MARİA VE JACKİE’NİN
AŞK ÜÇGENİNİN KARANLIK YÜZÜ
KADIKÖY'LÜ KÜÇÜK SARA -2-
Yeldeğirmeni günlerine geri dönecek olursak, biraz da oranın Yahudi ailelerinden bahsetmek istiyorum. Babam Haydarpaşa Sinagogu'nda çok sevgi ve saygı gören bir insandı. Çok bilge ruhlu, güleryüzlü ve sevgi dolu olan babamı sevmeyen neredeyse yok gibiydi. Ölümünün üzerinden 17 koca yıl geçmesine rağmen, onu tanıyan genç, yaşlı herkes ondan hala büyük bir saygı ve sevgiyle bahseder. Sinagog’daki en yakın arkadaşları Eliya Bicerano ve Rafael Kohen’di. Eliya Bicerano daha hepsi bekarken annem ve babamla Or-Ahayim Hastanesi’nin yönetim kurulunda birlikte çalışırlarken çok samimi olmuşlardı. Bizimkiler Kadıköy’e yerleşince eşleri ile de yakınlaşmışlardı. Bu üç çift çok güzel bir arkadaşlık kurmuşlardı. Eliya Bicerano’nun eşi Sara Bicerano masmavi gözlü, pembe beyaz bir hanımdı ve beni çok severdi. Üç çocukları vardı; Sabi, Jana ve Beno. Üçü de çok güzel ve sevimli çocuklardı. Sabi, Mösyö Eliya’nın ölen ilk eşinden olan çocuğuydu. Evlerinde Camila adında yaşlı babaanneleri de onlarla yaşarlardı. Onlar bir apartmanın üst katlarında otururlardı ve sık sık onlara misafirliğe giderdik. Orada oynar ve çok eğlenirdik. Bu dostluk biz Yeldeğirmeni’nden taşındıktan sonra da çok uzun yıllar devam etmişti. Sabi 14 yaşındayken İsrael’e gitmiş öğrenimini orada tamamlamıştı. Çok güzel resim yaptığını hatırlıyorum. Bir keresinde Uzun Hafız Sokak’taki evimize gelmiş, üç yaşıma yaklaşan beni minik hasır koltuğuma oturtup resmimi çizmişti. Annem onu sevgiyle kutlamış, resmi büfenin üzerine, aynanın kenarına tutturmuştu. Sabi yıllar sonra Türkiye’deki askerliğini yapmak için İstanbul’a gelmiş, sonra nişanlanıp, evlenmiş ve Meri adlı eşi ile, İsrael’e geri dönmüştü. Düğününü çok net hatırlıyorum. Gecen yıl da, Raanana’da, bir konserde karşılaşıp kucaklaşmıştık.
Jana çok tatlı ve neşeli bir kızdı. Ablamla çok yakın arkadaştı, genç kızken ablamla aynı okulda, Özel Marmara Koleji’nde okurdu. Harika dans ederdi, incecikti ve kısacık saçlarıyla çok güzeldi. Beno Bicerano, benim sevgili bebeklik arkadaşım. O benim ömrümün ilk gerçek arkadaşıydı. Benden bir yaş büyüktü. Çok güzel, minik burunlu, komik ve haşarı bir çocuktu. Annem ona bayılırdı. Biz tekrar Bahariye’ye taşındıktan sonra bile, o benim kankamdı. Pazar günlerini iple çekerdim. Her hafta dönüşümlü olarak birbirimizin evlerine ailece giderdik. Mösyö Eliya, babamla kahkahalar atarak tavla oynardı. Çok sigara içerdi ve kanarya gibi ıslık çalardı. Madam Sara sohbeti çok tatlı, hanım bir kadındı. Hamarattı, harika borekitalar, tatlılar yapardı. Evlerinin tavanları ve kapıları çok yüksekti. Beno bir hamlede kapının tepesine çıkar, bacak bacak üstüne atarak sohbet ederdi. Çok yüksekte yaşadıkları evin balkon demirlerinin üzerinde tur atardı. Bir gün karşı balkondaki komşu kadın, Beno’nun parmaklığın üstünde ip cambazı gibi yürüdüğünü görünce nutku tutulmuş, aceleyle onların evine koşmuş ve mutfakta yemek pişiren Madam Sara’ya çığlıklarla, Beno’nun balkon demirlerinin üzerinde fink attığını söylemiş. Annesi balkondaki Beno’yu böyle görünce baygınlık geçirmiş. Komşu kadın tatlı tatlı konuşarak oğlanı aşağı indirmiş ve içeriye sokmuş. Ondan sonra balkon kapısı hep kilitli tutulmuş.
Sanırım 1961 yılının yılbaşı gecesiydi. O gece annemler ve ablam ile Bicerano’lar ve Jana, yılbaşı kutlaması için tiyatroya gitmişler, Beno ile beni, bizim evde teyzem Suzan’a emanet etmişlerdi. Ben 5, Beno ise 6 yaşındaydı. Bizde pikap vardı ve o sene Sarita Montel’in “La Violetera” adlı şarkısı çok meşhurdu. Teyzem bu plağı pikaba takıp bize “Hadi bakalım biraz dans edin” demişti. Biz gayet ciddi ama çekingen ve sessizce ömrümüzün ilk dansını etmiştik. Sonra ben minik koltuğuma oturmuş dikkatle teyzeme bakmıştım. Teyzem gülmemek için kendini zor tutuyordu. Sonra annemler eve dönünce, onlara kahkahalarla dansımızı anlatmıştı. Onlar gülüşürken biz çok utanmıştık. Yani anlayacağınız, Beno benim ömrümde ilk kez dansettiğim erkek olarak, kişisel tarihimin altın yapraklarında yazılıdır.
Babamın diğer arkadaşı ise Rafael Kohen’di. Mösyö Rafael’in, Klara adlı, beyaz tenli, kumral gencecik bir eşi vardı. Klara aslında “Sabah” ailesinin kızıydı. Annem çok esmer bir adam olan Mösyö Sabah ve eşine çok saygı duyardı. Karşılaştıkları zaman uzun uzun onlarla sohbet ederdi. Klara’nın üç çocuğu vardı. Cozi, Grasya ve sonra doğan pembe suratlı şirin Tuna. Onlar daha sonra Cozi’nin barmitzva çağında İsrael’e göç ettiler. Ben Cozi ve Beno ile kudururken, ikide bir bebek Tuna’nın yanaklarına yumulurdum.
Biz oraya taşınmadan önce ablam Venezya, Moda İlkokulu’na giderdi ve öğretmeni Münevver Konukman’a aşıktı. Yeldeğirmeni’ne taşınınca, ablamı Gazi Osman Paşa İlkokulu’na yazdırmışlardı. Sınıfında bir çok tanıdık ailenin çocukları vardı. Aron Kaston, Rozi Habip, Salvo Levi Ravuna (Yaşar Levent) ve daha niceleri. Ablam çok çalışkan bir kız olduğu halde, resmen sıla hasreti çekiyor, eski öğretmenini ve sınıf arkadaşlarını çok özlüyordu. Sonunda annemle babam onu okuldan alıp, yeniden Moda İlkokulu’na yazdırdılar. Nedir ki Yeldeğirmeni, okula çok uzaktı. Önce bir taksi şöförü ile anlaştılar, adam her sabah bize gelir, ablamı alıp Bahariye’ye okula götürürdü. Ama annem, ablamın eve geldiğini görene kadar çok huzursuz oluyordu. Sonunda babama en kısa zamanda yeniden Bahariye’ye geri dönmemiz gerektiğini söyledi. Babamın annemi kırması söz konusu bile olamazdı. Yeniden ev arayışına geçtiler ve bu sefer Bahariye’de İleri Sokak 21 numaralı eve taşındık.
Ama ben Yeldeğirmeni’ne veda etmeden önce birkaç anımı daha anlatmak istiyorum. Bizim evin karşısındaki papatya tarlasında anneler, iyi havalarda çocuklarına kahvaltı yedirirlerdi. Mesela çok geç evlenen ve sonra çocuk sahibi olan Madam Ester Baruh ve eşi Viktor Baruh'un benimle yaşıt bir oğulları vardı. Minicik, esmer tenli Yusuf Baruh. Yusuf’la da sekizli yaşlarımızda iken çok iyi arkadaş olmuştum. Annesi Yusuf için deli divaneydi. Çocuk yemek yemeyi hiç sevmediğinden, her sabah onu arsaya götürüp kahvaltısını orada türlü oyunlarla yedirmeye çalışırdı. Çocuk, boynunda önlüğü, annesi arkada alakok yumurta ve kaşıkla koşuşurlardı. Madam Ester çok kültürlü bir kadındı. Annemle hep Fransızca konuşurlardı. Osmanlı Bankası’ndan emekliydi. Kocası Viktor’la 14 yıl flört ettikten sonra, bekar ablalarından izin çıkmış ve nihayet evlenebilmişlerdi. Kadıncağız kırklarında bir çocuğu sahip olabilmişti. Yusuf onların ve halalarının gözünün nuruydu. Evinde içine bindiği mavi bir oyuncak arabası vardı ve pedallıydı. Onlara gittiğimiz zaman beni arabasına bindirirdi. Annesi çok şaşırırdı çünkü çocuk, arabasına kimsenin binmesine izin vermezdi. Yusuf’la ilgili özel bir anım var.
Biz o dönemde 4 tane Sara idik. Yaş sırasına göre Haham Yeşua Salvator Habip’in küçük kızı Sara Habip, Sara Sinay, Sara Levi Ravuna ve ben Sara Sarfati (Sarfetti). Ben 8 yaşındaydım. O yıl Şubat ayında Yusuf Baruh’un 8. doğum günü için onların evine davet edilmiştik. Bütün anneler ve çocukları oradaydık. Anneler salonda sohbet ederken, biz çocuklar da arka odalarda kuduruyorduk. Sonra sofra kuruldu, mumlarla süslenmiş pasta geldi. Avaz avaz “happy birthday” şarkısı söylendi. Yusuf mumları üfledi. annesi yuvarlak pastanın tam ortasına bir bardak soktu. İçindeki parçayı bir tabağa koyup, Yusuf’a verdi. ”Hadi bakalım en çok kimi seviyorsan ona ver” dedi. Biz yaklaşık onunla yaşıt Sara’lar beklerken, çocuk şöyle düşünüyormuş gibi durup sonra bana baktı, ben telaşla tavana bakarken o “Sara Sarfati “deyince ben yerin dibine geçtim. Öbür kızlarda bir hayal kırıklığı vardı. Annem hemen olaya girdi, Yusuf’un elinden tabağı alıp elime tutuşturdu. Çocuk da utançtan bana bakamıyor. Madam Ester hemen “Yusuf tyene munça sempatia kon Sarika Sarfati'' (Yusuf’un Sarika Sarfati’ye çok sempatisi var) dedi, anneler gülüştüler, ben süklüm püklüm utanmış bir halde pastamı yedim. Ayrılırken, annemin sırtımdan dürtüklemesi sayesinde çocuğa teşekkür ettim,. Daha sonra Madam Ester genç kız olduğum zaman bana “İjika de fotoroman” derdi (Fotoroman kızı) . Hepsi nurlarda uyusunlar. Yusuf sonraki yıllarda, benim yazlıktan arkadaşım İvet Franko ile evlendi. İki çocukları oldu. Muhtemelen torunları da vardır.
Yeldeğirmeni’ndeki, Haydarpaşa Hemdat İsrael Sinagogu'nu çok severdim. Babam çok modern, onunla aynı oranda da dine çok düşkün bir insandı. O yüzden sinagog benim için evim gibiydi. Orada kendimi çok mutlu hissederdim. Bayram günleri bahçede oyunlar oynardık. İnsanlar, maddi durumları ne olursa olsun eşit dururlar, mütevazı hayatlar yaşarlardı. İlişkiler sanki daha hakiki idi. Çocukluğumda sinagogda sürekli gördüğüm insanları, Kori’leri, Mizrahi’leri, Kaston’ları, Hakim’leri, Avigdor’ları, Amon’ları, Alaton’ları, Profeta’ları, Ravuna’ları, Loya’ları, Bicerano’ları, Çakon’ları, Kohen’leri, Vitas’ları, Muaraf’ları, Sayah’ları, Altaras’ları, Kohen Öztuzcu’ları, Seviş’leri, Bahar’ları, iki ayrı Niyego ailesini, Dr. Saylağ, Dr. Benozio ve Dr. Bitran’ı, Arditi’leri, Zakuto’ları, Day’ları, Farhi’leri, Garti’leri, Devidas’ları, Menase’leri, Civre’leri ve isimlerini anımsayamadığım tüm aileleri sevgi ve saygıyla anıyorum. Artık hiç biri yok. Ruhları şad olsun. Çocuklarının bir kısmı ile hala yakın ilişkilerimizi sürdürüyoruz.
Gelecek yazımda yeni anılara, olaylara ve ailelere birlikte yürüyüp, maceralarımıza devam edeceğiz.
Bir sonraki bölümde, Bahariye dönemlerinde buluşmak üzere…
Jackie Kennedy ve Maria Callas, Marilyn Monroe olmasaydı, 29 Mayıs 1962’de New York’taki Maddison Square Garden’daki JFK Gala konserinde kesinlikle tanışacaklardı.
Bu, Başkan John F. Kennedy’nin 45. doğum günü kutlamalarının olduğu bir geceydi. Bu gecenin en önemli sanatçı konuğu, Milano’dan o gece için uçakla ABD’ye gelen opera yıldızı soprano Maria Callas’tı. Ancak akşama kayda değer bir şekilde katılmayan bir kişi başkanın eşi Jackie idi.
Marilyn Monroe’nun şarkı söylemeye davet edildiğini ve kendisinin, kocasının Monroe ile olan aşk ilişkisini bilen Jackie, film yıldızının Ulusal Televizyonda başkanı sesli olarak baştan çıkarırken, küçük düşürülmek istememişti.
Jackie’nin yokluğunda, Marilyn cinsel içerikli ve artık kötü şöhrete sahip ”Doğum günün kutlu olsun bay başkan” –Happy Birthday Mr. Presedent- yorumunu ulusa salmakta özgürdü.
New York köşe yazarı Dorothy Kilgallen tepkileri özetledi. ”Görünüşe göre Marilyn, 40 milyon Amerikalının önünde başkanla sevişiyormuş”. Sahnesinin alınmasına alışık olmayan Maria Callas bile Marilyn Monroe’nun onun rolünü çaldığını kabul etmek zorunda kaldı.
Maria Callas ve Jackie Kennedy hiç tanışmadılar. Oysa ikisi de yaldızlı jet sosyetenin iki ayrı önemli kişisiydi. Başlangıçta sadece yolları hiç kesişmedi. Daha sonraki yıllarda, her ikisi de Yunan denizcilik milyarderi Aristotle Onassis ile alenen yakınlaştıklarında bilinçli olarak birbirlerinden kaçındılar.
1974’te çekilen bir Barbara Walters televizyon çekiminde, Jackie hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Maria buz gibi bir soğuklukla ”Onu tanımıyorum, onunla hiç tanışmadım.” dedi. Daha sonra konuyu değiştirdi.
Jacqueline Kennedy ve Maria Callas 1920’lerin Manhattan’ında dünyaya geldiler. Maria 23’te, Jackie 29’da doğmuşlardı. Ancak yaşam şartları taban tabana zıttı. Jackie, borsacı ’Black Jack’ Bouvier ve İrlanda kökenli bir sosyetik olan Janet Lee’nin kızı olarak zenginlik ve ayrıcalık içinde doğdu. Babası ona hayrandı ve ondan sık sık “bir erkeğin sahip olacağı en güzel kızı” olarak bahsediyordu.
Ondan 6 yıl önce doğan Maria, Yunan göçmenler George ve Evangelia Kalegeropoulos’un ikinci kızıydı. Aile ABD’ne göç ettikten sonra soyadlarını Callas olarak değiştirmişlerdi.
Maria, Jackie’nin aksine istenmeyen bir çocuktu. Annesi bir erkek bebek bekliyordu, yeni doğan bebeğinin kız olduğunu görünce, ilk dört gün ona bakmayı reddetti.
Jackie New York’ta seçkin bir özel okula gitti ve tatillerini Hamptons’ta ata binerek geçirdi. Edebiyat ve dillerde mükemmeldi. Maria yerel devlet okuluna gittiği Queens ilçesindeki bir eczanenin üzerindeki küçük bir apartman dairesinde büyüdü. Henüz beş yaşındayken olağanüstü bir sesi olduğu ortaya çıktı.
Ortak noktaları ise ikisinin de ebeveynlerinin mutsuzluğu ve sonuç olarak boşanmalarıydı. Anne ve babası ayrıldıklarında, annesi Maria ve kız kardeşini Yunanistan’a geri götürdü. Jackie ve kız kardeşi Lee ise Conneticut’taki yatılı okula gönderildi.
Ancak 24 yaşından itibaren hayatları benzerlik göstermeye başladı. O zamana kadar muhabir olarak çalışan Jackie, John Kennedy adlı hevesli ve atılgan bir politikacı ile tanıştırıldı. İrlanda asıllı, hırslı, zengin Boston’lu bir ailenin oğluydu. Kısa sürede evlendiler ve 10 yıldan kısa bir süre içinde, 32 yaşına gelen Jackie, Amerika’nın first lady’si olarak Beyaz Saray’da yaşamaya başladı.
Bu arada Maria Yunanistan’da Atina Konservatuarı’nda yıllarını şan eğitimi alarak geçirmişti. Sonuç olarak da Opera de Verona’da rol almak üzere iken, henüz 24 yaşındayken zengin bir İtalyan iş adamı olan Giovanni Batista Meneghini ile nişanlandı. Adam ondan 26 yaş büyüktü. Birkaç yıl içinde evlendiler ve kocası Maria’nın menajeri oldu.
Ardından ünü çığ gibi büyüdü, 30’lu yaşlarının başında, Maria Callas operanın first lady’si olarak selamlanıyordu.
Callas ve Kennedy, kendi kamusal kişiliklerini yaratma konusunda içgüdüsel bir yeteneğe sahiptiler. Jackie ideal “başkanlık eşi” imajını yarattı. Chanel ve Dior’dan giyindiği, kusursuz bir kağıt bebek ikonu oldu. Zahmetsiz bir imajın sahibi oldu.
Akşam yemeklerinden sonra, dünyaca ünlü müzisyenlerin çaldığı Beyaz Saray’da düzenlenen gala gecelerinde, Avrupa dillerine olan hakimiyetiyle konuklarını etkiledi. Aynı zamanda Jackie, cephenin arkasında evlat kayıpları yaşadı, kocasının sürekli olarak onu aldatmasının üzüntüsünü hiç belli etmedi ve çok güçlü bir profil sergiledi.
Çocukluğundan beri aşırı kilolu olan Maria da yeni kişiliğini icat etmeye koyuldu. 1953’ te 36 kg. verdi ve Audrey Hepburn tarzında güzel giyimli bir moda ikonu olarak ortaya çıktı. Jackie gibi, Maria da pek çok dili akıcı olarak konuşabiliyordu. O da bildiklerini birleştirerek, kendine özgü krallara layık bir aksanla konuşuyordu. Kendine yarattığı imajla sadece sahnelerin divası değil, kaprisleri, talepleri ve konser iptalleri ile gazetelerde manşet oluyordu.
Maria Callas, 1957’de Venedik’teki bir partide Yunan Denizcilik patronu milyarder iş adamı Aristotle Onassis ile tanıştırıldı. Birkaç hafta içinde, Maria ve kocasını Akdeniz gezisi için özel yatında kendisine katılmaya davet etti.
Onassis operayla zerre kadar ilgilenmiyordu, o aslında değerli ve ünlü insan koleksiyoncusuydu. Bu yat gezisi davetini, Maria şarkıcılık kariyeri ile çok meşgul olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak sonunda Christina yatında Sir Winston ve Lady Churchill ile yapılacak olan tatil davetini kabul etti. Gemiden ayrıldığında Meneghini ile olan evliliği bitmişti. Oysa Onassis’in Tina isimli bir karısı ve iki çocuğu vardı.
Maria, Onassis tarafından baştan çıkarılmış, sesini ihmal etmesine ve bir zamanlar muhteşem opera kariyerine aniden son vermesine neden olacak bir dünyanın içine çekilmişti.
1963’te Onassis, Jackie Kennedy ile benzer bir fırsatçı taktik hazırladı. Oğlu Patrick’in henüz iki günlükken öldüğünü ve Jackie’nin delice bir yas içinde olmasını fırsat bilerek, onu iyileşmesi için Christina yatıyla yapılacak bir gemi yolculuğuna davet etti. Nedir ki, uzun zamandır birlikte olduğu Maria Callas bu seyahate dahil edilmemişti. Bunun yerine Onassis, onu Paris’te, onun için satın aldığı görkemli bir dairede bıraktı.
Üç ay sonra Kennedy Dallas’ta suikaste kurban gittiğinde dünya şoka girdi. Onassis elinden geldiğince Jackie’ye desteğini sunarak ona kol kanat germeyi sürdürdü.
JFK’nin ölümünden sonra, Jackie, kocasının erkek kardeşi Robert Kennedy ile teselli buldu ve onun başkanlık kampanyalarına destek verdi. Ancak Haziran 1968’de, onun da başkanlık seçimleri kampanyasında Los Angeles’te vurularak öldürülmesi sonunda Jackie paniğe kapıldı. Sırada kendi çocuklarının olduğu sanrısına kapılmıştı.
Onassis’in evlenme ve onu koruma teklifini kabul ederek, ona özel adası olan Scorpion’u, Olympic Havayolları şirketini ve muazzam servetini emrine verdi. Jackie arzuladığı güvenliği elde ederken, Onassis en büyük ödülü, dünyanın en ünlü kadınını almıştı. Düğün o kasım ayında bir tanıtım haberiyle patladı. Bu konu hakkında hiçbir haberi olmayan Maria, düğün haberini, Paristeki muhteşem evinde tek başına televizyonu izlerken öğrendi.
Jackie ile Onassis’in evliliği en başından beri bir felaketti. Onassis, ”Jackie gibi para harcayabilen biriyle hiç tanışmamıştım” diyordu. Evliliklerinin sadece ilk yılında 1,5 milyon dolar harcadı. Çoğunlukla evlerini yeniden dekore etti. En pahalı modaevlerinden alış veriş ederek gardrobunu baştan aşağı yeniledi.
Onassis’in birkaç hafta içinde Maria Callas ile ilişkisine yeniden başladığı herkes tarafından bilinmekte. İlk başta anlaşılır bir şekilde harap olan Maria onu görmeyi reddetti. Ancak, Onassis’in Mercedes Coupe’sini apartmanının ön kapısına çarpmakla tehdit ettiğinde, sonunda yumuşadı.
Onassis’in şoförü Yaikinto Rossa,”Ölümüne kadar her ay bir araya geldiler” dedi. ”Gerçek şu ki Maria Callas, Onassis’in tek gerçek aşkıydı. Hiç evlenmemiş olsalar da onun gerçek karısıydı.”
Jackie Amerika’ya döndü ama Kennedy ile Callas arasındaki rekabet yoğun olarak devam etti. Dünya basını, Onassis ve Callas’ın Paris’teki Maxim’s de iki kişilik romantik bir akşam yemeği yerken görüntüleri yayınladığında, Jackie hemen Boston’dan uçağa bindi ve iki gece sonra Onassis ile aynı restoranda yemek yerken fotoğraflandı. Bu Callas’a karşı, kasıtlı bir meydan okumaydı.
Jackie ile evliliğinin son yıllarında Onassis, Maria'ya yaptığı ihanetini büyük bir hata olarak görmeye başladı. Ağır hasta olduğunu öğrendiğinde, avukatlarına Jackie’ye karşı boşanma davası açmalarını söyledi. Bunu tipik Onassis tarzında yaptı-bu ona kalacak serveti azaltmak için, zina yaptığını ispatlamak için- özel detektifler tuttu. Bu Jackie’nin sürekli takip edilmesi anlamına geliyordu. Ancak Onassis, Jackie’den boşanamadı. Bunu yapamadan önce, hayati hastalığının yüzünden Paris’te bir hastaneye kaldırıldı. Jackie onun yanında değildi. Bunun yerine Aspen’a kayak yapmaya gitti. Ama Maria Callas’ın başucuna kabul edilmemesi talimatını bırakmayı da ihmal etmedi.
Callas aslında Onassis’i ölüm döşeğinde ziyaret etti. Bir servis asansörüyle gizlice odasına çıkarıldı ve komada yatarken bir saat onunla oturdu. Bu onun son vedasıydı. Onassis birkaç gün sonra öldü.
Onassis’in vasiyetinde karısının servetindeki payını en aza indirildiği bildirildi ancak Jackie buna itiraz etti.
Onassis’in kızı Christina, uzayan ve kamuoyuna açık hukuk savaşından kaçınmak için Jackie’ye 26 milyon dolarlık tam ve nihai bir ödeme yapmayı kabul etti. Maria Callas’a hiçbir şey kalmadı.
1975’te Onassis’in ölümünden sonra, sesi kesilen Maria, Paris’teki dairesinde münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Fotoğraflarla ve hatıralarla çevrili, şanlı geçmişinde yaşayan bir opera sanatçısı Norma Desmond ile oturur eski kayıtlarını dinlerdi. İki yıl sonra, 16 Eylül 1977 sabahı Callas, yatak odasının zemininde kalp krizinden yaşamın kaybetti ve ölü olarak bulundu. Maria veda ettiğinde sadece 53 yaşındaydı.
Jackie, yayıncılık alanında yeni bir kariyere başladı ve elmas satıcısı Maurice Tempelsman ile yeni bir aşk buldu. 1994 yılında 64 yaşındayken kanserden öldü.
Hem Jackie hem de Maria, milyonlar tarafından zamanlarının ikonları olarak hatırlanırken, bir zamanlar
dünyanın en zengin adamı olan Aristotle Onassis, bu olağanüstü dramdaki rolüyle hatırlanmaktadır.