MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -27-
David’le arkadaşlık ettiğimiz yaz aylarında farklı bir hareketlilik yaşanıyordu. Ben inanılmaz derecede ağır bir sinüzite yakalanmıştım, başım ve özellikle sağ gözüm ve alnım, sanki yüzüme kurşun sıkılmış gibi ağrıyordu. Geceleri ağrıdan evin içinde dolaşıyordum. Başımı dik tutacak halim yoktu. Beş değişik kulak boğaz burun doktoruna gitmiştik, içmediğim antibiyotik kalmamıştı, ağrılarım devam ediyordu. Bir gün, bir de sağ kulağımın ağrısı ile uyandım. İki doktorun kararı ortaktı, bu sefer otit yani orta kulak iltihabı olmuştum. Kulak ağrısı ayrı bir felaketti. Doktor kulağıma enfraruj ışınları veriyordu. O hafta 15 tane Lincocin iğne oldum. David her akşam bize geliyordu. Ben Yeşilçam filmlerindeki Hülya Koçyiğit gibi kanapede yatıyor, onunla sohbet etmeye çalışıyordum. Acılar içindeydim. Yani “Acıların Kızı Sara’cık” oluştum. Şaka bir yana Ağustos'un son haftası David: ”Bu hafta sonu söz keselim” dedi. Annemlere söyledik. O da kendi ailesine söyledi. 23 Ağustos Cumartesi günü akşam üstü, Erenköy’deki Divan Pastanesi’nde buluşmak üzere randevu verildi.
23 Ağustos sabahı, David erkenden bize gelmişti. Elinde kocaman bir buket çiçek vardı. Benim ağrım artık bitmişti ama sağ kulağımın içinde çınlamalar ve uğultular vardı. David o gün çok neşeliydi ve beni durmadan güldürüyordu. Bir sürü resmimi çekiyordu. Hatta birinde bir pikeye sarınmış, alnıma da kocaman yıldız biçiminde bir kolye ucu takmıştım. Sarili bir Hintli kız pozu vermiştim. Bu resimleri sizlerle paylaşamıyorum, çünkü hepsi adadaki evde kaldı. Akşamüstü annemler buluşmaya gittiler. Biz evde David ve Tante Suzan ile kaldık. Hiç heyecanlı değildim. İlaçlardan üzerimde bir sakinlik vardı sanki. Ya da malumun ilanı olacaktı sanki. 1 saat sonra babam evi aradı ve bizi kutladı. Herkesle birlikte eve geldiklerini söyledi. Kısa bir süre sonra taksiden inip eve girdiler. Ellerinde beyaz badem şekerleri vardı. David hemen annesine babasına sarıldı. Herkes çok mutluydu. Annemle teyzem hemen ikrama giriştiler. Teyzem çok keyifliydi. Ben de kayınvalidem ve kayınpederimle öpüştüm. Özellikle kayınpederim neşeyle bir şeyler anlatıyordu. Kayınvalidem halimi soruyordu. Sanki yıllarca tanışıyormuş gibi herkes bir anda aile gibi oluvermişti. Ablamlara da haber verilmişti. O gece, Moda’da çok güzel bir restoranda babam, söz kesmemizin şerefine bir yemek vermişti. Davidler, annemler, ablamlar hep birlikte Moda'ya yemeye gittik. Ben sesleri uzaktan duyuyordum, kulağımın içinde sanki bir tren istasyonu vardı. Düdük sesleri ötüyordu. Artık yeni bir hayatın başındaydım. Aslında gerçekten mutluydum ama, hayallerim şimdilik bir çekmeceye kilitlenmiş, anahtarı da kaybolmuştu.
O yazın geri kalan bölümü genellikle, hastalığımın tekrar etmemesi için hep evde geçiyordu. Bir cumartesi akşamı benim ilkokul arkadaşlarımla buluşmuş Koço’ya yemeğe gitmiştik. O akşamdan hatırladıklarım Emre, Gökhan, Oktay, Murat, Gündeş ve Itır’dı. David hepsi ile özellikle Emre ile çok yakınlaşmıştı. Ben Gündeş’le yılların hasretini gideriyordum. 8 yıldır hiç görüşmemiştik. Sıcacık Gündeş hep aynıydı. Oğlanlar Fransa yolcusuydu. Orada okuyacaklardı.
Bu arada söz kestiğim için, arkadaşlarım eve çiçeklerle geliyor ve beni kutluyorlardı. Bu kadar kısa zamanda tanışıp söz kesmemiz herkese tuhaf geliyordu. Nedir ki, benim annemin 3 ay gibi bir zamanı bile beklemesi şaşılacak bir şeydi. Aslında ablam da eniştemle 3 ay kadar çıkıp nişanlanmıştı. Bence önemli olan annem, Ağustos ayını da böylece selametle atlatmıştı. Eylül ayı gelince nişan planları başladı. Nişanı, Palet 2 Restoran’da yapmaya karar verdiler. O devirde Yavuz Özışık oranın piyanist şantörüydü ve İstanbul Yahudi Cemaati arasında orası çok popülerdi. Nişan tuvaletimin provaları için butik terzisi bizim eve geliyordu. Doktor, önümüzdeki aylarda çok iyi korunmam gerektiğini tembihlemişti. Yani ben yine kafesteydim. Elbisem, turkuaz renkli şifon bir tuvaletti. David de siyah takım elbise, o zaman çok moda olan göğsü fırfırlı beyaz bir gömlek ve siyah ipek bir papyon takmıştı.
Bir gün Kapalı Çarşı'ya gitmiş, Behiye’nin babası Zeki Bey'in kuyumcu dükkanından alyanslarımızı almıştık. Annemler bana da zincirli kalın bir altın bilezik almışlardı. Babam David’e son moda Seiko bir saat almıştı. Bunlar bana şimdi milattan önce anılar gibi geliyor. Şimdiki aklım olsaydı, bu törenlerin ne kadar aptalca olduğunu söyleyebilirim. Aslında hepsi göstermelik gelenekler. Bir ilişki için gereken en önemli unsurlar, koşulsuz sevgi ve karşılıklı güvendir. Gerisi gelir geçer. Madde insanlar için yaşamın ön koşuludur ama, aslında en önemlisi katışıksız sevgi olmasıdır.
O sene Eylül ayında bizim nişandan iki gün önce, 18 Eylül’de çocukluk arkadaşım Sara Ravuna evlenmişti. Nişanlısı Sami İcin Ovadya idi. Onlar da evlendikten sonra, bir süreliğine annesinin Moda'daki evinde yaşayacaklardı. O balayında iken ben 20 Eylül günü David’le nişanlanmıştım. O yaz başından itibaren evlilik kervanı ilerlemeye başlamıştı. Mayıs ayında genç kızlığımın sevgili kuzini, canım Karolin, nişanlısı Berç ile evlenmişti. Ağustos ayında bir gün, 2 saat arayla önce kuzinim Meri’nin eşi Nono telefon etmiş ve ilk çocukları Nadin’in doğduğunu müjdelemişti. Daha bir saat bile geçmeden bu defada amcamın oğlu Tovi Sarfetti telefon ederek eşi Ceni’nin ikinci bebekleri Berta –Beti’nin doğumunu müjdelemişti. Sevgili kuzenlerim Tovi ve Ceni 99 depreminde, Çınarcık’taki yazlık evlerinde hayatlarını kaybedeceklerdi ve o gün doğan Berta bebek ise 2003 Neve Şalom katliamında karnında 5 aylık bebeği ve yanında eşi ile hayatını kaybedecekti. O gün aldığım bu müjdelere sevinirken, ileride yaşanacak olan faciaları öngörebilir miydik?
Benim sevgili Behiye’m de, Eylül ayının ortalarında, yıllardır tanıştığı, karşı komşuları olan Bromi ailesinin büyük oğulları Rıfat ile sözlenmişti. İkimiz de çok mutluyduk. Sık sık buluşup birbirimize David ile Rıfat’ı anlatıyorduk. 20 Eylül günü çok heyecanlı uyanmıştık. O gün nişanımız vardı. Akşam hep birlikte Tarabya’ya, Palet 2’ye gittik. 125 davetlimiz vardı. Aile, babamın iş çevresi, iki tarafın geniş aile efradı, Behiye ve Rıfat ile İda Zeki Seyiağ çifti davetliydi. Behiye de o akşam çok güzeldi. Gözleri ile aynı renkte yeşil bir tuvalet giyiyordu. Biz okuldayken hep böyle hayaller kurardık. İkide bir göz göze gelip gülüşüyorduk. David’in abisi Hayim ve eltim Ester ne güzeldiler, gencecik, incecik, bele kadar uzanan saçlar, bütün kuzenler ve kuzinler ışık saçıyorlardı. Canım ablacığım, eniştem ve benim minik prensim Ari. Sevgili teyzesi nişanlanıyordu, o da minik bir kuş gibi arkamdan koşuşturup duruyordu.
Yüzüklerimizi babalarımız taktılar. Piyano ile birlikte şarkılar söylendi. Yavuz Özışık bütün salonu coşturdu. Her taraf çiçek içindeydi. Ailem derin bir sevinç içindeydi. Dans ediyor, kadeh tokuşturuyorduk.
Ertesi günü anlatmazsam olmaz. Neden diyecekseniz; Ertesi gün öğleden sonra Boğaz Köprüsü’nden karşıya geçtik ve Şişli’ye gittik. Kent sinemasında “Yolculuk” isimli bir film oynuyordu. Sophia Loren ve Richard Burton başroldeydi. Film Venedik’te geçiyordu. Bu filmin özelliği benim David’le baş başa gittiğim ilk film olmasıydı. Flört dönemimiz hep yaz aylarında geçtiği için sinemaya birlikte hiç gitmemiştik, oturduğum yerde sık sık sağ elimdeki alyansıma bakıyordum. Bu bana çok garip geliyordu. Sanki büyümüş, olgunlaşmışım gibi hissediyordum. Ara olunca Alaska, Koko, Frigo ve Penguen satışı başlamıştı. Çocukluğumdan o güne kadar Koko’dan yukarıya asla terfi edememiştim. David’e dönüp çocuk gibi ”bana penguen alır mısın?” diye sordum. Pengueni elime verdiğinde, galiba ellerim heyecandan titriyordu. İlk ısırıktan sonra başka bir aleme dalmıştım. İnanın gerisini çok net hatırlamıyorum. Nişanlanmak iyi bir şeydi galiba
Kasım ayı gelmiş ve David okuldaki 4. yılına başlamıştı. Yarım gün okula giderdi. Yarım gün de babasının iş yerinde çalışırdı. Gidemediği saatlerde kaçırdığı derslerin notlarını alır, daha sonra akşamları evde çalışırdı. Hafta ortası o bizde kalırdı, hafta sonları ben onlarda. Çünkü David’in bütün arkadaş grubu Avrupa yakasında otururdu. Aralarından iki çift nişanlıydı. Diğerleri hala bekardı. Zaten hepsi de 21 yaşındaydı. Diskoya, sinema veya tiyatroya giderdik. Bazen yemeğe çıkar veya bir otelin 5 çayına giderdik. Cuma günleri saat 5 gibi Sara Ravuna ile buluşur, Şişli-Taksim dolmuşuna binerdik. O da hafta sonunu eşiyle birlikte Kurtuluş’ta oturan kayınvalidesinde geçirirdi. Elimizde kocaman kalın poşetler, içlerine tıka basa giysi doldururduk. Yol boyunca konuşur, kıkırdaşırdık. Sonra Pangaltı’da iner, vitrinlere bakarak kayınvalidelerimizin evine giden yolun başında ayrılırdık. Kayınvalidem Korin Yanarocak çok kibar ve soylu bir kadındı. Beni koklayarak öperdi. Hangi marka sabun kullandığımı sormuştu bir keresinde. Birbirimizi çok sevdik, hiç üzmedik, kırmadık. Bana Fransızca “Hazinem” derdi. Onu hala çok seviyorum. Ruhu şad olsun. Kayınpederim Siyon Yanarocak çok yakışıklı bir adamdı. Uzun boylu, turkuaz renkli gözleri olan, ağırlığı olan bir insandı. Kayınvalidemin sakinliğinin aksine o utkulu, asabi ve otoriter bir karaktere sahipti. Girdiği ortamı doldururdu. Cuma akşamları arvit duasını oğullarıyla birlikte söyledikten sonra, iki oğluna Kohen duası okur ve takdis ederdi. Kayınvalidem dahil hepimiz sırayla onun elini öperdik. O evde pederşahi bir sistem vardı. Adam masanın başına oturur ve orkestra şefi gibi aileyi yönetirdi. Yemekten sonra, yemek yeme töreni devam ederdi. Önce sütlü tatlılar ve meyveler, ardından baklavalar burma kadayıflar. Yatana kadar durmaksızın beslenme saati devam ederdi. Kayınvalidem durmadan içeriden yiyecek şeyler getirirdi. Sonra masa başına geçer Hayim ve Ester’le “Pis Yedili” diye bir oyun oynardık. Bir keresinde yemekten sonra bir sinemaya gitme gafletinde bulunmuştuk, akşam 12’ de eve döndüğümüzde ikimizi karşısına almış ve “Bu akşam Şabat, gelenek ne olacak? Bunu bir daha tekrar etmeyin!” diye haykırmış ve yatak odasına gitmişti.
O devirde biz gençler çok iyi ve terbiyeliydik. Sesimizi bile çıkaramamış ve usulca odalarımıza dağılıvermiştik.
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.