KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -61-

2002 yılının ilk ayları, GKD’de geçmişti. Oradaki tiyatro grubu arkadaşlarımla birlikte “Hayat Yaşamaya Değer” adlı oyunu sahneye koymuştuk. Bu kez oyuncu değildim, oyunu yönetiyordum. Aramıza birkaç dernek gencini de almıştık. Bunlar yan rollerdi ama, oyuna baharat gibi lezzet katıyorlardı. Çok keyifli ve çok yoğun çalışmalar sonucu sahneye konan oyun oldukça çok beğeni toplamıştı. Sahne dekoru için, evden bir yığın objeyi her oyun sırasında derneğe taşırdık. Tatlı ve hoş anılardı. O kış, ayrıca bir de Barcelona seyahati yapmıştık.

Barcelona kendine özgü bir İspanya kenti. İspanyanın Katalunya bölgesinde. Halkı kendini Katalan olarak niteliyor, hatta aralarında Katalanca konuşuyorlar. Kente damgasını vuran da mimar Antonio Gaudy. Gaudy, Barcelona’yı Barcelona yapan olağanüstü bir sanatçı / mimar. Şehrin her tarafında onun imzasını taşıyan muhteşem binalar var. Ayrıca Guel Parkı, içindeki yollar ve seramik banklar, dev kertenkele heykeli, şehrin içindeki La Piedrera binası, La Sagrada Famiglia Kilisesi, Yahudi mahallesi ve El Call sokağı ve sinagogu, La Rambla Caddesi, Chritobal Colone (Kolomb) Anıtı, Akvaryumu ve niceleri. Her birinin detaylarını görmek ve incelemek, günlerinizi alabilir. Barcelona’dayken iki kere de şehrin dışına çıkıp, Gerona, Figueres ve ayrıca otobüse binip Andorra’ya gitmiştik.

Gaudi'nin kertenkeler heykeli - Barcelona

Gaudi'nin kertenkeler heykeli - Barcelona

Fuigeres - İspanya

Fuigeres - İspanya

Andorra bağımsız bir prenslik ülkesi. Pirene Dağları arasındaki vadilerden oluşuyor. Minicik bir yer. Eski bölümü “Barry Antic” çok eski bir mahalle ve içinde dairesel Saat Kulesi bulunan Romanesque Santa Colana Katedrali var. Kayak merkezleri olan ve vergiden bağımsız serbest gümrüksüz alışverişi teşvik eden alışveriş merkezleri, kuyumcular ve şık butikleriyle, boylu boyunca uzayıp giden Meritxeli Caddesi, oranın yaşam alanı. Orası sonu gelmeyen bir çarşı gibi.

Gerona ortaçağda Yahudilerin yüzlerce yıl yaşadıkları ve kovuluş fermanı ile terk etmek zorunda kaldıkları bir şehir. Orası buram buram Yahudi tarihi ile dolu bir yer. Ayrıca önemli din bilgini ve düşünürü Nahmanides’in (1194-1270) -“RANBAM”, ”Rabi Moşe ben Nahum” veya Bonastruc Ça Porta” adlarını taşıyan çok ünlü Yahudi din bilgini- şehri. Orada “PATRONAT CALL DE GİRONA” adlı ”Yahudi Tarihi Müzesi”, labirent gibi loş ve eski ortaçağ mahalleleri, eski Yahudi birimleri ile tarihi şehir. Aslında o yerin hakkının verilmesi için en az iki gün lazım ama yine de oralara gidebildiğim için kendimi iyi hissederim.

Figueres şehri ise ünlü sürrealist ressam Salvador Dali’nin doğduğu ve daha sonra ömrünün son yıllarını tamamladığı bir bölge. Oradaki Salvador Dali Müzesi muhteşem. İçinde onun en ikonik eserlerini barındırıyor. Dudak biçimindeki kırmızı kanepesi orada sergileniyor. Binanın dış cephesi de masal gibi. Bir kaleyi andıran binanın burçları dev yumurtalar şeklinde tasarlanmış. Adamın evi de, müzesi de kendi gibi uçuk ve orijinal. Garajında siyah arabası bile duruyor.

Salvador Dali

Salvador Dali

Gerona - İspanya

Gerona - İspanya

Barcelona seyahatinden sonra, dönüşte çok uzun zaman oralarda gördüğüm sanatsal binalar ve eserler gözlerimin önünden gitmemişti. O yıllar sık sık, fakat kısa süreli seyahatler yapıyorduk. Sanırım o yılın sonbaharında Hollanda, Luxembourg ve Belçika’ya gitmiştik. Bu gezide de tur grubunda tesadüfen karşımıza Viki ve İbrahim Özsezikli çifti çıkmıştı. Onlarla turun serbest günlerinde birlikte gezerdik.

Hollanda’nın en önemli şehri Amsterdam’dır. Amsterdam güzel bir şehirdi. Aynı Venedik gibi orası da tipik bir kanal şehriydi. Amstell Nehrinin iskelelerinden binilen motorlarla, nehrin kanalları arasında gezinip, rehberin eşliğinde şehrin tümünü görebiliyordunuz. O kanallarda tekne evler vardı. Bazı insanlar teknelerde yaşarlar. Teknenelerin pencerelerinde, gerçek ev gibi dantel perdeler ve çiçek saksıları vardı. Binaların hepsi tarihiydi ve çok iyi korunuyorlardı. Portekiz sinagogu, Anne Frank’ın evi, Van Gogh Müzesi ziyaret ettiğimiz yerler arasındaydı. Amsterdam’daki kraliyet sarayının tam karşısından girilen Red Light Sokağı gerçek bir seks mahallesiydi. Binaların girişlerindeki vitrinlerde olağanüstü güzelliğe sahip fahişeler kendilerini vitrinlerde pazarlıyorlardı. Tiyatro binalarında, seks gösterileri sunuluyordu. Gerçekten cinselliğin bu kadar estetik sunulduğu bir yeri bir daha görmedim diyebilirim. Amsterdam’da uyuşturucu, içki ve cinsellik içeren her türlü satış ve gösteri serbest. Sanırım bu yüzdendir ki şehirde bu uğurda cinayetler işlenmiyor. Şehrin içinde suç unsuru sayılmadığı için ve herkesin elinin altında erişilebilir olduğu için, şehir kan ve cinayet kokmuyor. Yollar bisikletlerle dolu. Devlet yöneticileri bile işlerine bisikletle gidiyor. Neredeyse herkes mükemmel İngilizce ve Almanca konuşuyor. Oradan günlük turlarla Rotterdam’a, Delpht’e, La Hay, ve Madurodamm’a gitmiştik.

Rotterdam aşağı doğru kayan pencereli binalar ve şık caddeleri ve limanı ile, çok pırıltılı bir şehir. Parklarındaki nehirlerin kopmuş damarları olan derelerde yeşil başlı alaca renkli ve bembeyaz ördekler ailece yüzüyorlar. Delpht şehri mavi beyaz porselenlerin yapıldığı bir küçük bölge. Bütün şehirde mavi beyaz porselen atölyeleri ve satış mağazaları var. Maduradamm, Avrupa’nın ilk minyatür şehrinin yapıldığı park. Savaşta oğullarını toplama kampında kaybeden Curacao’lu Madura ailesinin, Holokost’tan sonra oğullarının anısına yaptırdıkları bir minyatür şehir. Amsterdamı’n bütün şehrini, havaalanı dahil olmak üzere, tüm önemli binalarıyla birlikte küçücük boyutlarda örneğin 1 metre veya 1.20 cm yüksekliğinde yapmışlar. Orada gezerken kendinizi Lilliput Ülkesindeki Gulliver olarak hissedebilirsiniz. La Hay şehri ise başkent, esas krallık sarayı, bakanlıklar ve elçilikler orada. Hepsi de yüzlerce yıl önce inşa edilmiş muhteşem konutlar. La Hay’ın dışındaki bir mandırada dünyaca meşhur Hollanda peynirlerinin yapımını anlatan çiftçiler, tahta sabolarıyla dolaşıp bize peynirler hakkında bilgiler vermişlerdi. Hollanda, pastoral, sakin, mutlu bir ülke.

a

Amsterdam

Amsterdam

Amsterdam Portekiz Sinagogu

Amsterdam Portekiz Sinagogu

Gittiğimiz ikinci ülke ise Lüksemburg’du. Orası da zengin, huzurlu ve düzenli minik bir prenslik. Pazar gününe denk geldiğinden bütün dükkanlar kapalı olsa da, şehir meydanındaki tüm güzel lokantalar açıktı. Pazar ayininden katedralden çıkan şık aileler, büyükten küçüğe hep birlikte Pazar günü öğle yemeği için buraları doldurmuştu. Her ailenin yaşlılarının yanı sıra, mama sandalyelerinde oturan güzel bebekler ve aileleri, bir tablo kadar güzellik saçıyorlardı. Büyük şehir meydanının ara sokaklarında sayısız Türk dönercileri vardı. Hepsinin sahibi ve çalışanları Türk’tü. Orada yemek yemiştik. David dönerleri görünce başka yerde yemek istememişti. Orada olduğumuz iki gün boyunca hava o kadar soğuktu ki donduğumu hatırlıyorum.

Belçika’nın başkenti Brüksel ise çok güzel, fakat çok formel bir şehir. Yine şehrin tam merkezindeki büyük meydan, çok tarihi. Çepeçevre katedral, kiliseler ve eski, özellikle art noveau binalarla süslü. Binaların ön yüzlerinde heykeller fışkırıyor Alt katların ve girişlerin çoğu cafe ve çikolata dükkanları. Belçika çikolataları birer ziynet gibi pahalı ve müthiş lezzetli. Kafelerde oturulduğuna baş döndürücü güzel kahve, çikolata ve kremalı pastaların rayihaları ile kendinizi mutlu hissetmemeniz olası değil. Benim gibi bir çikolata canavarı için zevkten ölmemek çok zor. Zaten beni kitap, klasik müzik ve çikolata ile çok çabuk tavlayabilirsiniz. Bunun yanında, edebiyat ve tarih bilgisiyle bezenmiş, ince ve kıvrak bir zekanız varsa, beni benden alabilirsiniz.

Belçika böylesi özelliklere çokça sahip, çok gelişmiş bir ülke. İnsanları zarif, terbiyeli, meydanın tam arka paraleli harika balık ve deniz ürünleri ile meşhur restoranlarla dolu. Orada bir çeşme olan ve çişini yapan çocuk heykeli var. Bu arsız küçük oğlan heykel, bütün gün küçü pipisi ile etrafını suluyor. Bu heykel Brüksel’in sembolü. Pırıl pırıl bronzdan yapılmış. Avrupa Birliği Merkez Binası da orada.

Bence Belçika’nın en güzel şehirlerinden biri, Brugge. Oraya trenle gitmiştik. Orada 800 yıllık evler var. Sokaklardan tarih ve renk fışkırıyor. Yollar yemyeşil çiçekler içinde. Parklarının içinden dereler akıyor. Ördek aileleri şen şakrak yüzüyorlar. Katedralin önünde rengarenk ponponlar ve püsküllerle süslenmiş at arabaları, turistleri bindirip şehir turu yaptırıyorlar. Her şey o kadar güzel ki nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Bütün binalar tarihi. Hepsi 1200 ila 1400’lü yıllarda inşa edilmişler. Tam bir ortaçağ şehri. Tarihi Belediye Binasının bazı büyük salonları halka açık. Duvarlarında yüzlerce yağlı boya tablo var. Orada uzun bir süre yaşamış olan Hollanda’lı, Flaman Rönesans ressamı Pyotr Brueghel’in (1525-1564) tabloları da var. Bu ressamın tablolarının tümüne yakını peyzaj çalışmaları ve köy betimlemelerinden oluşmuştur.

Brugge şehri

Brugge şehri

Brueghel’in bir tablosu

Brueghel’in bir tablosu

Bu seyahatler gerçekten çok güzel ülkeleri içine alan gezilerdi. Sanırım o zamanlar bütün gün yol tepecek kadar gücümüz kuvvetimiz de vardı. Gece otele vardığımızda, nasıl yorgun bir şekilde deliksiz bir uyku uyuduğumuzu söylemeye gerek yoktur sanırım.

İRAN’A VELİAHT VEREN KRALİÇE FARAH DİBA 

1 & 2


Farah Diba, 14 Ekim 1938’de Tahran'da üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yüzbaşı Sohrab Diba ve eşi Farideh Ghotbi’nin tek çocuğuydu.

Farah, babası aracılığıyla nispeten varlıklı bir geçmiş sahipti. 19. yüzyılın sonlarında büyükbabası, Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Romanov döneminde İran Büyükelçisi olarak görev yapan bir diplomattı. Kendi babası, İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nde bir subaydı ve St.Cyr’deki Fransız Askeri Akademisi mezunuydu.

Farah, anılarında babasıyla yakın bir bağı olduğunu ve babasının 1948’deki beklenmedik ölümünün onu derinden etkilediğini yazmıştı. Genç ailenin maddi durumu zordu. Bu kısıtlı koşullarda ,Kuzey Tahran’daki geniş aile villalarından çıkıp, annesi Farideh’in  erkek kardeşlerinden biriyle, ortak bir daireye taşınmak zorunda kaldılar.

EĞİTİM VE EVLİLİĞİN YOLUNDA…

Genç Farah Diba, eğitimine Tahran'daki İtalyan okulunda başladı. Ardından 16 yaşına kadar Jeanne d’Arc okuluna ve daha sonra Lycee Razi’ye geçti. Genç kızken bir atletti ve okulunun basketbol takımının kaptanı olmuştu .Oradaki eğitimini tamamladıktan sonra, Albert Besson’un öğrencisi olduğu Paris’teki Ecole Speciale d’Architecture’de mimarlık öğrencisi oldu.

O sırada yurt dışında okuyan bir çok öğrenci, devletin sağladığı burslarla öğrenim görmekteydi. Farah da tam burslu başarılı bir mimarlık öğrencisiydi. Bu nedenle Şah, devlet başkanı olarak yabancı ülkelere ziyaretler yaptığında, yerel İranlı öğrencilerle sık sık bir araya gelirdi. Farah Diba, 1959’da Paris’teki İran Büyükelçiliğinde böyle bir toplantı sırasında ilk kez Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye takdim edildi.

1959 yılında Farah Tahran'a döndükten sonra, Şahın ilk karısı Fevziye’den olan kızı Şahnaz’ın sayesinde, Şahla sık sık bir araya getirildi. Kızların yaşları birbirine yakındı. İkisi arasındaki dostluğun mizanseninde, Şah Farah’a kur yapmaya başladı. Çift, 23 Kasım 1959’da nişanlandıklarını duyurdu.

EVLİLİK VE AİLE...

Farah Diba, 20 Aralık 1959’da 21 yaşındayken Şah Pehlevi ile evlendi. İran’ın genç kraliçesi büyük merak konusu oldu ve düğünü dünya çapında basının ilgisini çekti. Gelinliği ve tüm kıyafetleri ,o zamanlar Dior’un moda evinde o zaman bir tasarımcı olan Yves Saint Laurent tarafından tasarlandı ve düğünde duvağının üzerine takması için, yeni yaptırılan Noor-Ol-Ain-Diamond tacını taktı.

İmparatorluk düğünüyle ilgili gösteriş ve kutlamalardan sonra, bu birliğin başarısı kraliçenin bir erkek varis doğurma yeteneğine bağlı hale geldi. Daha önce iki kez evlenmiş olan Şahın ilk eşinden bir kızı olmuştu. İkinci eşi Süreyya ise ne yazık ki kısırdı. Genç kraliçenin üzerindeki baskı şiddetliydi. Şahın kendisi, tıpkı hükümetin diğer üyeleri gibi bir erkek varisin doğmasını şiddetle istiyordu.

Sonuç olarak çiftin 4 çocuğu oldu: İran Veliaht Prensi Rıza Cyrus Pehlevi (1960), İran Prensesi Farahnaz Pehlevi (1963), İran Prensi Ali Rıza Pehlevi (1966-2011), İran Prensesi Leyla Pehlevi (1970-2001)

KRALİÇE VE İMPARATORİÇE OLARAK…

Yeni kraliçenin, kamu veya hükümet işlerinde oynayacağı kesin rol belirsizdi. Asıl rolü sadece Şaha erkek bir varis vermekti. Saray da ondan başkaca bir talepte bulunulmuyordu. Bununla birlikte, veliahtın doğmasından sonra diğer faaliyetlere ve resmi uğraşlara ayırmakta özgür kalan kraliçe zamanının çoğunu bu işlere harcamaya başladı. Muhammed Rıza her zaman uzun boylu kadınlardan hoşlanırdı. Farah kocasından daha uzundu. Bu da onu bu gerçeği gizlemek için yeni yollar bulmaya yöneltti. Genellikle imparatorluk çiftinin fotoğrafı çekildiğinde, biri veya ikisi sandalyelerde oturuyordu veya şah merdivenlerin bir üst basamağında dururken, Farah hemen altındaki basamakta duruyor ve güzel resim veriyorlardı.

Diğer birçok kraliyet eşi gibi, kraliçe de başlangıçta kendisini törensel rolle sınırladı. 1961’de Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Fransız hayranı olan Farah, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux ile arkadaş oldu ve onu, 1979 İslam Devrimine kadar canlı bir ticaret olan, Fransız ve İran sanat galerileri ve müzeleri arasında kültürel eserlerin değiş tokuşunu düzenlemeye yönlendirdi. Zamanının çoğunu, tartışmalı konulara derinlemesine girmeden çeşitli eğitim ve sağlık kurumlarının açılışlarına katılarak geçirdi. Ancak zaman ilerledikçe bu pozisyon değişti. Kraliçe, kendisini ilgilendiren sorunlar ve nedenlerle ilgili hükümet işlerine çok daha aktif bir şekilde dahil oldu. Finansman sağlamak ve dikkati özellikle kadın hakları ve kültürel gelişim alanlarındaki nedenlere odaklamak için kocası Şah ile olan yakınlığını ve nüfuzunu kullandı. Farah’ın endişeleri, siyasetin kendi alanından çıkarıldığı ”eğitim, sağlık, kültür ve sosyal konular” idi.

Ancak Şah'ın siyasi açıdan güçlü ikiz kardeşi Prenses Eşref, Farah’ı rakip olarak görmeye başladı. Farah’ın, Prenses Eşref’in, saraydaki etkisini azaltması için kocasına baskı yapmasına yol açan, görümcesiyle olan rekabetiydi.

İmparatoriçenin ana girişimlerinden biri, İranlı kadınların eğitimini iyileştirmeyi amaçlayan ve İran’daki ilk Amerikan tarzı olan Pehlevi Üniversitesini kurmaktı; O zamandan önce, İran Üniversiteleri her zaman Fransız tarzını model almıştı. İmparatoriçe 1978’de görevlerinin şunlar olduğunu yazdı:

Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanlarda başkanlığını yaptığım ve çok aktif olarak yer aldığım tüm organizasyonları detaylı olarak yazamadım. Bu neredeyse bir kitap kadar uzun olacaktı. Basit bir liste belki fikir verebilir: Çalışan annelerin çocukları için aile refahı teşkilatı-kreşler, kadınlara ve kızlara okuma öğretimi, mesleki eğitim, aile planlaması; Kan Transfüzyonu Organizasyonu; Kanserle Mücadele Örgütü; Muhtaçlara Yardım Kuruluşu…Çocuk Merkezi; Çocukların Entelektüel Gelişim Merkezi…İmparatorluk Felsefe Enstitüsü; İran Kültürü Vakfı; Şiraz Festivali, Tahran Sinema Festivali; İran Folklor Örgütü; Asya Enstitüsü; Medeniyetler Tartışma Merkezi; Pehlevi Üniversitesi; Bilimler Akademisi.

Farah, hafta içi her gün sabah 9’dan,akşam 9’a kadar hayır faaliyetlerinde uzun yıllar çalıştı. Sonunda kraliçe çeşitli konularda, çeşitli yardım taleplerini ele alan 40 kişilik bir kadroya başkanlık etti. İmparatorluk hükümetindeki en görünür figürlerinden biri ve 24 eğitim, sağlık ve kültür kuruluşunun koruyucusu oldu. İnsani rolü özellikle 1970’lerin başında bir süreliğine muazzam popüler olmasını sağladı. Bu dönemde, İran’ın içinde çok seyahat etti, ülkenin en ücra köşelerine kadar gitti ve yerel vatandaşlarla konuştu .Önemi, ilk Şahbanu olarak taç giydiği 1967 taç giyme törenlerindeki rolüyle (imparatoriçe) olarak pekişti. Modern İran, Şah’ın veliaht prensin 21. doğum gününden önce ölmesi veya aciz kalması durumunda, onu resmi naip olarak atadığında bir kez daha doğrulandı. Bir kadının naip olarak adlandırılması, Orta Doğu veya Müslüman bir monarşi için oldukça alışılmadık bir durumdu. İran petrolünün yarattığı büyük servet, imparatorluk mahkemesinde bir İran milliyetçiliği duygusunu teşvik etti. İmparatoriçe, 1950’lerde Fransa’da bir üniversite öğrencisi olarak nereli olduğunun sorulduğu  günleri hatırladı:

“Onlara İran’lı olduğumu söylediğimde…Avrupa’lılar, sanki İranlılar barbar ve iğrençmiş gibi dehşet içinde irkilirlerdi. Ancak İran, 1970’lerde Şah döneminde zengin olduktan sonra, her yerde İranlılara iltifatlar yağmaya başladı. Evet majesteleri. Elbette majesteleri. Lütfen majesteleri. Her yanımızda yaltaklanma. Açgözlü dalkavuklar. Sonra İranlıları sevdiler.”

Devam edecek...

SANAT VE KÜLTÜRE KATKILAR…

İmparatoriçe, saltanatının başından itibaren İran'da kültür ve sanatın tanıtımına aktif bir ilgi gösterdi. Onun himayesi sayesinde, tarihi ve çağdaş İran sanatını hem İran'da hem de batı dünyasında öne çıkma tutkusunu ilerletmek için çok sayıda organizasyon yaratıldı ve teşvik edildi.

İmparatoriçe, kendi çabalarının yanı sıra çeşitli vakıf ve danışmanların yardımıyla bu amacı gerçekleştirmeye çalıştı. Bakanlığı, geleneksel İran Sanatları (dokuma, şarkı söyleme ve şiir resitali gibi) ve Batı tiyatrosu dahil olmak üzere birçok sanatsal ifade biçimini teşvik etti. Sahne sanatlarını destekleyen en tanınmış çabası, Şiraz Sanat Festivali’nin himayesiydi. Zaman zaman tartışmalı olan bu etkinlik, 1967’den 1977’ye kadar her yıl düzenlendi ve hem İranlı hem de batılı sanatçıların canlı performanslarına yer verdi. Bununla birlikte,kraliçenin zamanının çoğu, müzelerin yaratılmasına ve koleksiyonlarının toplanmasına gitti.

Eski bir mimarlık öğrencisi olarak, imparatoriçenin yeteneği, Mohsen Foroughi’ye fiilen yardım ederek ve 1968’de tamamlanan Niavaran Kraliyet Sarayı’nda görülüyor: Geleneksel İran mimarisini 1960’ların çağdaş tasarımıyla harmanlıyor. Esas olarak Batı ve Doğu sanatı, felsefesi ve dini üzerinde eserler içeren 22.000 kitaptan oluşan imparatoriçenin kişisel kütüphanesi vardır; iç mekan Aziz Farmanfarmayan tarafından tasarlanmıştır.

SANAT…

Tarihsel olarak kültürel açıdan zengin bir ülke olan 1960’ların İran’ının gösterecek çok az şeyi vardı. 2.500 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin birçoğu yabancı müzelerin ve özel koleksiyonların eline geçmişti. İran’a kendi tarihi eserlerinden uygun bir koleksiyon sağlamak imparatoriçenin başlıca hedeflerinden bir haline geldi. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini ”geri satın almak” için kocasının hükümetinden izin ve fon sağladı. Bu, 1972’den 1978’e kadar imparatoriçeye danışmanlık yapan, dönemin en önde gelen İran antika tüccarları olan Houshang ve Mehdi Mahboubian kardeşlerin yardımlarıyla sağlandı. Bu eserlerle birkaç ulusal müze kurdu (çoğu günümüze kadar ayakta kaldı) ve National Trust’ın İran versiyonunu başlattı.

Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Reza Abbasi Müzesi, değerli Lorestan bronz koleksiyonuyla Khorramabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Züccaciye ve Seramik Müzesi yer alıyor.

ÇAĞDAŞ…

İmparatoriçe, tarihi İran eserlerinden oluşan bir koleksiyon oluşturmanın yanı sıra, çağdaş Batı ve İran sanatına ilgi duyduğunu da ifade etti. Bu amaçla, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin himayesine aldı. Bu kurumu kurma ve genişletme çalışmasının meyveleri, belki de imparatoriçenin İran halkına en kalıcı kültürel mirasıdır.

İmparatoriçe, hükümetten tahsis edilen fonları kullanarak, Batı sanatının birkaç önemli eserini satın almak için 1970’lerin biraz durgun bir sanat piyasasından yararlandı. Onun rehberliğinde müze, Pablo Picasso, Claude Monet, George Grosz, Andy Warhol, Jackson Pollock vb. sanatçıların 150 eserini satın aldı. Bugün, Tahran Çağdaş Sanat Müzesi Koleksiyonu, Avrupa ve ABD dışındaki en önemli koleksiyonlardan biri olarak kabul ediliyor. Geniş koleksiyon, devlet tarafından yayınlanan büyük bir sehpa üzeri kitabında zevkli bir şekilde sergilendi. İran Modern adlı “Assouline Müzesi” İranlı modern bir heykeltıraş ve imparatoriçenin eski kültür danışmanı olan Parviz Tanavoli’ye göre, etkileyici koleksiyonun “yüzlerce değil, onlarca milyon dolar” karşılandığında toplandı. Bugün, bu varlıkların değerinin yaklaşık 2.8 milyar ABD dolarına yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Koleksiyon, 1979’da Pehlevi Hanedanı’nın düşüşünden sonra iktidara gelen Batı karşıtı İslam Cumhuriyeti için bir ikilem yarattı. Köktendinci hükümet İran’daki batı etkisini siyasi olarak reddetse de, imparatoriçe tarafından toplanan Batı Sanat Koleksiyonu, muazzam maddi değeri uyarınca elde tutuldu. Bununla birlikte, halka açık olarak sergilenmedi ve Tahran Çağdaş Sanat Müzesi’nin mahzenlerinde yaklaşık yirmi yıl saklandı. Bu koleksiyonun büyük bir kısmının Eylül 2005’te Tahran’da gerçekleşen bir sergide kısaca tekrar görülmesinin ardından, rafa kaldırılan sanat eserlerinin akibeti hakkında birçok spekülasyona neden oldu.

İSLAM…

1978’in başlarında İran’da imparatorluk hükümetinin gücünün ve zenginliğinin çok fazla belirgin hale gelmesiyle beraber, ülke halkının memnuniyetsizliğinin bir dizi faktörü, yaklaşan İslam Devrimi’ne katkıda bulundu.

Ülke içindeki hoşnutsuzluk armaya devam etti ve yılın ilerleyen aylarında monarşiye karşı gösteriler çoğalmaya başladı. Farah Diba, anılarında bu süre zarfında “giderek artan bir huzursuzluk duygusu olduğunu “ yazdı. Bu koşullar altında Şahbanu’nun resmi faaliyetlerinin çoğu, güvenliğiyle ilgili endişeler nedeniyle iptal edildi.

Yıl sona ererken, siyasi durum daha da kötüleşti. Ayaklanmalar ve huzursuzluk giderek yükseldi ve Ocak 1979’da doruğa ulaştı. Hükümet, İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda sıkı yönetim ilan etti. Artık ülke açıkça bir devrimin eşiğindeydi.

Şah Muhammed Rıza ve Farah, şiddetli protestolara yanıt olarak ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Her ikisi de çocuklarıyla birlikte 16 Ocak 1979’da uçakla İran’dan ayrıldı.

İRANDAN AYRILDIKTAN SONRA…

Şah ve Şahbanu’nun İran’dan ayrıldıktan sonra nereye gidecekleri, hükümdar ve danışmanları arasında bile bazı tartışmalara yol açtı. Şah, hükümdarlığı sırasında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile yakın ilişkiler sürdürmüş ve Farah, başkanın eşi Cihan Sedat ile yakın bir dostluk geliştirmişti. Mısır Devlet Başkanı, imparatorluk çiftine Mısır’a sığınma daveti gönderdi ve kabul ettiler. İran’da ortaya çıkan siyasi durum nedeniyle, devrimden önce İran Monarşisi ile dostane ilişkiler içinde olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet, Şah’ın kendi sınırları içinde varlığını bir sorumluluk olarak gördü. İran’daki Devrimci Hükümet, hem Şah’ın hem de Şahbanu’nun tutuklanmasını (ve daha sonra öldürülmesini) emretmişti. Yeni İran hükümeti birkaç kez onların iadesini şiddetle talep etmeye devam edecekti, ancak devrik hükümdarın ve muhtemelen imparatoriçenin dönüşü için yabancı güçlere baskı yapmak için ne ölçüde hareket edeceği o zamanlar bilinmiyordu.

İmparatorluk çifti, varlıklarının ev sahipleri için oluşturduğu potansiyel tehlikenin farkındaydı. Yanıt olarak, on dört aylık kalıcı sığınma süresinden sonra, yeni bir arayışa ve onları birçok ülkeden geçen bir yolculuğa başlayarak Mısır’ı terk ettiler. Mısırdan sonra, kısa bir süre Kral II. Hasanı’n konuğu oldukları Fas’a gittiler.

Fas’tan ayrıldıktan sonra Şah ve imparatoriçeye Bahamalar’da geçici sığınma hakkı verildi. Bahama vizelerinin süresinin dolması ve yenilenmemesi üzerine Meksika’ya başvurdular ve kabul edildiler. Mexico City yakınlarındaki Cuernavaca’da bir villa kiraladılar. Artık git gide onları daha kötü günler bekliyordu.

devam edecek...

.