GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA-30-
Evlilik hayatının benim için genç kızlıktan pek farkı yoktu. Çünkü annemlerin evinde oturuyorduk. Sabah kalkılınca tek işim yatağımızı toplamak ve odamızın tozunu almaktı. Gerisini zaten mutad olduğu üzere bana yaptırmazlardı. Ablama giderdim. Rina minicik maviş bir kızdı. İyi bir bebekti. Ari yuvaya gidiyordu. Kardeşini epeyi kıskanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Hırçınlaşmıştı.
Bazen Behiye ile gidip geliyorduk. O da artık nişanlıydı, mayısta düğünü olacaktı. Hayatımızın eksenleri değişmişti, artık farklı sohbetlere dalıyorduk. Sara Ravuna da artık epeyidir evliydi, o dönemlerde Sara da eşiyle birlikte annesinin Moda’daki evinde otururdu. Bazen gündüz bize gelirdi sohbet ederdik. Cuma akşamüzeri yine birlikte Kurtuluşa kayınvalidelere giderdik. Yolda anlatacaklarımız hiç bitmezdi. Biz hafta sonu kayınvalidemlerde kalırdık. Bir Cuma akşamı Ester ve Hayim aileye bebek müjdesi verdiler. 4 yıla yakındır evliydiler ve artık sıra çocuk sahibi olmaya gelmişti. Hepimiz çok sevinmiş öpüşüp kutlamıştık. Kayınpeder bayram ediyordu. Yıllardır torun diye tutturmuştu zaten. O sene sonunda, Aralık ayında Ester’in kız kardeşi Zelda da nişanlısı Albert ile evlenmişti. Anneler düğün ve bebek uğraşılarına dalıyorlardı.
Aralık ayının sonuna doğru bir Pazar akşamı arkadaşlarımızla Pub Divan’da çay eşliğinde pasta yerken, yan masada oturan genç bir adamın, salça soslu spagetti yediğini görünce birdenbire içim çekildi, gözlerim büyüdü ve David’e makarna istediğimi söyledim. Önümde çayım ve çikolatalı pastam vardı. David yüzüme hayretle baktı, ”Akşama yeriz” dedi. Ben gözlerimi makarna tabağından ayırmadan pastamı yemeye devam ettim. Saat 8’ e doğru arkadaşlarımızdan ayrılıp, Osmanbey yönüne doğru yürümeye başladık. Ne kadar restoran varsa, kapıdan makarna olup olmadığını soruyordum. Sonunda “Doyuran”adlı bir lokantaya girdik. David “burada kesin makarna vardır” dedi. Gerçekten de vardı. Makarnam önüme gelince onu bir dakikada yalayıp yuttum. Tabağı sıyırdım demek daha doğru olur. İkinci bir tabak istedim. Garson “çok güzel ızgara çeşitlerimiz var” dedi beni aşağılarcasına, ben ise mutlu bir çocuk gibi ”bir makarna daha lütfen” deyiverdim. David bana üşütmüşüm gibi bakıp gülüyordu. Bu makarna krizinin nedenini açıklayamadığımdan ben de gülüp, şımarıkça omuzlarımı kaldırıyordum. Eve gelip anlatınca,” keşke eve gelseydiniz, ben size bir tencere makarna yapardım “diyen kayınvalidem gülmeye başlamıştı.
Ertesi sabah David erkenden işe gitti, ben de çantamı toplayıp Kadıköy’e döndüm. Eve girdim, annem yemek yapıyordu. “Ben makarna istiyorum” dedim. Annem “tamam akşama için yaparım” dedi. Ben “şimdiii” diyerek odama daldım. Ondan sonraki 15 gün neredeyse sırf makarna ile beslendim diyebiliriz. Bu arada midem de bulanıyordu. Et kokusunu duyunca baygınlık geçiriyordum. Annem “acaba hamile misin?” diye sorunca ben; “kesinlikle hayır ,çocuk askerden sonra” diyordum. Annem o zaman çok hasta olduğuma karar verdi 3 kilo vermiştim. Beni aile doktorumuz İlhan Gürün’e götürdü. Doktor beni muayene ettikten sonra gülerek, benden gebelik testi yaptırmamı istedi. Ben ise “kesinlikle öyle bir şey olamaz” diyordum. Zaten birkaç gün sonra her şey ortaya çıktı. Test ile hamileliğim doğrulandı. David’in paçaları tutuştu. Haklı, daha önünde askerliği var, ne zaman gideceği belli değil, maaşı pek iyi olmayan Merban diye bir suni mermer şirketinin muhasebe bölümünde çalışıyor. Patronu babamın iş çevresinden İzak Almaleh ve Bardavitler. Orası henüz askerliğini bitirmediğinden, zamanını doldurmak için bulunan basit bir iş. Maaşı tatminkar değil. Ailemin David’e söylediği bir şey yok ama kendisi, için için kendini oyuyor.
Hamileliğimin ilk 3 ayında 5 kilo vermiştim. Tek yiyebildiğim beyaz peynir, makarna ve havuç salatasıydı. Karnımı bunlarla doyuruyordum. Annem geceleri sofrayı kurarken benim cehennem azabım başlıyordu. Çünkü her gece ızgara et vardı. Et ve tavuk kokusunu alır almaz, tuvalete koşup her şeyi çıkarıyordum. Sonra ağlama krizim tutuyordu. Ben sofraya yaklaşamıyordum. David “Senin bana alerjin var galiba, ben gelince kusmaya başlıyorsun” diyordu. Oysa keramet et ve tavuk kokularındaydı. Gündüz genellikle soğuk şeylerle geçiştiriliyor, böylece evde koku olmuyordu. O cumalardan birinde, biz de hamilelik müjdesini verdik. Kayınpeder yine havalara uçtu. Torunlar ikileniyordu. Ama kayınvalidem sevinç gösteriminde çekimser davranıyordu. David’in yaşı çok genç olduğu için, tedirginlikleri vardı. Cuma sofralarında artık iki hamile vardı. Kayınvalidem pişirdiği onca yemeğin yanında mutlaka makarna ve havuç salatası da yapıyordu. Ben onları yerken, kayınpederim iyi beslenmediğimi söylüyor ve her hafta beni tatlılıkla paylıyordu. Gönül istiyor ama, burun ve mide reddediyordu neyleyim? O zamanlar ultrasound diye bir alet yoktu. Sadece doktorun karın bölgesi üzerinde gezdirdiği mikrofon gibi bir aletten bebeğin yürek atışları duyulurdu. Doktorumun adı Can Daver’di. Eltim Ester de ona gidiyordu. Dr. Can Daver, sevecen ve çok tatlı dilli bir insandı. Valikonağı Caddesinde muayenehanesi vardı. Her ay gider rutin kontrolümü yaptırırdım. Bebeğin kalp sesleri geldiğinde” bu erkek bebek olacak “derdi.” kalbi Bonanza gibi atıyor” derdi.” Bonanza” o devirde çok sevilen ve kovboy hayatını anlatan bir Amerikan dizisiydi. Aylar ağır ağır geçerken biz iki eltinin, karınlarımız büyümeye başlamıştı. Esterin bebeği bizimkinden iki buçuk ay önce doğacaktı. Ben kaybettiğim kilolarımı aldıktan sonra ,yavaş yavaş kilo almaya devam ettim esas kilom olan 57 den sonra 6 kilo daha alarak 63 kiloya ulaştım. O kilo ile doğurdum.
O yaz iğrenç bir sıcak vardı. Gündüzleri dışarıya hiç çıkamıyordum. Geceleri yemekten sonra David’le Modaya yürüyerek giderdik. Sonra çay bahçesine gider, beyaz leblebi ve gazoz içer, tavla oynardık. Heyecanlı bir tavla partisinde iki tavla zarını ağzıma attım ve iki beyaz leblebiyi tavlaya savurdum. Leblebileri tavlada görünce, ağzımdaki zarları hemen çıkardım. Allahtan onları da gazozla yutmamışım. o gece güldüğüm kadar, ömrümde gülmemişimdir. David “Aferin, sen et yeme, zar ye” diyerek gülüyordu. Aynı şekilde Moda'dan eve gelirken de devamlı gülerdik. Sanki her şey çok komikti veya biz çok genç ve mutluyduk. O kadar gülerdim ki, o koca göbeğimle nefesim tıkanırdı. Dururduk ve ben derin nefes almaya çalışırdım. İlk aylarda hafta sonu adaya giderdik. Ablam bir yıl evvel yaz hamilesi olduğu için, bütün hamile elbiselerini bana vermişti. Hamile olarak oldukça şıktım yani.
Hamileliğimin 5. ayı Mayıs ayına geliyordu. Behiye’nin düğününe irice bir karınla gitmiştim. Behiyeler, Rıfat da Kadıköylü olduğu için Haydarpaşa Hemdat İsrael Sinagogu’nda evlenmişlerdi. Harika güneşli bir gündü. Behiye çok güzel bir gelin olmuştu. O babasıyla içeriye girerken, o kadar heyecanlanmıştım ki, yüreğim kabarmış, gözlerim dolmuştu. Okul yılları, paylaştıklarımız, kahkahalarımız ve gözyaşlarımız beynime doluşmuştu. Behiye’nin balayından dönmesini beklediğim için, faşadura (bebek çeyizi kesme töreni) gününü ona göre ayarlamıştım. Faşadura töreni bizim evdeydi. Annem harika bir tatlı ve tuzlu sofrası hazırlamıştı. İki tarafın aile efradı, arkadaşlar, Kadıköylü dostlarımızla ev dolup taşıyordu. Kocaman bir makasın bir ucunu pembe, bir ucunu mavi kurdelelerle sarmıştık. Badem şekerleri pembe ve maviydi. Bebeğin cinsiyeti ancak doğumda anlaşılırdı çünkü. Faşaduranın patiskasını analı babalı mutlu, yeni gelin Behiyece’ğime kestirmiştim. Üzerine pembe mavi şekerleri atmıştık. Her taraf hediye paketleri ile kaynıyordu. Herkes gittikten sonra paketleri açmıştık. Etrafta tulumlar, takımlar, battaniyeler, patikler uçuşuyordu. Tulumlara tek tek sarılıp hayallere dalıyordum. İlk çocuğun heyecanı ve sevinci sanırım hiçbir mutlulukla ölçülemez. Tatlı hayallerle dolu mutlu, masum genç bir anne adayı. Hakikaten bunlar anlatılabilir şeyler değil.
Hamileyken Ağustos ayından itibaren yeşil fıstık ezmesine sardırmıştım. Her akşam David’le Bilgeoğlu Baklavacısı'na gider 4 parça fıstık ezmesi yerdim. özellikle öyle isterdim, çünkü kutuyla alsaydım hepsini yiyebilirdim. Kesinlikle şişmanlamamıştım. Sadece rahat yürümek içim kırmızı keten espadriller almıştım. Hava çok sıcak olduğundan, ayaklarım da biraz şiştiğinden ancak onlarla rahat yürüyebiliyordum. Annem faşaduradan kesilen patiskadan bebek için ara bezleri dikmişti. Ayrıca zıbınlar, üçgen bezler ve minik çoraplar, eldivenler almıştık. Bir tarafı mavi, diğer tarafı pembe kumaştan yorganı, nevresim takımları, banyo havluları, bebeğimin her şeyi hazırdı. Televizyonumuzun altındaki sehpayı çıkarmış onun yerine bebek için aldığımız bir şifonyer koymuştuk. İçini özenle düzeltmiştim. Her gün dolabın kapılarını açar, dakikalarca içini seyrederdim. En önde küçük sarı bir ördek bile vardı.
O yaz Alpay’ın söylediği “Eylül'de Gel” şarkısını dinlerken çok heyecanlanırdım. Çünkü benim bebeğim de Eylül’de doğacaktı. 1 Temmuz günü telefonumuz çaldı ve David’in abisi Hayim, Ester’in doğum yaptığını müjdeledi. Bebek erkekti. Ester sezaryenle ve çok zorlu bir doğum yapmıştı ama bebek de, anne de iyilerdi. David’le çok sevindik, havalara zıpladık. Bir cumartesi günüydü ve sağanak yağmurlar yağıyordu. Şanslıydık, tufana takılmadan Amerikan Hastanesi’ne çiçeklerimizle gitmiştik. Bebek çok şekerdi. Annesi de yorgun ama mutluydu. Herkesin keyfi yerindeydi. Bebeğe Soni adı verilecekti. (Brit mila) sünnet için gazeteye ilan verilmiş, pasta ve yiyecekler ısmarlanmış, her şeyin üzerine mavi beyaz Soni yazılmıştı. Sünnet sabahı erkenden şık şık giyindik, bütün aile Amerikan Hastanesi'ne gittik. İçeri bir girdik ki herkesin suratı mahkeme duvarı gibiydi. Hayim bembeyaz, Ester’in gözleri ağlamaktan kızarmış, kayınpederimin yüzü mosmordu. Olay felaketti. Bebeğin adını Soni koydukları için kayınpederim küplere binmişti. “Onun adı Siyon olacak” diye haykırıyordu. Annem-babam onu alçak sesle yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ester'in anne-babası Madam Dora ve Mösyö Rıfat üzüntüden kahrolmuşlardı. O gün Esterin sütü kesildi. Bebeği dualarla aşağı brit mila etmeye götürdüler. Kayınpederimin yüzünden düşen bin parçaydı. Kayınvalidem üzüntüsünden sesini bile çıkaramıyordu. Ben çok eminim ki, ilk evladı Hayim’in en mutlu gününe gölge düştüğü için, içi ağlıyordu. Yani çok mutlu geçebilecek ailenin ilk torun bayramı, şu sonu gelmez geleneklerin kurbanı olmuştu. Bakalım ben doğum yaptığımda neler olacaktı? Hiçbir şey olmayacaktı, çünkü annem dönüş yolunda, babasına çok kızgın olan David’e uzun bir öğüt konferansı çekmiş, anne ve babaları sevindirmek gerektiğini söylemişti. “Benim kızım böyle şeylere maruz kalamaz, buna izin vermem “demişti. Artık 2.5 ay sonra bizimki geliyordu. Bakalım olaylar nasıl gelişecekti.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia