamışlardı. Dedik ya, iyi arkadaşlar öyle önemlidir ki hayatta.
Soni’ler evlendikleri akşam Swissotel’de kalmışlardı. Bir sonraki gün ise Miami’ye balayına uçacaklardı. 5 gün orada kaldıktan sonra, oradan kalkacak olan gemiyle Karayip Adaları'na 5 gün sürecek bir gemi seyahati yapacaklardı. Düğünün ikinci bombasını da balayında yedik. Lisya hala tam olarak sebebini bilmediğimiz bir nedenle, gemiye bindikleri günün akşamı, yüz felci olmuştu. Ertesi sabah yüzünün diğer yarısı da felç olunca, doktor Jamaika'ya varacaklarında gemiden inip Miami'ye hastaneye dönmelerini önerdi. 24 saat sonra Jamaica’ya vardıklarında inip, ilk uçakla Miami’ye dönmüşler ve Jackson Memorial hastanesine giriş yapmışlardı. O akşamüstü vaziyeti öğrendiğimiz zaman Violet’lerle buluşmuştuk. Hepimiz sıkıntıdan ve korkudan ölü gibiydik. Üzerimizde sanki bir kara büyü vardı. Violet ertesi gün, ablası Viki ile birlikte Miami'ye uçmuş ve hastaneye gitmişti. Sonuç olarak Lisya 10 gün sonra yüz felci neredeyse tamamen açılmış, fakat neden böyle olduğu tam olarak teşhis edilmemiş bir şekilde, hastaneden çıkmış ve düğünden toplam iki hafta kadar sonra hep birlikte İstanbul’a dönmüşlerdi. Soni, geçirdiği endişe ve sinirden devamlı olarak, gıcık olmuş öksürüyordu. Bitkindi. Havaalanından Lisya’lar Violetler'e gittiler. Biz Soni’yi alıp doktora götürdük. Hafif bir yatıştırıcı verildi. Eve geldiğinde yattı ve birkaç saat aralıksız uyudu. Daha sonra toparlanıp eşinin yanına gitti.
O akşam Roş Ha-Şana bayramıydı. Ben yemek hazırlamıştım ve bayram gecesini geçirmek üzere Albukreklere gitmiştik. Lisya da çok yorgun görünüyordu. Sürekli uzanıyordu, ama İstanbul'a dönebildikleri ve bayramda aile ile olabildikleri için huzurlu ve memnundu.
O günleri gerçekten çok net hatırlamıyorum. Sadece sinirlerimin çok zayıf olduğunu ve grafiğimin gitgide düştüğünü hatırlıyorum. Lisya toparlanınca, üniversitenin son dönemini okumak üzere İsrael’e geri dönmüşlerdi. Ekim ayından itibaren benim için keyifli ve mutlu olma hali tamamen bitmişti. Son enerjilerim ve sevimli olmaya çalıştığım günler, çocuklar gidince tamamen bitmişti. Ben kesif bir karanlıkta hissettiğimden, günde birkaç kere Soni’lere telefon ediyor, bazen Soni, bazen Lisya ile sohbetler ediyordum.
Böylece 99 yılını böyle kapattık. Aslında 20. yüzyıl bitmiş, yeni bir binyıl ve 21. yüzyıl başlamıştı.44 yaşındaydım ama dürüstçe söylemem gerekirse, 21. yüzyıl yani 2000 yılından itibaren yaşanacak olan çok şey beni benden almış, eski neşeli, noel ağacı gibi parıltılı olan Sarika’dan geriye pek bir şey kalmamıştı.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.