KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-50-
94 yılı sevinç, heyecan ve sıkıtntılarla dolu bir yıldı. Tüm kişisel ve keyif verici faaliyetlerimin yanı sıra, babamın kalbinin artık çok problemli olması bizi çok endişelendiriyordu. Ben küçüklüğümden beri babama son derece düşkün bir insan olduğum için, babamı kaybetmeye asla kendimi hazır hissetmezdim. Onun bir gün gideceği korkusu beni benden alırdı. Nedir ki gelecek olan yıllar zarfında insanın neler yaşayacağını ve nelere katlanması gerektiğini anlayınca hayatın kabullenmeyi öğretmesiyle, insan büyüdüğünü ve olgunlaştığını anlıyor.
94 yılının Mayıs ayında David’in abisi Hayim’in ve Ester’in küçük oğulları yeğenimiz Rafi’nin bar mitzva töreni olmuştu. O gece ilk defa, bar mitzvayı yaptıkları otelde Erensya Sefaradi grubu olarak konuklara küçük bir müzik dinletisi sunmuştuk. İlk büyük sahne deneyimimizdi ve hepimiz çok heyecanlanmıştık. Aynı hafta içinde Yusuf annesini kaybettiğinden bu davete katılamamıştı.
Haziran ayında ilk açık konserimizi Caddebostan Kültür Merkezinde –CKM- vermiştik. Cemaatimizden ve geniş toplumdan büyük bir katılımla gerçekleşen bu konser çok beğeni toplamıştı. Hiç unutmuyorum Fügen o konsere 8 aylık hamile olarak gelmişti. Konser arasında ikimiz de yaşadığımız bu dönemlerin acemileri olarak el ele birbirimize bakıp, gülüşüyorduk. Artık iyi hisseden babam, annem, kardeşlerimiz, aile büyüklerimiz, kayınvalidemler de o gece gelmişler ve gururla bizi izlemişlerdi.
O sene Temmuz ayında Soni GKD’nin tertiplediği 15 günlük bir turla, turdan sonra Rina ile birlikte kuzinim Sara KAtalan'ın Hayfa'daki evinde misarif edilecekleri bir diğer 15 gün için İsrael'e gitti. Hala mutlulukla andıkları muhteşem günler geçirdiler. Rina da aynı turdaydı. Çocukları havaalanında uğurlarken, hüzün değil de nasıl anlatsam, hafif bir sızı yüreğimi sarmıştı. Büyük oğlan artık yüreğinin götürdüğü yerlere doğru küçük deneyimlere başlarken, bereket ufaklık hala 10,5 yaşındaydı ve elimin altındaydı.
Ben çocukluğumu ve genç kızlığımı büyük bir kontrol ve aşırı korumacılık içinde geçirdiğimden, henüz anne bile olmadığım zamanlardan itibaren kendime, çocuklarımı özgür ve kendilerine yeten, özgüvenli bireyler olarak yetiştireceğime söz vermiştim. Onları uzakça bir mesafeden kontrol ederek, manevi tasmalar takmadan büyütmek en büyük amacımdı. Sanırım bunu başardım. Ama David'in de bana bu konuda verdiği sonsuz desteği göz ardı edemem.
O yaz Soni’nin İsrael’e gitmesinin ardından, biz de Hay’ı yanımıza alara Bodrum’a tatile gitmiştik. Fügen’in doğumu yakındı. Her gün otelden ona telefon edip vaziyetini soruyordum. Fügen 34 yaşında olduğu için, doktoru riske girmek istemediğinden onu beklenen tarihten birkaç gün önce doğuma alınca,28 Temmuz 1994 tarihinde Can bebek dünyaya geldi. Akşamüstünü zor ettim ve Fügen’i hastaneden aradım. Çok mutluydu. Telefonda ikimiz de sevinçten ağlıyorduk. Can üç günlükken istanbul’a dönmüş, derhal Fügen’e gitmiştim. Caniko çok güzel bir oğlancıktı. Kapkara saçlı, beyaz tenliydi. Onu ilk gördüğüm anda aşık olmuştum. Çocuk kanımdan değildi ama, canım gibi yüreğimi ısıtmıştı. Tam 14 yıl kucağımıza gelen Can hepimizin bebeği olmuştu. O günler gerçekten çok özel günlerdi.
94 yazı da yarı Göztepe evinde ve yarı Silivri evinde geçiyordu. Sonbaharın gelmesiyle Soni artık lise son sınıfa geçmişti, Hay da ilkokul 5. sınıfa geçmişti. Rina da liseyi bitirmiş, Marmara Üniversitesi Fransız dilinde Kamu Yönetimi Bölümüne başlamıştı.
Sonbaharın gelişiyle babamın kalbi yine teklemeye başlamıştı. Kayınpederim de iyi değildi. O sonbahar bizi kötü zamanlar bekliyordu. Kasım ayının başında babam evde ciddi bir kalp krizi daha geçirdi. Hemen Amerikan Hastanesine götürdük, yapılan anjiyo neticesinde yaşama şansının yarı yarıya olduğu söylenince, ablamla çılgına döndük. Ama iç organlarının tümü sağlıklı olduğu ve başka hiçbir hastalığı olmadığı için bize by-pass ameliyatı olmasını tavsiye ediyorlardı. Bu ameliyata karar vermek zordu, ama kalbi de çok harap olduğu için şansımızı denememiz gerekiyordu. Sonunda ameliyat kararı alındı. Babam 11 saat süren zorlu bir ameliyata girdi. O günü nasıl unutabilirim? Hepimiz hastanenin cafesinde oturup bekleşiyoruz. David çalıştığı Derby Fabrikasından onun kan gurubuna uygun 12 işçiyi hastaneye kan vermeye getirmişti. Ablam da babam için kan vermişti. İkisinin kan grubu aynıydı. Babam 11 saat sonra ameliyattan çıktı ve yoğun bakıma alındı. Aslında ameliyat kararı almakla çok iyi etmiştik ,çünkü babam bu ameliyattan sonra tam 7,5 sene daha yaşamıştı. O yıllar aslında bizim için büyük bir bonustu. Babam tam 22 gün hastanede kalmıştı. Ablam ve ben dönüşümlü olarak orada kalıp ,babamı hiç yalnız bırakmıyorduk.
Babam birkaç günlük ameliyatlıyken ,zaten akciğerinde tümör olan ve tedavide olan kayınpederim aynı zaman da felç oldu. Konuşamıyordu ve zihni yarı açıktı. Onu da Taksim’deki Balıklı Rum Hastanesi’ne yatırmışlardı. David’le azap dolu günler geceler yaşıyorduk. O da kendi abisiyle dönüşümlü olarak hastanede nöbette kalıyordu. Sonuç olarak aralık başında babalarımız eve döndüler ama önümüzde, uzun ince bir yol vardı.
39. doğum günümü babamın başında nöbet tutarken geçirmiştim. 11 saat narkozdan sonra 79 yaşında olan babamın zihni bulanık kalmıştı, özellikle geceleri halisünasyonlar görüyordu. Geceler çok zordu. Bu yüzden biz ablamla yine dönüşümlü olarak 24 saatte bir, birbirimize nöbeti devrediyorduk. Evlerimizin hali haraptı. Hiçbir şeye tam olarak yetişemiyorduk. Kayınpederime evde bir bakıcı tutulmuştu ama o çok ağır hastaydı. Sonuç olarak, o sene aralık ayında Hanuka Bayramının 5. gecesinde kayınpederimi kaybettik. Ben zaten o kadar yorgun ve üzgündüm ki, moralim yerlerde sürünüyordu.
Artık yaprak dökümleri başlamıştı. Beri yandan da çocuklarımız büyüyorlardı. Bu sıkıntıların içinde bazı yerlerden konser teklifleri geliyor ve David’le ben dertlerimizi bir süreliğine göz ardı ederek konser veriyorduk. İlk kasetimiz olan “Dos Kandelikas”ı o sırada” Gözlem Kitap ve Yayıncılık” sponsorluğund, Melih Kibar’ın stüdyosuna girip doldurmuştuk. Kaset çıkarma esnasında solo gitar çalan arkadaşımız Selim İlyazer gruptan ayrılma kararı almıştı. Sanırım kendi kişisel yaşantısı çok çalkantılı olduğundan, böyle şeylere sabrı kalmamıştı. Biz yolumuza 4 kişi olarak devam ediyorduk. Gery ,Eli, David ve ben. Yusuf da söz yazarımızdı. Besteler ve konserler art arda geliyordu O sonbahar ve 95 kışı, hastalıklar, gazete ve konserler arasında, hazan yaprağı gibi bahtımın rüzgarına kapılmıştım.
Doz Kandelikas isimli parçayı dinlemek için aşağıdaki linli kopyalayın
https://www.youtube.com/watch?v=-vAR2hvQTJo
Haziran ayında Soni, Özel Moda Lisesi’nden mezun olmuştu. Diploma töreninde başında kepi ve cüppesiyle, orgu eşliğinde çok güzel şarkılar söylemişti. Ben o gün gözyaşlarımı tutamıyordum. Bunlar sevinç gözyaşları olmakla birlikte, çoğu veda şarkısı olduğu için de ağlıyordum. Vakit gelmişti. Soni istediği şeyi ve hayallerini gerçeğe dönüştürüyordu. İsrael’e Aliya yapacaktı. Bunlar hem güzel ve gurur verici, fakat hem de ayrılık rüzgarları estiren hüzünlü bir dönemin başlangıcıydı.
O yaz gerçekten çılgın bir dönem yaşıyorduk. Şimdi, geriye bakıp düşünürken, gerçekten çok genç olduğumuz için bu kadar büyük bir enerjiye sahip olduğumuzu ayrımsıyorum.
94 yılının sonunda nasıl oluştuğunu anımsayamadığım bir kararla Büyükada’da bir ev satın almıştık. Babalarımızla yaşadığımız karanlık dönemlerimizde bunu tamamen askıya almış, dertlere dalmıştık. Sonunda ortalık yatışıp, el ayak çekilince ada eviyle ilgilenmeye başlamıştık. Silivri’deki evi möbleli kiraya vermiş, sadece mutfak araç gereçleriyle giysi tipi şeylerimizi alıp adaya taşımış, orayı hafif ve minimalist bir biçimde döşemiştik. O taşınma zamanında Soni’ye verdiği emeklerden ötürü daima borçlu hissederim. Uzun boylu ,geniş omuzlu güneş oğlum babasının sağ kolu olmuş, taşınma sürecinde ve yerleştirmede her işimize sonsuz destek olmuştu. İsrael’e aliya yapmadan önceki son bir ayda bu evin tadını çıkarmıştı. Eve sürekli olarak herkesi davet ediyordu. Hatta annemle babamı deniz otobüsüne bindirmiş, ardından atlı arabaya koymuş, bizzat kendisi eve getirmişti. Orada hep birlikte bir hafta sonu geçirmiştik. Ertesi hafta bu defa da kayınvalidemi yeni eve getirmiş,onunla da bir hafta sonu geçirmiştik. Arkadaşlarını da eve davet ediyor, yatıya tutuyordu. Soni giderayak herkesi mutlu etme ve hatıralar biriktirme çabasındaydı.
22 Temmuz 1995 tarihinde, Soni İsrael’e aliya yaptı. Onu üniversitesine yerleştirmek, göçle ilgili bürokrasileri gerçekleştirmek için biz de onunla birlikte İsrael’e uçuyorduk. Amaçlardan bir tanesi de, biraz daha onunla birlikte olabilmekti.
Beni ayrılığın yaratacağı,” Ateşten Gömlek” diye adlandıracağım günler bekliyordu.
İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA
1 & 2
Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.
Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.
Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.
EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…
Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.
O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.
1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.
EVLİLİK VE AİLE...
Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.
İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.
Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)
KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…
Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.
Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.
Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.
İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:
Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.
Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu günleri hatırladı:
“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”
Devam edecek...
SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…
İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.
İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.
Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.
SANAT…
Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.
Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.
ÇAĞDAŞ…
İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.
İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.
İSLAM…
1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.
Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.
Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.
Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.
İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…
Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.
İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.
Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.
devam edecek...
.