Ablam ve Ben
“Küçük Melek” adlı hikayemde anlattığım üzere, ablasının kollarına armağan olarak sunulan ben 2. Sarika, bir süre sonra Venezya ablasının gerçek anlamda tapulu malı oldum. Venezya’nın kardeşi üzerine kurduğu mülkiyet hakkı, bu gün” madde” olarak değilse de, ”mana” olarak hala hüküm sürmekte.
Geçmiş anılarımda anlamlı ve güzel olan hiçbir şeyi, ablam olmadan düşünmek olası değil. Baba evinde paylaştığımız kardeşlik sevgisi, kuvvetle inanıyorum ki, herkese nasip olmayacak bir ahenk içindeydi. Onunla kavga ettiğimizi hiç hatırlamıyorum. Birbirimizi kırdığımızı, incittiğimizi, kötü sözler söylediğimizi? hayır, hiç hatırlamıyorum.
Bu fotoğrafların çekildiği günü hayal meyal hatırlıyorum Yıl 1958. Henüz 3 yaşındaymışım. Ama beni oraya zorla ve çiviler gibi oturttuklarını, hanım hanımcık poz verdirmeye çalıştıklarını ve benim inatla galip çıkıp böyle oturduğumu çok iyi hatırlıyorum. İkimizin elbiselerimizin koyu kırmızı kadife olduğunu, ve üzerimize giydiğimiz kırmızı kadife ceketleri de. Hatta annem anlatmıştı, ablamın elbisesi hazır alınmıştı, benim elbisemi ise, babamın büyük ablası Tante Raşel dikmişti.
Ablamla kardeşlik yaşamak benim için dünyanın en büyük şansıydı. Ben çok mutlu bir kardeştim, çünkü beni gözü gibi koruyan ve seven bir Venezya’m vardı. Onun doğruları benim doğrularım, onun seçtikleri benim de favorlerim olurdu her zaman.
Bu ilginç etkileşimlerin ilk filizleri bende müzik ve kitap seçimleri konusunda yeşermeye başladı. Ablamın ergen kız duygularıyla, romantik parçalara ayılıp bayılmasıyla birlikte, benim müzik seçimlerim de doğal olarak belirlenmiş oldu. Paul Anka ve Neil Sadacca,”Diana” ve “You Mean Everything To Me”, pikapta en fazla dönen 78’lik taş plaklardı. Ben 5 yaşındaki Sarika aslında içten içe bir Dean Martin hayranıydım. Ama sıramı beklerdim. Dean Martin’i daha fazla ablamın okulda olduğu saatlerde durmaksızın dinlerdim. Koltuğun üstüne çıkar, büfenin üzerindeki pikaba üst üste koyduğum 8 tane Dean Martin şarkısını, peş peşe dinlerdim. Bir plak çaldıktan sonra ikincisi ardından üstüne düşer ve pikabın iğneli kolu ikinci plağın üzerine konar ve yeni şarkı çalmaya başlardı. Beatles’ı da unutamayız tabii ki. Beatles zamanı artık küçük 45’lik plaklar zamanıydı. Onlar artık benim de 7-8 yaşımda olduğum bilinçli yıllarıma rast gelir.
Okuduğumuz kitaplar ise ayrı bir tartışma konusu olabilir. Açıkçası 9 yaşıma kadar, kitap okumaya çok düşkün değildim. Mickey Mouse albümleri beni en çok mutlu eden edebiyat türleri arasında, çoğu zaman hep birinci sırada olurdu. Nedir ki 9 yaşıma geldiğimde sevgili ablam bana bir tuzak hazırladı. O sene şubat sömestr tatili başladığı zaman, her gün öğleden sonra saat 3 ile 4 arası bana yüksek sesle “Desiree” adlı romanı okumaya başladı. Tıpkı “Arkası Yarın” programı gibi. Okuma günlerinin birinde sıra Napoleon Bonaparte’nin “Taç GiymeTöreni”ne sıra geldiği zaman ablam birden bire okumayı kesti ve “Bundan sonrasını merak ediyorsan, kendin okumalısın!” deyiverdi.
Bendeki feryat figanı hala hatırlıyorum. Ağlamalar, yalvarmalar, annemle Tante Suzan’ı araya sokmalar işe yaramadı. Ablam muzaffer bir gülümsemeyle kitabı elime tutuşturdu ve “Hadi kolay gelsin” dedi. Ben içimi çeke çeke, yaşlı gözlerimle kitabı elime aldım ve kayboldum. Kendimden geçtim. O günden bu güne kitap okyanusunda durmadan kulaç atıyorum. Sağ ol canım ablam benim. Bana öyle bir olta verdin ki, hala kitap yakalamaya doyamıyorum.
Oflaya puflaya başladığım Desiree adlı romanı, daha sonra anma töreni yapar gibi, her şubat tatilinde,18 yaşıma kadar sekiz kere daha okudum. Bendeki Napoleon ve Desiree aşkı hala olanca ateşi ile süregelmekte olup, ikisinin mezarlarını Paris ve Stockholm’de ziyaret ettim ve onlara sevgilerimi ve sonsuz vefa duygularımı sundum. Lütfen bana gülmeyin, çünkü tutkumun derinliğini anlatmam olası değil… Dönelim edebiyat dünyamıza, Venezya genç kızken aldığı dünya klasiklerini okurken, ben de yaşımla ters orantılı olarak, düşe kalka, Dostoyevski, Balzac, Stendhal okumaya başladım. Ama onun yanı sıra, bana her hafta düzenli olarak satın alınan yaşıma uygun kitapları da okuyordum. Tom Sawyer, Robinson Crusoe, Oliwer Twist,Küçük Kadınlar,Gümüş Patenler gibi çocuk şaheserlerini de okumayı da ihmal etmedim elbette. Çok okurduk ama derslerimizi hiç ihmal etmezdik. Ben ilkokulda resmen inektim. Ders yapmak hayatımın zevkiydi. Orta ve lisede biraz gevşedim ama yine de oldukça iyiydim. Annem ile babamın, ikimiz için de ders konusunda üzüldüklerini hiç hatırlamıyorum. Zira öğretmenlerimizden sürekli övgü alırlardı.
Ben uzun bir beyin ve kültür şoku yaşadıktan sonra, taşlar yerine oturdu. 9 yaşımdan itibaren okumaya başladığım, o ağır dünya klasiklerini,20’lerimde, özümseyerek ve içselleştirerek yeniden tek tek okudum. Fakat ablamın enjekte ettiği bu edebiyat virüsü tüm hücrelerime yayılmıştı zaten.
Ve şiirler;
Sustu “ Another Life” gazinosu,
Sustu şarkılar,
Paletimde renk sustu,
Fırçamda şekil,
Ve bu gece ilk defa sustu,
Paramas’un mazgallarından
Şehre pancur pancur dökülen arya.
dizeleriyle başlayan “Marya” şiiri,
Gurbetten gelmişim yorgunum hancı,
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş,
Aman karanlığı görmesin gözüm,
Şu beyaz perdeleri ger yavaş yavaş.
dizeleriyle başlayan “Hancı” şiiri ve
Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış,
Her gün yeniden açarmış kanayan rengiyle,
Bülbül, gece ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.
dizeleriyle başlayan “Rindlerin Ölümü” şiirlerini öğrenirken, ablamdan Bekir Sıtkı Erdoğan’ı, Yahya Kemal Beyatlı’yı ve diğer şairleri de öğrenip, şiir sevmeye ve okumaya da başlamıştım.
Bir de unutulmaz anılarımız vardır elbette. Karlı günlerde, annem İda’nın, üşütmemizden korkup dışarı çıkmamıza izin vermediği için, içine kar doldurduğu plastik çamaşır leğenini, salona sobanın yanına koyması hakikaten efsaneydi. Biz harlı harlı yanan çini sobanın yakınında altımızda birer yastıkla oturur, ortada kar dolu leğen ve ellerimizde yün eldivenlerimizle küçük ve mütevazı bir kardan adam yapardık. Havuç, atkı, göz için iki siyah irice düğme, hazır bizi beklerdi. Bizim cüce kardan adamı yapmamız bitince, artan karlarla birkaç tane de kartopu yapar, pencereden dışarı fırlatırdık. Kardan adamımız leğenle annem tarafından arka balkona konur, biz de, gün boyunca pencere camına burnumuzu dayar, onu sık sık izlerdik.
Ablam okulu bitirip bir süre sonra bir ihracat şirketinde sekreter olarak çalışmaya başlayınca, ilk günlerde ondan saatlerce ayrı kalmak beni çok zorlamıştı. Okuldan döndükten sonra, saatlerin bir an evvel geçmesini ve eve dönmesini iple çekerdim. Bir vapur kaçırmak gafletine kapılırsa, o kadar korkardım ki, karnım şiddetle ağrımaya başlar ve gözlerimden yaşlar akmaya başlardı. Eve girdiği anda içimde şenlik ateşleri yanardı. Pazartesi akşamları bana “Doğan Kardeş” dergisi ve ikimiz için “Resimli Roman” dergisi getirirdi. Her yaz karnemi aldığımda 100 lira hediye ederdi. Dikkatinizi çekerim o devirde aldığı maaş 400 liraydı. Akşam yemekten sonra, kendi parasıyla satın aldığı kocaman ,iki makaralı teybi açar, kırmızı Record düğmesine basar ve son moda popüler şarkıları söyleyip banda çekerdik. Kayıtları yaparken gülmekten yerlere yatardık. İkimizin de çok iyi sesi ve müzik kulağı vardı. Harika şarkılar kaydeder, sonra evdekilere dinletirdik. Artık radyo günleri bitmiş, teyp yılları başlamıştı. Artık ortaokula başlamıştım.
Odamız ortaktı. Az aralıklı iki divanda yatardık. Yattığımızda ablam bana ”Give me your hand” (Elini ver) derdi. Elele uyuyakalırdık. Uzun kış gecelerinde, teyzem Suzan çini sobamızın üzerinde ısıttığı minik çiçekli beyaz pazen geceliklerimizi kafamızdan geçirirdi. Yatmadan 15 dakika önce odamızdaki ---Talisman- marka gaz sobasını yakar, odayı iyice ısıttıktan sonra sıcak geceliklerimizi giydirir ve bizi yatırıp, üzerimizi güzelce örterdi. Yaş mevhumu yoktu. Biz ikimiz evin küçük prensesleriydik. Bu ritüel ablam 1968 yılında nişanlanana kadar aynen devam etmişti.
O gecelerde yatarken duvarda dev bir sinema ekranı olmasını ve Elvis Presley’in oynadığı bir film izlemeyi hayal ederdik. Bu hayaller uzun yıllar sonra teknoloji sayesinde bütün evlere girdi ama, biz artık aynı odada yatmıyorduk. Evlenmiş, hayatın yükünü sırtlanmıştık…
Grip olup 39 ateşle yan yana yatarken dondurma hayalleri kurup, iğrenç sıcak ıhlamur içerdik. Haftada iki kere bizim eve gelen, özel piyano hocamız Renan Bey’i devamlı sinir ederdik. “Önce derse ablam başlasın, hayır Sara başlasın” teraneleri sonunda, annemin ablama “haydi kardeşini idare et, o daha çok küçük” ricasından sonra ablam bana hırlayıp, piyanonun başına geçerdi. İkimiz de onar yıl klasik piyano eğitimi aldık. Önce ablam başlamıştı, sekiz yaşıma geldiğimde de ben başladığımda altıma iki kanape yastığı ve ayaklarımın altına tahta bir tabure koyarlardı. Yavaş yavaş uzadım, tabure ve yastıklar ortadan çekildiler. Artık ayaklarım pedallara erişmeye başlamıştı. Haftada ikişer saatten dört saat ders almak ve ara günlerde etüt yapmak beni aşardı ve burnumdan solurdum. Ablam asil ve uysal bir kızdı. Saatlerce etüt yapardı. Bense annemin uyarılarına rağmen, yarım saatte havlu atardım. Ben resim yapmayı ve şarkı söylemeyi severdim. Ama annem fetva verdiği için 18 yaşıma kadar piyano dersi aldım.
Bizim akşam sofralarımızın tadına doyum olmazdı. Ablam ve ben yemek boyunca günlük okul anılarımız anlatıp, annemleri gülmekten kırıp geçirirdik. Babamın kahkahası hala kulaklarımda. Fazla gülmeyen annem ve Tante Suzan bile kıkırdarlardı. Biz iki kız kardeş, eve mutluluk veren çocuklardık.
Bazen ders saatlerimiz, trajikomik olurdu. Ben arada bir matematik ödevinde, çözemediğim bir problem için yardım istediğimde, ablam problemi okuduktan sonra kaşlarını alayla kaldırır ve “anneee, bu çocuk bu gün balık mı yedi? Kavesa de pişkadoluk yapıyor” (Balık kafalı) derdi. Ben o kadar kızardım ki kitabımı kapatıp yanından uzaklaşırdım Ablam gülerek şaka yaptığını söylerdi ama ben çok alınırdım. Akşam babacığım gelince, bana tatlı tatlı problemi okuduğunda, ben zaten anlar kendim çözerdim. Ama bu da bir gerçektir ki , ablama kızmama rağmen, kısa bir süre sonra yardımsız ve kendi kendime araştırarak ders yapmayı öğrendim. Ortaokuldan itibaren artık kimseden yardım almama gerek kalmamıştı. Kendime yetmeyi öğrenmiştim.
Moda Plajı’ndaki keyif günleri harikaydı. Annem bizi “Kadınlar Plajı”na götürmezdi. Yağlanıp bikinilerinin üstünü çıkarıp güneşlenen, geçkince kadınları görmemizi istemezdi. Nazlılarını normal plaja götürür, ahşap iskelelere hasırları serer, bazı öğle saatlerinde plajın büfesinden kaşerli tost ve patates tava alırdı. Kadıköy’lu bütün anneler küçük, büyük çocuklarını alıp ,denize girerlerdi. Herkes kendi yaşındakilerle oynar, anneler sohbet ederlerdi. Ama günlerden Pazar günü ise, babamla soframız şenlenirdi. Piyaz, arnavut ciğeri, çoban salatası , sigara börekleri ve Tekel Biraları sofraya gelirdi. Ben kedi yavrusu gibi babamın ciğerinden ve birasından otlanırdım. Annem babama kızardı ama, o aldırmaz keyfimi kaçırmazdı. Ablam her zaman boğazsız bir kızdı. Çok az yediği için, devamlı başı ağrırdı. Annem okuldan döndüğü zaman, akşam üstleri ona ızgara bir bonfile yedirip, koca bir bardak taze sıkılmış portakal suyu içirince, kızın gözleri parlardı ve keyfi yerine gelirdi. Ama ağrılarının açlıktan olduğunu kabul etmezdi.
O günler “Radyolu Günleri” idi. “Orhan Boran ve Yuki”,” İpana 11 Soru Yarışması”,” Radyo Tiyatrosu” “Uğurlugil Ailesi”,”Çocuk Saati”, “Ansiklopediden Sayfalar” devamlı olarak dinlediğimiz programlardı. Kış günleri, teyzem mavi çini sobamızda bize peynir parçaları kızartırken, bizler de yeni yıkanmış, Rapunzel misali saçlarımızı, annemin hafif uzaktan tutarak kurutmaya çalıştığı elektrik sobasından, kaçardık. Saçlar kuruduktan sonra sıra ütü faslına gelirdi. Ablamın ipeksi, siyah kuzguni saçlarını annem ütülerken, ben de bir an önce büyümeyi hayal ederdim. Çok geçmeden ben de ütü kuyruğuna girmiştim zaten. Okulda bir gösteri olacağı zaman, saçlarımı ablam tarardı. Upuzun ve gür saçlarımı arkadan toplar, maşasıyla kıvırdığı buklelerimi pembe çiçeklerle sarardı. Gösteri günü anneleriyle kuaförlere giden sınıf arkadaşlarım benim saçlarımı kıskanırlardı.
Ve benim ilk aşkım: Ablam yeni nişanlıdır ve ben de bir çocuğa aşığım. Ablamın bana sevgiyle sarılması, yanaklarımı sıkıp öpücüklere boğması, çıktığım çocuğun bana gönderdiği mektupları, ona da okutmam. Onun da gülerek bunları okuması…
Ve Venezya’cığım önce arkadaşlık ettiği gençle, 68 yılının kasım ayında nişanlandı ve 1970 yılında Haziran’ da evlendi. Hayatıma bir ortak geldi. Eniştem Niso. Ardından 71 yılında doğan tatlı yeğenim Ari. Ne yalan söyleyeyim, bu bebek, ablamı bir basamak geriye itti. Ari gönlümün sultanı oldu. Teyze olduğumda 15 yaşındaydım. Maviş gözlü, sarışın aşkım, benim bütün hayatımı kaplayıverdi. Onu göğsüme yatırıp saatlerce ders çalışırdım, oynardım, altını değiştirirdim, gezdirirdim. O 4 yaşındayken ben David’le nişanlandım. Çocuk 5,5 yaşına kadar hayatımın ekseni olmuştu. Ondan aldığım keyfi, anlatmak için kelimeler kifayetsiz. İkinci maviş kız bebek yeğenim Rina doğduğunda, biz 4 günlük nikahlıydık. Bir ay sonra bedenini toparlayan ablam, düğünüme Nil yeşili şifon bir tuvalet ile gelmişti.
Mutluluktan gözleri parlıyordu, küçük sevgilisi Sarika gelin oluyordu çünkü. Evlendikten 11 ay sonra ilk oğlum Soni dünyaya geldi. Soni doğup 1 yaşına gelince,2 yaşında olan Rina ile ikiz kardeş gibi büyüdüler. Önce itişirlerdi, sonra saç saça baş başa dövüşürlerdi. Ablamla aynı ortamda bir saat bile duramazdık, ağlayarak ayrılırdık. Sonra minik canavarlar büyüdüler ve Soni 4 yaşına geldiğinde kanka oldular. Hala aralarından su sızmaz. Soni’den altı buçuk yıl sonra doğan ikinci oğlum Hay Eytan’ı büyütürken ablamın bana verdiği yarı abla, yarı anne şeklindeki yardımlarını asla unutamam. Sonraki yıllarda, annem ve babam dahil olmak üzere aile büyüklerimiz birer birer öte aleme göçmeye başladılar. Acılarımızı el ele, gönül gönüle paylaştık. Önce babamızı ve ardından anneciğimizi kaybedene değin yaşadığımız acı ve zorlukları, hayatın karşısında direnen iki ortak savaşçı gibi paylaştık. İkimiz de onları çok sevdik ve asla incitmedik. Onların bizi sevgi dolu büyütmesi ve hayır duaları sayesinde bu yaşlarımızda dahi hala el eleyiz.
Ve bu gün, ablam 5 torun ve ben 3 torun sahibiyiz. Artık olgunluk yaşlarımızı yaşayan biz iki kız kardeş, hala birbirimiz için ne kadar önemli özel ve gerekli olduğumuzu duyumsayıp, varlıklarımız için Tanrı’ya şükrediyoruz.