KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-52-

1996 - Tel Aviv

1996 - Tel Aviv

96 yazında, Soni İsrael'e giden G.K.D. Gençlik turuna İsrailli rehber olarak katılmış, gezinin ortasında Kudüs İbrani Üniversite'sindeki Uluslararası İlişkiler ve Eğitim Fakültelerine kabul edildiğini bize müjdelemişti. Keyfine diyecek yoktu. Gezinin bitiminden bir süre sonra da İstanbul'a gelmişti.

Adadaki evde kalıyorduk. Çok mutluydum, çünkü iki çocuğum da yanımdaydı. Soni bu turu profesyonelce yaptığı ve Sohnut tarafından görevlendirdiği için yoğun çalışmasının karşılığında bir ücret almıştı. İlk defa para kazandığı için çok gururluydu. Çok yorgundu, hep evde oturup televizyon seyretmek istiyordu. Galiba belli etmemeye çalışsa da, fena halde ev özlemi de vardı. Eve durmadan arkadaş çağırıyordu.

Rina & Soni - Istanbul 1996

Rina & Soni - Istanbul 1996

Hay ve babam - Soni ve annem  (Rosh Hashana 1996 - İstanbul)

Hay ve babam - Soni ve annem (Rosh Hashana 1996 - İstanbul)

Babaanne Korıin, Hay & Soni - Rosh Hashana 1996 - İstanbul

Babaanne Korıin, Hay & Soni - Rosh Hashana 1996 - İstanbul

Bayramlardan sonra, yeniden okuluna geri dönmüştü. Artık resmen üniversite öğrencisiydi. O yıllarda İkinci İntifada doruklardaydı. Özellikle Yeruşalayim’de hemen her gün terör olayları oluyordu. İntihar teröristleri otobüslere girip, bedenlerine bağladıkları bombaların pimini çekince, yolcularla birlikte havaya uçuyordu. Ölülerin etleri, bedenleri havaya uçup, kömür gibi yanıyorlardı. Evler matem ocağına dönmüştü. İşte benim oğlum da bu ortamda okula gidip geliyordu. Her patlamanın ardından Soni bir yolunu bulur, bana telefon eder, kendinden haber verirdi. Sonra telefonlarım susmak bilmezdi. Herkes sırayla beni arayıp Soni’yi sorardı. Onlar çok zor yıllardı. Her şeye rağmen biz Soni’ye asla duygu sömürüsü yapmaz aksine onu cesaretlendirirdik.

96 yılının bir özelliği daha vardı. Ekim ayının 24’ünde 20. evlilik yıldönümümüzü kutlayacaktık. David bir plan yaptı ve 20. yılımızda ilk defa Roma ve Paris’e gittik. Bu gerçekten heyecan vericiydi. İlk defa Avrupa’ya gidecektik. Nedir ki henüz 12 buçuk yaşında olan Hay nerede kalacaktı? Okul vardı. Annemler Bahariye’de oldukları için orada kalmak istemiyordu. Aslında evde yalnız kalmak istiyordu, ben bunu dinlemek bile istemiyordum. Sonunda geceleri yanında kuzeni büyük Soni'nin kalması şartıyla evde kalmasını kabul ettik. Hay, çok küçük olmasına rağmen, kendine yeten acar bir çocuktu.

Önce Roma’ya gittik. Oradaki tarih, mimarisi, şehrin güzelliği beni serseme çevirmişti. Sokaklardan, yollardan, evlerden heykeller fışkırıyordu. Müzelerin içinde kilometrelerce yol yapıyor ve galerileri bitiremiyorduk. Roma Müzesinde ve Sistina Şapeli'nde kendimden geçmiştim. Okulda öğrendiğimiz tarihi olaylar, objeler, sanat akımları gözlerimin önünden sonsuz bir biçimde akıyordu. Roma’da ve Floransa’da Rönesans ve Roma tarihi, Michelangelo sarhoşu olmuştum. Boticelli’nin salonunda mutluluktan nutkum tutulmuştu. Rafaello, Leonardo, beni kendilerine esir etmişlerdi.

Roma’nın sokakları, yolları, meydanları insanı efsunluyordu. O kadar mutlu ve o kadar yorgundum ki, bir gün Trevi Çeşmesi’nin önünde yere oturdum, botlarımı çıkardım. David’e; ”Ben bu gece burada yatıyorum, çünkü ayaklarım bitti demiştim”. Zavallıcık yarım saat boyunca ayaklarıma masaj yapmıştı.

Roma’dan sonra Paris’e gitmiştik ana bu sadece iki günlük bir gezi olacaktı. Zaten tur toplam 5 günlüktü. Paris bizi sadece tanışma kokteyli havasında konuk etmişti. İlk gün otobüsle uzun bir şehir turu. Önemli noktalarda kısa ziyaretler, mesela Eyfel Kulesi ve Trocadero Meydanı, Montmarte’da 2 saatlik bir mola, kahve alışveriş ve Sacre Coeur Kilisesi. Gece ise Lido. Lido müthişti. Güzel vücutlu, yarı çıplak kadınların şovları, sahne dansları, atraksiyonları, şampanya ikramı, tipik Paris ortamı, masalarda yanan küçük şık lambalar...

Ertesi gün otelimiz Bastille Kalesi’nin içinde olduğu için beni saran heyecan, Bastille sokaklarında yürüyüp 1789 İhtilalinin geçtiği atmosferde gezinmek. Bir Fransız tarihi ve sanatı delisi olarak gördüğüm her şeyi sanki içiyordum. Tanrı’ya içtenlikle teşekkür ettiğimi çok iyi anımsıyorum. Sadece kitaplarda okuduğum ve gördüğüm şeylerin yanında olup onlara dokunabildiğim için.

Her gün saat 5 sularında telefon kulübesinden Soni ve Hay’la konuşuyorduk. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Bir çocuğum Yeruşalayim’de, diğeri İstanbul’da yalnızdılar ve biz Avrupa'daydık. Hayatın kendisi miydi bu, yoksa biz mi yanlış yerdeydik? Biz mi çocuklarımıza çok güveniyorduk, yoksa onlar mı çok özeldiler?

Sonunda 5 gün bitti ve eve döndük. Paris’i çok kavrayamamıştım ama, Roma ve Floransa beni büyülemişti. Günlerce gece yattığımda Roma aklımdan çıkmamıştı. Oraya yeniden gitmeli, ama bu kez daha uzun kalmalı, hakkını vererek gezmeliydik. Bu gibi çok önemli yerler 3-5 günde anlaşılamazdı.

Aralık ayına yaklaşırken, Soni beni 41.doğum günüm için İsrael’e davet etti. Doğum günü hediyesi gidiş dönüş uçak biletiydi. Yazın kazandığı paradan bana uçak bileti hediye ediyordu. Bunun bir anne için ne demek olduğunu kelimelerle ifade etmek imkansız. Sanırım aralık ayının 8’iydi. David beni havaalanına götürdü. 15 günlüğüne gidiyordum. Soni’nin diğer üç arkadaşı ile birlikte kaldığı Neve Yaakov semtindeki evlerinde kalacaktım. Harika karşılanmıştım. Soni’nin ev arkadaşları, Loni Bahar, Lisya Albukrek ve Lora Şıkgören Malki adlı çocuklardı. Ben de kendimi onların arasında çok genç hissediyordum. Saatlerce sohbet ediyor, gülmekten yerlere yatıyorduk. Ben gündüzleri Soni ile üniversiteye gidiyordum. Yıllar sonra Yeruşalayim’deki İbrani Üniversitesi’ndeydim. Hayallerimin yarısı gerçekleşiyordu. Artık oğlum orada okuyordu. Bir gün onunla felsefe dersine girmiş, amfinin en üstünde oturmuş, dersi dinleyen altın saçlı oğlumu izliyordum. Öğrenci olan ben değildim ama, zafer kazanmış gibi huzurlu ve doygundum. Artık hayallerim gerçek yaşama geçmeye başlamıştı. Bazı günler üniversitenin kütüphanesinde oturuyor, oradan bulduğum İngilizce kitapları okuyor, araştırmalarım için fotokopiler çekip, notlar tutuyordum. Orası sonsuz kaynaklardan oluşan bir kültür denizi gibiydi. Öğle saatlerinde üniversitenin “Frank Sinatra” isimli binasında bulunan kafeteryasında yemek yiyorduk. Soni’nin bütün arkadaşlarıyla aynı masada oturuyor ve çok eğleniyorduk. Orada hayatımda ilk defa soyadan yapılmış şnitzel yemiştim. Tavuktan neredeyse hiç farkı yoktu, hatta daha lezzetliydi. Sonra üniversitenin alışveriş ve kırtasiye bölümü olan Academon’a gider alışveriş yapardık. Ben o kadar mutluydum ki gördüğüm her şey bana eşsiz görünüyordu. Çocuk gibi defterler, kağıtlar, kalemler, silgiler satın alıyordum.

Soni orada oğlum değil de, yakın kankam gibiydi. Koşarak durağa gidiyor, otobüslere binip sağa sola gidiyorduk.

Hanuka bayramında, doğumgünüm 11 Aralık'a denk gelen akşam bütün çocukları alıp bir taksiye binmiş Kotel’e (Ağlama Duvarı) gitmiştik. Ömrümde ilk defa Kotel’e gece karanlığında gitmiştim. Dev gibi bir Hanukiya, tam duvarın önünde yanıyordu. Etrafta tek tük insan vardı. Hava buz gibiydi. Sonra şehir merkezinde bir restoranda hep beraber yemek yemiştik. Eve dönüşte de bana aldıkları pasta ile mum üfletmişler, resimler çekmiştik.

Laura - Ben ve Lisya - Doğumgünümde Kotel'de 1996 - Yeruşalayim

Laura - Ben ve Lisya - Doğumgünümde Kotel'de 1996 - Yeruşalayim

Her gün sufganiya (Hanuka bayramında hazırlanan ponçikler) yiyorduk. Ben kış mevsiminde ilk defa İsrael’deydim. Bir kaç gün sonra otobüse binip Haifa’ya gitmiştim. Carmel’deki rahmetli dayım Yosef’in ve kuzenlerimin evleri vardı. Tant Viki, kuzenim Yitshak ve Dalia beni sevgiyle karşılamışlardı. Ben Tante Viki’de kalmıştım. Onu o kadar severdim ki, günlerce sıkılmadan yanında kalabilirdim. O akşam Haifa B'nai Brith’inin Hanuka eğlencesi vardı. Dalia, Yitshak ve Tante Viki ile o eğlenceye gitmiştik. Kuzenim o dönem B'nai Brith’in başkanıydı. Törende, mum yakmak üzere beni de davet etmişlerdi. Sonra kuzenimle tango yapmıştık, herkes bizi alkışlamıştı. 41. Yaş doğumgünü haftam çok ilginç geçiyordu. Ertesi gün Tante Viki ile Carmel’de alış veriş yapmış ve akşamüstü otobuse binip Yeruşalayim’e geri dönmüştüm. Soni beni karşılamıştı. Bir gün de Aşdod’a kuzinim Zizi’ye gitmiştik, tüm aileyle sevgi dolu saatler yaşamıştık.

Hafta sonu Soni ile Tel Aviv’e gitmiştik. Deniz kenarındaki Yarkon Caddesi'nde Sea and Sun diye bir motelde kalmıştık. O akşam Şabat yemeği için sevgili arkadaşımız Robert Hasson’un annesi Edith bizi şabat yemeğine çağırmıştı. Elimizde bir şişe şarap ve bir buket çiçekle oraya gittiğimizde bütün aile bizi sevgiyle karşılamışlar, hala her anını hatırladığım harika bir akşam geçirmiştik hep beraber. Ertesi gün Tel Aviv’in deniz kıyısında, Soni sokakta folklör yapanlara katılmış danslar etmişti. Ben de oturduğum bankta onu mutlulukla izlemiştim. Oğlum İsrael’e el ve eldiven gibi uygundu. Oranın her şeyini yürekten seviyor, orada yaşamanın hazlarına ortak oluyordu. Girdiği her yerde tanınan ve sevilen bir insandı.

Hason ailesiyle şabat yemeği hatırası - Bat-Yam -1996

Hason ailesiyle şabat yemeği hatırası - Bat-Yam -1996

15 günün nasıl geçtiğini bile anlamadan ve doyamadan eve dönüş yoluna çıktım. Epeyi hüzünlüydüm. Derbeder ve sorumsuz günlerim bitmişti. Eve dönüyordum, yine anne, eş ve evlat görevlerine dönüyordum. Uçaktan inip valizlerimi alıp, dışarı çıkınca karşımda David, Hay ve Yusuf vardı. Yusuf'u görünce çok şaşırmıştım. Dışarı çıktık, parkta Yusufun arabası duruyordu, arabaya bindik ve eve döndük. Ben daha hiçbir şey anlayamadan, David Toyota Corolla marka bordo arabamızın çalındığını söyledi. Çok şaşırdım, çünkü bu çalınan ikinci arabamızdı. İki yıl evvel de yine bordo renkteki Doğan marka arabamız çalınmıştı. Ben gülerek David’e” Artık bordo araba almayalım, yoksa yine çalarlar” deyip gülmüştüm.

Artık Fügen’le her Cuma günü öğleden sonraları birbirimize gidip geliyorduk. Can iki buçuk yaşındaydı ve lokum çağını yaşıyordu. Bana “Saya”, kendine de “Zan” diyordu. “Ay lav yu Saya ”diyordu bana. Soni gittikten sonra, Hay da artık ergenliğe girdiği için, bu oğlancık bana hayat veriyordu. Çok şirindi. Ona harika oyuncaklar alırdım. Artık başrolde hep Can vardı.

Fügen ve Can ile birlikte

Fügen ve Can ile birlikte

Yusuf’un direktifleri eşliğinde artık bitmiş olan “Bizim Kadınlarımız” dizisinin üzerine, kadın konulu, tez niteliğinde bir çalışma yapıyordum. Bu çalışmanın hakkını verebilmek için onlarca kitap okuyordum. Bu çalışma evrensel kadının tarihini, biyolojisini, evrimini, kadın haklarını ve günümüze değin kadınların dünya üzerindeki duruşlarını ve ilerleyişini anlatmaya çalışan bir çalışmaydı. Aslında aralıksız çalışaydım belki de birkaç ayda bitirebileceğim bu çalışma, biraz geniş aile problemleri ve hastalıkları, biraz Erensya Sefaradi çalışmaları ve biraz da inkar edemeyeceğim tembelliğim de eklenince neredeyse bir buçuk yıla yayıldı. Ben arada gazetede yeni araştırmalar eşliğinde, yeni yazı dizilerine başlamıştım.

Üst üste konserler veriyorduk. İkinci albümümüz “La Kula De Galata” yayınlanmıştı. Bu albüm çalışmasında ünlü akordeon ve ses sanatçısı Muammer Ketencoğlu akordeon çalmıştı. Bu çerçevede radyo ve televizyon programlarına davet ediliyorduk. Günlerim gerçekten çok yoğundu. Bazen gazeteden başımı alamıyordum. Gazeteye yeni arkadaşlar, Feride Petilon, Luiza Uçki ve Çela Yuna da yazmaya başlamışlardı. Bu yılların içinde Teri Galimidi (Sisa-Mason) Tuna Saylağ, Ralf Arditi, Robert Schild, Ester Yannier, Zelda Tarablus da aramıza katılmışlardı. Gazetedeki toplantı günleri çok kalabalıklaşmıştı. Gazetenin galeri ve kitaplığının başında Gila Kohen vardı. Gila çok soylu, zarif ve ciddi bir genç kadındı. Ne yazık ki o da hayatını gencecikken o menhus hastalıktan kaybetti. Yeniler eskilerle hemen kaynaşıyordu ve has dostluklar yaratılıyordu. Gazete artık yeni binasına taşınmıştı. Teşvikiye’de, Atiye sokak, Polar Apartmanı’nda dubleks bir daireydi. Artık hepimizin masaları vardı. O dönemlere göre çok çağdaş ve şıktı. Gazete altın çağını yaşıyordu. Silvio Ovadya’nın öngörüşü ve atılganlığı sayesinde gazete çağ atlıyordu. Herkes çok sevinçli ve gururluydu. Ortam o kadar güzeldi ki insanın içinden her gün oraya gitmek geliyordu. Ama gazete Avrupa yakasında olduğu için sadece gazetenin yapıldığı günler olan pazartesi ve salı, ayrıca yazı kurulu toplantısı günü olan cumartesi öğleden sonraları orada oluyordum. Hafta başı evden gazeteye giderken sanki gerçek iş yerime gider gibi sevinç ve heyecanla yola koyulurdum. Aslında gazetede çalışma sistemi gönüllülük sistemiyle devam ederdi. Ücret almazdık. Tam tersine kendi cebimizden bolca yol masrafımız da vardı, ama bunu karşılığında bana verdiği gurur ve keyif milyonlara değerdi.

97 yılının Şubat ayında bizim Hay Eytan 13 yaşına gelmişti ve Bar Mitzva törenine hazırlanıyordu. Hay’la anlaşmıştık. Bar Mitzva törenini sinagogda yapacak, ardından Merit Antique (eski Ramada Oteli) Oteli'nde bir brunch yapacaktık. Sonraki Pesah bayramında hep birlikte İsrael’e gidip 15 gün Soni’yle beraber gezecektik. Hay sevinçten havalara uçtu. Zaten, hem Hay'ın, hem Soni’nin, hem de bizim o kadar geniş bir çevremiz vardı ki, bir gece balosuna bu kadar insanı sığdıramazdık. 13 Şubat sabahı Hay’ın tefillin takma töreni gerçekleştirilmişti. Sinagogdan sonra Manolya Pastanesi’ne hazırlattığımız kahvaltı sofrasına bütün aile büyüklerimizi ve yakınlarımızı davet etmiştik. Ama ne yazık ki büyük baba Granpapa Siyon artık aramızda değildi. Soni tabii ki kardeşiyle olmak için İsrael’den gelmişti. Sömestr tatiline denk geldiği için herhangi bir ders kaçırmak zorunda kalmadığı için içi çok rahattı.

15 Şubat sabahı heyecan içinde hep birlikte sinagoga gittik. Herkes çok şıktı. Ben mini etekli siyah bir gabardin tayyör giymiştim. Yakasında, incecik beyaz vizondan bir yakası vardı. Doğuma giderken David’e söylediğim gibi, bu bebeğin Bar Mitzva’sına vizon yakalı tayyör giymiştim. Saçlarım sade bir topuzdu ve hafifçe yana yatmış siyah şapkam vardı. Hay'ın sinagogda vereceği Türkçe söylevin metnini Yusuf Altıntaş yazmıştı. Her şey çok yolundaydı, herkes çok mutluydu. Sinagogdan çıkınca Avrupa yakasına geçmiş ve Merit Antique Oteli’ne gitmiştik. O gün bahar havası vardı. Üzerimize manto bile giymemiştik. O gün otelde yaklaşık beş yüz kişi vardı. Ailemizin istisnasız tüm akrabaları, G.K.D’den Soni'nin bütün arkadaşları, Ulus Musevi Lisesi ve Büyükada’dan Hay’ın bütün arkadaşları, David’in iş çevresinden dostları ve GKD’den ve gazeteden bütün arkadaşlarımız, dostlarımız oradaydılar. Gençler devamlı dans ediyorlardı. Şabat olduğu için Mum töreni yerine çiçek töreni yapmıştık. Tören gençlerin coşku ve heyecanlarıyla renkli, aile kısımlarında ise daha duygusaldı. Bence harikaydı. Herkes çok mutluydu. Hay’ın Bar Mitzva’sını gerçekten çok güzel kutlanmıştık. Soni durmaksızın Göztepeli arkadaşlarıyla dans ediyordu. Ortalık gençlik kaynıyordu. O günkü ilk dansı “Mi İjo” adlı şarkıyla Hay’la birlikte açmıştık. Böylece “Mi İjo” adlı şarkımız bundan sonra nice Bar Mitzva ve Brit Mila törenlerinde çalmaya devam etti. Hala da çalıyor.

Hay Barmitzva - 1997

Hay Barmitzva - 1997

Pesah bayramından 2-3 gün evvel Hay, David ve ben İsrail’e uçtuk. Bizi havaalanında Soni karşılamıştı. Artık yavaş yavaş gerçek bir İsrael’li hallerine bürünmüştü. Kendinden emin, mükemmel İbranicesi ile o bizi çekip çeviriyordu. Pesah bayramı olduğu için evdeki üç arkadaşı da İstanbul’a ailelerine gittikleri için, biz onların evinde kalabilmiştik.

İlk iş olarak Yeruşalayim’deki bir şirketten araba kiralamıştık. Dördümüz her gün harika gezilere çıkıyorduk. Dost, arkadaş, akraba ve özel geziler derken, günler su gibi akıyordu. Çok eğleniyorduk. Artık ağlama zırlama nöbetleri de yoktu. herkes bu yeni yaşama biçimini gitgide içselleştiriyordu. Aksaklıklar yoktu, her şey yolundaydı. Demek ki yaşadığımız her iyi günün tadını çıkarmak lazımdı.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.