GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -21-
1973 yazının Haziran ayı, yeni evimize yerleşmekle geçmişti. Yeni odam çok güzeldi. İçinde yatağım, gardırobum, bir oturma divanım, masam ve kütüphanem vardı. Bütün duvarlarım Tarık Akan’ın posterleriyle doluydu. Tipik bir genç kız odası. Temmuz ayını iple çekiyordum. Bu arada Aşer de askerliğini bitirmiş, terhis olmuştu. Artık bütün aile huzurluydu. Kısa bir dinlenme döneminden sonra o da yeni işinde çalışmaya başlamıştı.
15 Temmuz tarihinde annemle El-Al uçağına bindiğimizde içim içime sığmıyordu. Bu sefer bir buçuk ay kalmak üzere gidiyorduk. Babam son on beş günde bize katılacaktı. Yosef dayım ve Yitshak bizi yine hava alanında karşıladılar. Bu karşılaşma ilki gibi değildi. Bu sefer havaalanına Vikita da gelmişti. İkimiz de sevinçten uçuyorduk. Anlatacaklarımız hiç bitmiyordu. Yosi de etrafımızda kelebek gibi uçuşuyordu. O sene dayımın küçük oğlu olan kuzenim Moşe, eşi Naomi ve çocukları Miri ve Gal de Kanada’dan dönmüşler, Carmel’de satın aldıkları yeni evlerine yerleşmişlerdi. Kuzenim, Vancouver British Colombia Üniversitesi’nde post doktorasını yaptıktan sonra, İsrael’e geri döndüğünde, Haifa'daki Technion Üniversitesi’nden profesörlük unvanını almıştı. Henüz 37 yaşındaydı. Doğal olarak Onkle Yosef ve Tante Vicky gurur ve sevinç içindeydiler.
Biz daha birinci günden itibaren Vikita ile kendi alemimize dalmıştık. Babam bize katılana kadar, çevre gezilerine ve akraba, kuzin ziyaretlerine gidiyorduk. Annemin orada bir çok kuzini ve kuzeni vardı. Bunların çoğu Sason ve Krispin tarafındandı. Sık sık öğle yemeği davetlerine katılıyorduk. Tira’da oturan kuzinim Sara ile de görüşüyorduk. Kuzen aileleri, Gav Yam, Bat Galim, Ramat Gan gibi bölgelerde oturuyorlardı. Cumartesi günleri de Yitshak bizi arabasına doldurur Ako’ya veya Daliat al Carmel’e götürürdü. Bir gün de annemle trene binip Tel Aviv’e gitmiştik. Bizi trenden karşılayan mektup arkadaşlarım Menahem Yeruşalmi ve kız kardeşi Karmela bizi alıp Yafo’daki evlerine götürmüşlerdi. Anneleri harika bir öğle yemeği hazırlamıştı ve akşamüstüne kadar orada çok güzel vakit geçirmiştik. O günlerde bir aile sünnetine ve düğün törenine de katılmıştık. Evde iken de çok eğlenirdik, resim yapardık, şarkılar söylerdik, Vikita ile çift el olarak Johann Strauss’un valslerini piyanoda çalardık. Kuzenimin o sene yeni aldığı müzik setinde long playlar dinlerdik. O sene ünlü olan The Carpenters grubunu ilk defa orada dinlemiştim. Çok genç yaşta ölen Karen Carpenter’ın şarkılarını hala büyük bir zevkle dinlerim. Artık Vikita ile gelecek hayalleri kuruyorduk. Gelecek yaz artık İsrael’e aliya yapacaktım. Haifa Üniversitesi’nde okuyacaktım. Hayaller şahane idi ama… bakalım zaman bizlere neler gösterecekti?
Günler şen şakrak akıp giderken, Ağustos’un 15’inde babam da bize katıldı. Babam gelince, Tel Aviv ziyaretleri, Holon’daki amcamı ziyaret, babamın kuzenleriyle buluşmalar da başlamıştı. Babamın gelişinden 8-10 gün sonra eniştem Niso telefon ederek İsrael’e geleceklerini bildirdi. Artık iki buçuk yaşına gelen Ari’nin ayakları azıcık içe doğru baktığı için, bir yıldır gittikleri ortopedist ameliyat kararı alınca, ablam ağlama krizine girmiş ve çocuğu İsrael’de bir doktora göstermeye karar vermişlerdi.
Hemen, çok meşhur bir ortopedi uzmanı olan, Profesör Dr. Shapira isimli bir ortopediste randevu alınmış, ablamlara birkaç gün kalacakları Tel Aviv, İbn Gvirol caddesinde bir pansiyon ayarlanmıştı. Babamın eski ortağı Yidya Salvator Levi bütün bu randevu ve yerleri ayarlamıştı. Onlar da İbn Gvirol’da, güzel bir dairede yaşıyorlardı. Aniden Ari fırtınası esmeye başlamıştı. Çocuk topaç gibiydi ama biz korkudan donmuştuk. Neyse ablamlar geldiler. Ufaklık doğru üstüme atladı. Profesöre gittik. yanımızda amcam Samil Sarfati de vardı. Doktorun İbranice söylediklerini, ablamlara anlatıyordu. Doktor çocuğa baktı, ayaklarını kontrol etti. İlk olarak o ağır ortopedik botlarını çöpe atmak gerektiğini söyledi. Tel Aviv’de çocuk ayakkabısı satan bir dükkandan en hafif ve yumuşak deriden bir ayakkabı alınması gerektiğini, çocuğun bol bol kumlarda koşmasını, ayaklarının bol güneş almasını önerdi. Mümkün olduğu kadar çıplak ayakla yürümesini tavsiye etmişti. Kesinlikle ameliyat yoktu. Çocuk büyüdükçe ayaklarının bu içe dönük hali de kendiliğinden geçecekti. Oradan çıktığımızda çocuklar gibi şendik. Ablam sevinçten kahkahalar atıyordu. Hemen Allenby Caddesi’ndeki bir ayakkabıcıya gittik, oğlana bordo renkli minik iskarpinler aldık. Ablam Ari’nin takoz gibi ağır ortopedik botlarını caddedeki çöpe attı. Oğlan yeni ayakkabılarıyla tay gibi koşmaya başladı. Koşarken altın bukleleri havada uçuşuyordu. Venezya artık İsrael’de olmanın tadını çıkarmaya başlamıştı.
Kuzinimiz Sara Katalan, Venezya’yı kendi evine davet etmişti. Pansiyonu bırakmışlar, orada kalıyorlardı. Bu süre içinde bir gün, Sara ve eşi İzak Katalan, 8 kişilik büyük bir taksi kiralayarak harika bir gezi tertiplemişlerdi. Bu gezi Yeruşalayim ve Hebron gezisiydi. Biz üç, ablamlar üç ve Katalan’lar iki kişi, şoförle birlikte harika bir gün geçirmiştik. Önce Yeruşalayim’e Kotel Hamaaravi’ye (Ağlama Duvarı) gittik. Şükür duaları edildi. Ablamların oraya ilk gidişiydi. Oğlan duvar boyunca zıplaya zıplaya koşarken ablamla ben sevinçten gülüşüyorduk. Venezya’cık İsrael’e yaslı gelmiş, sonra şenlenmişti. Öğleden sonraki gittiğimiz yer Hebron’du. Hebron kutsal atalarımız Avraam, Yisthak, Yaakov, Sara, Rivka ve Lea’nın mezarlarının olduğu yer olan “Mearat ha Machpela’nın bulunduğu şehirdi. Bu yer, Tevrat'ta yazılı olan ve İbrani atası Avraam’ın ilk tapulu toprak sahibi olduğu yerdi. Bu yer, sevgili karısı Sara öldüğü zaman, onun mezarı için satın aldığı bir arsa üzerindeydi. Daha sonra Mearat ha Machpela, Ürdün’ün elinde olduğu yıllarda “Haram el Halil” adıyla bir cami haline getirilmişti. 67 yılındaki 6 Gün Savaşı’ndan sonra bu bölge, tekrar İsrael’in eline geçince, orası Yahudilerin de ziyaretine açılmıştı. Oraya vardığımızda, namaz saati olduğu için dışarıda beklemiştik. Namaz bitince, kapılar açılmış ve turistler içeri girmiştik. İçerideki bir oda sandukalarla doluydu. Bunlar kutsal babalarımızın ve analarımızın kabirleriydi. Babam hepsinin başında dualar okumuştu. Ben çok gençtim ve dinsel olarak değil de, tarihsel içerikli olarak etrafımı incelemiştim. Sandukalar İslami bir ruh yansıtıyordu. İstanbul’daki padişah sandukalarına benziyordu. Zaten caminin adı da “Haram el Halil”, yani “dost’un haremi” olarak adlandırılıyordu. Çünkü Kur’an kitabında Avraam Avinu (Hz. İbrahim), Allah’ın Halili (dostu) olarak anlatılıyordu. Haremi Sara’nın mezarı için orayı satın almıştı. Hatta Türkçedeki “Halil İbrahim Sofrası” deyimi de Avraam’dan gelir. Tevrat’ta bahsi geçen Üç Meleğin, erkek kılığında, Avraam'ı ve Sara’yı ziyaretinde, onlara kurduğu mükellef yemeği hatırlatmak için bu deyim kullanılr. Melekler, o yemekten, sonra artık çok yaşlı olan Sara ve Avraam’a bir çocukları olacağı müjdesini vermişlerdi.
Neyse tarihe daldık, anıları saptırdık. O çok güzel geçen günden sonra, ablamlar Sara’da kalmaya devam ederlerken, biz de babamla birlikte 1 Eylül günü İstanbul’a geri dönmüştük. O gün İsrael’de okullar açılıyordu. Vikita ve Yosi ile erkenden vedalaştık. Ayrılışımız çok trajik değildi. Nasılsa gelecek sene, ben oraya gelince sonsuza kadar artık ayrılmayacaktık. Desem de inanmayın, çünkü yeniden birbirimizi görüşümüz tam 17 sene sonra olacaktı.
Eve dönünce teyzem bizi özlemle karşılamıştı. Ev bile henüz yabancıydı. Çünkü taşındıktan kısa bir süre sonra, İsrael’e gitmiştik. Ben çok buruktum. Bazen Behiye ile buluşuyorduk. Modada turlanıyorduk. Bazen Sara Ravuna ile buluşuyorduk, veya bize gelir, birlikte sohbet ederdik. O benim en eski dostumdu. O yaşlarda kızlar sıkı bir terbiye ile büyütüldükleri için, nişanlanmadan özgür olamayacaklarını bildiklerinden, nişanlanmak istiyorlardı. Böylece aileleri serbest bırakacak ve rahatça gezebileceklerdi. Oysa gencecik nişanlanmak da ökseye tutulmaktı bence. Ama her bir şeyleri yasaklanan genç Yahudi kızları, kurtuluşu nişanlanmakta görürlerdi. Sara da nişanlanmak istiyordu. Gelecekle ilgili hayalleri hep bunun üzerine kuruluydu. Ben ona hiç katılmıyordum. O yıllarda liseler 15 Ekim'den önce açılmazdı. Yani ortalama 4 aylık uzun uzun yaz tatilleri olurdu. O yıl okul açılmadan önce bayramlar başlamıştı. 6 Ekim günü de Yom Kipur orucu vardı. Her sene Kipur günü sinagoga gittiğim halde, o gün bütün gün evde oturup kitap okumayı tercih etmiştim. Akşam babam sinagogdan eve döndüğünde, daha oruç kesme sofrasına oturmadan, “Biliyor musunuz İsrael’de savaş patladı” dedi. Hemen haberleri açtık. TRT’deki haber programında savaştan bahsediliyordu. Kafama balyoz yemiş gibi sarsılmıştım. İki lokma yiyip, orucumuzu kestikten sonra, yine televizyon başına üşüşmüştük. Herkes birbirini arıyor, yeni bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. İsrael için çok zorlu günler başlamıştı…
Yom Kippur Savaşı, dört Arap devleti ile İsrael arasında 6-23 Ekim 1973'te, Kipur günü başlayan savaşa verilen isimdir. Yahudilerin en kutsal günü olan Yom Kippur’da (Kefaret Günü) başlaması sebebiyle savaşa bu isim verilmiştir. Mısır ve Suriye’nin fiilen, Ürdün ve Lübnan’ın fiilen değil, fakat ekonomik olarak verilen destekle, 6 Ekim günü İsrael’e karşı başlattıkları savaş, İsrael ile Arap ülkelerinin bu güne kadar karşı karşıya geldiği son muharebe oldu. Savaşın amacı İsrael’den 1967’de işgal ettiği Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası’nı geri almaktı.
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, 1971’de Sina Yarımadası’ndan çekilmesi halinde, İsrael’le barış imzalamaya hazır olduğunu açıklasa da, İsrael yönetimi bunu reddetti. Tüm bu gelişmeler bölgede yaşanacak yeni bir Arap-İsrael savaşının habercisi gibiydi.
Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, hem kaybedilen toprakları geri almak, hem de 1967’deki ağır yenilgiyi unutturmak için İsrael’le savaşmaya karar verdi. Başta Mısır, Suriye ve Ürdün olmak üzere, Araplar bu düşünce altında askeri hazırlıklarını arttırmaya başladılar. Diğer Arap ülkeleri de ekonomik açıdan bu ülkelere destek veriyordu. Zaten aradaki yıllarda bu ülkeler ile İsrael arasınd,a sürekli olarak bir yıpratma savaşı süregeliyordu.
Mısır ve Suriye o gün saat 14.00 te eşzamanlı saldırıya geçtiler. O gün oruçlu olan İsrael ordusu ve halkı kelimenin tam anlamı ile gafil avlandı. O gün İsrael’in en ağır can kaybına uğradığı gün olarak tarihe geçti.
Savaşın başladığı gün, asker mevcudu; Mısır 325 bin kişi, Suriye 112 bin kişi olarak toplam 473 bin kişiyken, İsrael’in asker mevcudu 105 bin idi. Ancak İsrael etkin seferberlik sistemiyle, 48-72 saat zarfında asker mevcudunu 300 bine çıkardı. İlk birkaç gün çok büyük kayıplar veren İsrael, birkaç gün sonra kontrolü ele geçirerek, Suriye topraklarında 20 km derinlik, 40 km. genişlikte araziyi de ele geçirdi. 16 Ekim’de Sina cephesinde genel taaruza geçen İsrael, kısa sürede burada da üstünlüğü ele geçirdi. 18-19 Ekim gecesi, Süveyş Kanalı batısına 3 tugay kadar kuvveti geçirmeyi başardı. Mısır, İsrail taaruzlarını İsmailiye-Kahire yolunun 5 km. kadar doğusunda durdurabildi.
Birleşmiş Milletler’in 22Ekim-24 Ekim tarihli ateşkes kararlarına uymayan İsrael, 26 Ekim günü barış gücünün gelmesiyle ateşkese uydu. Ateşkes kararı yürürlüğe girdiğinde, Mısır 3. ordusuna mensup 20 bin kişi ile 200 tanktan müteşekkil birliklerinin, anavatanları ile bağlantısı kesilmiş bulunuyordu. Bu savaş sonunda, Mısır-Suriye kuvvetleri 8.500, İsrael ise 2.500 kayıp vermişti.
Bu arada babam telefon santrali aracılığı ile İsrael’e dayımlara bağlanmış ve durumlarını sormuştu. Büyük kuzenim istihbarat subayı olarak merkezde iken, kardeşi Moşe de Sina’da tankçı olarak savaşıyordu, ama durumları iyiydi. Bütün sivil halk, savaşın ilk günleri sığınaklardayken, savaşın seyri değiştiği zaman ise evlerine girebilmişlerdi. Henüz bir ay önce orada olduğumuz için hepimiz çok etkilenmiştik. Ben son derece sıkkındım. Orada tanıdığımız onlarca kişiyi ve tüm halkı düşündükçe içim kararıyordu. Okul ayın ortasında açılmıştı. Teneffüslerde kantine inip haberleri dinliyordum. Milli Güvenlik hocamız bir albaydı. Derslerde İsrail Ordusuna duyduğu hayranlığı anlatırdı.
Okulda artık son yılımızdaydık. Bakalım, gelecek günlerde bizi neler bekliyordu?
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia