Kadıköylü Küçük Sara-56-
99 yılı güzel başlamıştı. Yılbaşı gecesi yeni yıla İstanbul Yelken Kulübü’nde girmiştik. O gece Yusuf da bize katılmıştı. Gerçekten neşeli bir geceydi. Yıl iyi başlamıştı ama önemli olan sonrasının nasıl geleceğiydi.
Sanırım ocak ayının sonlarında bir Yunanistan seyahati yapmaya karar vermiştik. Bu bir otobüs turu olacaktı. Kavala, Selanik ve Atina şehirlerine gidilecekti. Bu seyahate Hay ve Yusuf da geleceklerdi. Neyse otobüs kalktı. Güle oynaya Yunan sınırına gelindi ve macera başladı. Turdaki yedi kişinin Yunanistan vizesi yoktu ama Schengen vizesi vardı. Yunan tarafındaki gümrük memuru, bu yedi kişinin vizesi yüzünden, bizi sekiz saat sınırda bekletti. İşte o gün Yunan sınırında Türk vatandaşı olmanın bedelini bu kaprisle ödedik. Çünkü zaten Avrupa Birliğine üye olan Yunanistan’ın Avrupa Birliği vizesi olan Shengen vizesine geçit vermemesi tamamen gümrük memurunun kişisel kötülüğünden kaynaklanıyordu. O sekiz saatte sinir krizi geçirenler mi istersiniz, birbirine girip kavga edenler mi? Neyse sonunda gümrük memurunun vardiyası bitti, onun yerine gelen memur 5 dakikada pasaportlara mühürleri bastı ve makus talihimizi yenip, Yunan topraklarına geçebildik. Herkes bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendi.
Gezinin diğer bir komedisi de rehberin dilsiz olmasıydı. Aslında usta bir rehberdi, nedir ki birkaç ay önce gırtlak kanseri olmuş ve ses telleri alınmıştı. Bu yüzden konuşamıyordu. Tur şirketi onu kırmamak için yine tur rehberliğini ona vermişti. Ama işler bu şekilde bir facia haline geliyordu. Tur rehberi elindeki plakaya bir şeyler yazıp bize okutuyordu. Herkes sinirden homurdanıyordu. Bu gezide en çok eğlenen Hay’dı. Yunan alfabesini bildiği için tabelaları okuyordu. Bizim için hava hoştu, Yusuf biraz Rumca biliyordu, Hay okuyordu, tarih bilgisi dersen hepimiz zehir gibiydik. İngilizce de cepte, daha ne olsun? Diğer yolcular da dertlerine yanıyorlardı.
Kavala küçük ama şirin bir şehirdi. O akşam orada kalmış, ertesi gün şehri gezmiştik. Sonraki durak Selanik’ti. Atatürk’ün doğduğu şehir bizim için gerçekten özeldi. Selanik’te Atatürk’ün doğup yetiştiği evi ,duygu dolu olarak gezmiştik. Yanında Türkiye Baş Konsolosluğu vardı. Tam karşı kaldırımında ise bir Türk kafesi vardı. İçeride Türk kahvesi, nargileler ve tavlalar vardı. Kahvelerimizi içerken, David’le Yusuf ateşli bir tavla oyununa tutuşmuşlardı. Herkes çok keyifliydi. Oradan çıkınca Selanik’in kordon boyunda gezmiş, Beyaz Kule’yi ziyaret etmiştik. Selaniğin deniz kenarı İzmir’in Kordon Boyu’na benziyordu. Tekrar yola çıkıp bu sefer Atina yoluna çıkmıştık. Bu, otobüsle yaklaşık 7-8 saatlik bir yoldu. Atina’da Glifada adlı bir semtte konaklamıştık. Ertesi gün lokal bir rehberin eşliğinde Atina turuna çıkmıştık.
Sintagma Meydanı, Efson’ların plili eteklikleri ve ponponlu gülünç çarıklarıyla (Yunan askerlerinin) parlamento binası önündeki nöbet değişimi, sonra ilk olimpiyatların yapıldığı Amfiteatro ve alanı, ve muhteşem Akropolis. Hay orada kendinden geçmişti Karyatidis sütunlarına sarılıyordu. Müzenin satış mağazasından kendine kitaplar almıştı. Sonra Korint Kanalına gittik. Dünyanın en dar kanalı olma özelliğini taşıyordu. Ardından Pire limanına gitmiştik. Harika balık lokantaları vardı. Orada yemek yemiş ouzo içmiştik. Yusuf bir duble ouzo ile çakırkeyif olmuş, ömründe hiç ödün vermediği ciddiyeti gitmişti. Sürekli gülümsüyor ve şakalar yapıyordu.
Dönüşte Plaka semtine gitmiş alış veriş ve sevdiklerimize hediye alma telaşına düşmüştük. Akşamına da yine Plaka’da bir tavernaya götürülmüştük. Ben bile kalkıp sirtaki yapmıştım. Buzukilerin müziği gerçekten insanı zevk diyarına sürüklüyordu. Orada ekstra olan bir günlük bir tura katılmıştık. Atina’ya çok yakın olan üç Yunan adasına feribotla geçilmişti Eiginia, Hydra ve Poros Adaları harikaydı. Adada eşeklere binilebiliyordu, atlı arabalar vardı ve kıyı boyunca turistik eşyalar satan dükkanlar sıralanmıştı. Orada bir sürü alış verişler yapmıştık. Adalar arası giderken feribotta animasyonlar ve sirtaki dersi vardı. David ve Hay bir saatlik dersten sonra, harika sirtaki dansı yapmaya başlamışlardı. Böylece günler birbirini kovaladı ve dönüş yoluna geçtik. Son durak Alexandria yani Dedeağaç’tı. Oradan da bademli kurabiyeler aldık ve Türk sınırından içeri girdik. Bu gerçekten hepimizde tatlı hatıralar bırakan bir seyahatti.
99 yılı böyle akıp giderken, ilkbaharda bir gün Soni ve Lisya yaz aylarında evlenmek istediklerini söylediler. Neve Şalom Sinagogu'ndan 22 Ağustos Pazar günü için gün alındı ve düğün projeleri başladı. Violet ve Lisya gelinlik bakarlarken, bizler için de terzi arayışı başladı. Sonunda Tuna adlı bir terziyle anlaştık. Şapkalar, elbiseler, ayakkabılar derken Ağustos ayının ortalarına geldik. Ama O, ne Ağustosdu böyle?
17 Ağustos gecesi büyük ve trajik, 7.7 şiddetinde ve tam bir dakika süren feci bir deprem oldu. Bütün şehir panik içindeydi. Çınarcık, Yalova, Gölcük tamamen yıkılmış, insanlar göçük altında kalmışlardı. Felaket günler yaşanıyordu. Binlerce ölü ve yaralı vardı. Tüm ülke yasa bürünmüştü. Bu depremden payını alanlar arasında rahmetli amcam Nesim Sarfetti’nin oğlu sevgili kuzenimiz Tovi Sarfetti ve eşi Ceni Sarfetti de vardı. Onların Çınarcık’taki Veli Göçer evlerinde bir yazlık evleri vardı. O geceki depremde ikisi de göçük altında kalmışlardı.
Depremin ertesi, 18 Ağustos'ta Lisya ve Soni nikahlanırlarken, hala onlardan haber alınamamıştı. Bir yanımız mutlu ve heyecanlıyken, diğer yanımız da endişeli, gelecek haberlerden dolayı tedirginlik içindeydik. Sanırım üçüncü günün sonunda, kazılar sonucu onlara ulaşılmış ve depremde can verdikleri ortaya çıkmıştı. Ümitlerimiz suya düşmüştü. Ben feci bir haldeydim. Çok sevdiğim kuzenlerim ölmüştü ve biz Pazar günü oğlumuzu evlendirecektik.
O Cuma akşamı oğlumuza kına partisi yapacağımız yerde, beni avutmak ve Soni’yi neşelendirmek için David’in kuzenleri Ketty ve David Kastoryano, arkadaşlarımız Eti ve Hayim Nifusi, Nelly ve Yakup Barokas, Tilda ve Selim Levi, Yusuf Altıntaş ve Korin Penso gelmişlerdi. O gece için ısmarladığımız catering siparişini iptal etmiştik. Sessizce kahve içmiş ve sohbet etmiştik. İnsan böyle günlerde arkadaşlarının değerini daha çok anlıyor.
İnsan kendi yavrusunun düğününe güle oynaya gider ama ne yazık ki bu bana nasip olmamıştı. Giyinip kuşanmış oğlumuzla arabayla sinagoga giderken, o sabah toprağa verilen kuzenlerim için içim kan ağlıyordu. David teypte Barış Manço'nun 'Güle güle oğlum' şarkısını koymuş, Soni'ye, sen artık bu kadar büyüdün mü oğlum? diyordu...
Düğün akşamı Darüşaffaka Spor Kulübünde olacaktı ama o gün İçişleri Bakanlığından ilan edilen bir kararla, 24 saatlik ulusal yas ilan edilmişti. Düğün gecesi sessiz, müziksiz ve alçak sesli bir düğündü. Büyük ısrarlardan sonra Lisya ve Soni, içerideki salona maytaplar eşliğinde girdikten sonra, kendi şarkılarıyla ilk dansı yapmışlar, David'in bestesini yapıp, Yusuf Altıntaş'ın Lisya ve Soni için sözlerini yazdığı şarkıyı onlar için çalıp söylememize izin vermişlerdi.
Evinizde, neşe olsun, Kucağınız bebek dolsun... diye bitiyordu şarkı. Öyle de oldu.
Artık epeyi çökmüş olan babam ve anneme yeğenlerinin ölümü söylenmemişti. Misafirler de tembihliydi. Herkes hüzünlüydü. Davetli çiftlerin bazıları çocuklarını bırakamadığından hep birlikte gelmişlerdi. Lisya’cığım ve Soni’ciğim içeriye hayal kırıklığı içinde girdilerse de, arkadaşları etraflarını sarmalamış onları güldürüp, hep birlikte şarkılar söyleyerek, dügünün şenlikli geçmesini sağlamışlardı. Dedik ya, iyi arkadaşlar öyle önemlidir ki hayatta.
Soni’ler evlendikleri akşam Swissotel’de kalmışlardı. Bir sonraki gün ise Miami’ye balayına uçacaklardı. 5 gün orada kaldıktan sonra, oradan kalkacak olan gemiyle Karayip Adaları'na 5 gün sürecek bir gemi seyahati yapacaklardı. Düğünün ikinci bombasını da balayında yedik. Lisya hala tam olarak sebebini bilmediğimiz bir nedenle, gemiye bindikleri günün akşamı, yüz felci olmuştu. Ertesi sabah yüzünün diğer yarısı da felç olunca, doktor Jamaika'ya varacaklarında gemiden inip Miami'ye hastaneye dönmelerini önerdi. 24 saat sonra Jamaica’ya vardıklarında inip, ilk uçakla Miami’ye dönmüşler ve Jackson Memorial hastanesine giriş yapmışlardı. O akşamüstü vaziyeti öğrendiğimiz zaman Violet’lerle buluşmuştuk. Hepimiz sıkıntıdan ve korkudan ölü gibiydik. Üzerimizde sanki bir kara büyü vardı. Violet ertesi gün, ablası Viki ile birlikte Miami'ye uçmuş ve hastaneye gitmişti. Sonuç olarak Lisya 10 gün sonra yüz felci neredeyse tamamen açılmış, fakat neden böyle olduğu tam olarak teşhis edilmemiş bir şekilde, hastaneden çıkmış ve düğünden toplam iki hafta kadar sonra hep birlikte İstanbul’a dönmüşlerdi. Soni, geçirdiği endişe ve sinirden devamlı olarak, gıcık olmuş öksürüyordu. Bitkindi. Havaalanından Lisya’lar Violetler'e gittiler. Biz Soni’yi alıp doktora götürdük. Hafif bir yatıştırıcı verildi. Eve geldiğinde yattı ve birkaç saat aralıksız uyudu. Daha sonra toparlanıp eşinin yanına gitti.
O akşam Roş Ha-Şana bayramıydı. Ben yemek hazırlamıştım ve bayram gecesini geçirmek üzere Albukreklere gitmiştik. Lisya da çok yorgun görünüyordu. Sürekli uzanıyordu, ama İstanbul'a dönebildikleri ve bayramda aile ile olabildikleri için huzurlu ve memnundu.
O günleri gerçekten çok net hatırlamıyorum. Sadece sinirlerimin çok zayıf olduğunu ve grafiğimin gitgide düştüğünü hatırlıyorum. Lisya toparlanınca, üniversitenin son dönemini okumak üzere İsrael’e geri dönmüşlerdi. Ekim ayından itibaren benim için keyifli ve mutlu olma hali tamamen bitmişti. Son enerjilerim ve sevimli olmaya çalıştığım günler, çocuklar gidince tamamen bitmişti. Ben kesif bir karanlıkta hissettiğimden, günde birkaç kere Soni’lere telefon ediyor, bazen Soni, bazen Lisya ile sohbetler ediyordum.
Böylece 99 yılını böyle kapattık. Aslında 20. yüzyıl bitmiş, yeni bir binyıl ve 21. yüzyıl başlamıştı.44 yaşındaydım ama dürüstçe söylemem gerekirse, 21. yüzyıl yani 2000 yılından itibaren yaşanacak olan çok şey beni benden almış, eski neşeli, noel ağacı gibi parıltılı olan Sarika’dan geriye pek bir şey kalmamıştı.