GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTANDI! MISIR PRENSESİ VE İRAN KRALİÇESİ FEVZİYE’NİN YÜREK BURKAN HAYATI
KADIKÖY’LÜ KÜÇÜK SARA -20-
1973 yılı benim için keyifli başlamıştı çünkü okulda çok mutluydum. Behiye’nin sınıf arkadaşım olması benim hayatıma önemli bir katkıda bulunmuştu. Artık cumartesi öğleden sonra Behiye ile buluşup sinemaya gidiyorduk. O devirde cumartesi günleri öğleye kadar okul olurdu. Okuldan sonra eve döner öğle yemeğini yedikten sonra giyinip, saat iki buçuk gibi o hafta gideceğimiz sinemanın önünde buluşurduk. Bizim saat 3 matinesine gitme iznimiz vardı. Böylece hava tam kararmadan evde olabiliyorduk. Anlayacağınız Behiye de benim gibi kurallarla yaşayan bir genç kızdı. O yüzden birbirimizi çok iyi anlıyorduk. O yıl sinema dünyasında Charles Bronson fırtınası vardı. Mesela “Yağmurla Gelen Adam” filmini nasıl heyecanla izlediğimizi çok iyi hatırlıyorum. Sinemadan çıkınca Behiye ile Bahariye Caddesi’nde gezinir, vitrinlere bakardık. Bazen Süreyya Sineması’nın karşısındaki meşhur Kars Pastanesine gidip salep içerdik. Behiye ile yaşantıma iki şey girmişti. Birincisi çanta taşımak. Ben çanta kullanmayı hiç sevmezdim. Kıyafetime uygun renkte minik para çantalarım vardı. Behiye beni çanta kullanmaya teşvik etmişti. Böylece deri çanta kullanmaya başlamıştım. İkinci devrim ise makyajdı. Behiye güzel yeşil gözlerine, yeşil göz farı sürer, kirpiklerini maskara ile belirginleştirirdi. Dudaklarına da açık pembe ruj sürerdi. Israrla benim de artık biraz makyaj yapmamı istiyordu. Ben bu işe maskara ile başlamıştım. Ben tembeldim, makyajla uğraşmaya üşenirdim. Açık renk bir ruj sürersem, birkaç dakika sonra onu yerdim ve ruj yok olurdu. Behiye bana “çarpeyada” derdi, yani tam çeviriyle “çarpık karı”. Kafaca çok iyi anlaşırdık, o çok olgun bir kızdı. Yalapşap, sulu değildi. Ben de ciddiyeti sevdiğim için bana çok uygundu. Ayrıca terbiye sistemimizde de ekol aynıydı. İkimizin annelerimizin adı da İda idi. Beş dakika geciksek, İda’lar hemen senaryolar üretip telefonlaşırlardı. Yani aşina olduğumuz duygular ortaktı.
Okul hayatımızda çok mutluyduk. Okulumuza severek giderdik. Öğretmenlerle aramız iyiydi, bizi severlerdi. Sınıftaki kızlar ve oğlanlarla kardeş gibiydik. Teneffüslerde çok eğlenirdik. Bazı arkadaşlarımız evden süngerli minderler getirirlerdi. Benim böyle meraklarım yoktu. Sınıfta bulunan sünger minderlerle teneffüslerde minder savaşı yapardık. Birbirimizin suratına nişan alır ve fırlatırdık. O kadar gülerdik ki, krize girerdik, tere batardık. Zil çalınca ben gözlüklerimi taktığımda gözlüklerim terin buharından bulanıklaşırdı. Benim 2 numara miyop gözlüklerim vardı. Yoksa kara tahtada yazılı olanları net göremezdim. Ben resmen Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibiydim. Teneffüslerde cadı ve terli, gülme krizinde Mr. Hyde, derslerdeyse gözlüklü, ciddi, dersi dinleyen, terbiyeli Dr. Jekyll. Ama derslerde bazen bizi de şirazemizden kaydıran Ali diye bir arkadaşımız vardı. Ali Hunalp, minyon, kıvırcık siyah saçlı, esmer bir çocuktu. Kelimenin tam anlamıyla “fırlama” bir çocuktu. Bir de Cengiz adlı bir sıra arkadaşı vardı. Cengiz çalışkandı ve çaktırmadan muzur bir tipti. O da esmerdi ve sürekli gülümseyen bir çehresi vardı. Özellikle psikoloji dersleri, Behiye ve benim için komedi tiyatrosu gibi geçerdi. Biz sınıfta, orta blokta, en ön sırada otururduk. Bu çocuklar da tam arkamızda. Ali fazla çalışkan değildi. Psikoloji öğretmenimiz genç bir kadındı. Güzel ders anlatırdı. Biz de not tutardık. Ali ders ortasında yavaşça “limonlu şeker ister misiniz “diye sorardı. Kantinde 5 tane limonlu şekeri 25 kuruşa satarlardı. Biz de başımızla “evet” deyince, Ali birden bire “of, offf” diye bağırırdı. Öğretmenimiz derhal ”Ali çık dışarı” diye bağırırdı. Ali hemen kalkar ve dışarı çıkardı. İnanın doğru söylüyorum, tam 10 dakika sonra kapı vurulurdu, öğretmenimiz “gir” deyince, Ali içeri girer ve “Hocam özür dilerim, yerime geçebilir miyim?” diye mahcup bir tavırla ona bakardı. Kadın içini çekerek ”Otur Ali” derdi. Öğretmen tahtaya döndüğü anda, Ali hepimize birer limonlu şeker verirdi. Şimdi sıra, o şekerleri belli etmeden ağzımıza atmaya gelirdi. Yere ya kalem, ya silgi veya kitap düşüverirdi. Yere eğilince kaşla göz arasında şekeri ağzımıza atıverirdik. İçimizden gülme krizine girerdik, ama gülemediğimizden, suratlarımız pancar gibi kızarırdı.
Bir de masum kopya maceralarımız vardı. Bir gün sanat tarihi sınavında Behiye, Girit sanatına ait bir vazodan bahsedecekken “Zambaklı Şehzade” figürünün adını unutmuş, aniden, hem de yüksek sesle “Sara Zambaklı kualo era?” (Yani Sara Zambaklı neydi?) diye yüksek sesle sorunca, derin sessizlik içindeki sınıfta hem hocamız, hem ben yerimizden zıplamıştık. Adam içini çekerek uzaklaşmıştı. Ladino bilmediği için Behiye’nin saçmaladığını zannetmişti. Ben çaktırmadan kağıdıma “Şehzade” diye yazınca Behiye bunu “şempanze” diye okumuş ve kızgınlıkla bana “atıyorsun” demişti. Ben artık kopmuştum. O sınavı yakalanmadan nasıl bitirdik, ben de bilmiyorum.
Bir kere de kimya sınavındayız, denklemler yazıyoruz. Behiye beni dürttü ve kağıdını göstererek “doğru mu?” diye sordu. baktım, iki denklemi doğruydu ama birincisi yanlıştı. 1. diye yazdım ve sildim. Behiye anlamadı, bu sefer “1. yanlış dedim” alçak sesle, duyamadı. Hoca etrafımızda tur atıyor. ona parmağımla “1.” dedim, “eee?”, “sil” dedim. anlamadı, ben de 1. denkleme bir uzun ok çizdim “El primer” diye yazdım ve sildim.- El primer- kelimesi, Ladino dilinde –birinci-demektir. Behiye de kendi birinci denkleminin sonuna bir ok çizdi ve yanına “el primer” yazdı. İşte o an, benim bittiğim andı. Epeyi cevap yazmıştım. Kesin iyi bir not alırdım. Yerimden kalktım, sınav kağıdımı öğretmenin kürsüsüne bırakıp, dışarı çıktım ve yere oturup gülmekten krize girdim. O kadar gülüyordum ki, kendimden geçmiştim. İki dakika sonra Behiye de dışarı çıktı ve bana “Çarpeyada, el primer nedir be?” deyince zil çalana kadar güldüm durdum. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Behiye de, anlatamadığımdan hemen anlayamamıştı, ama onun da gülme krizi tutmuştu. Hala bunları hatırlar ve çok güleriz.
Edebiyat öğretmenimiz Lütfü Civelek’i çok severdik. Hocamız koyu mavi gözlü, gri saçlı, çenesi yarık, zarif bir insandı. Tatlı sert bir terbiye sistemi vardı. Çok güzel ders anlatır, araya zekice espriler katardı ve bizi şaşırtırdı. Aslında notu bol değildi veya sınıftakilerin çoğu, sınavlarda onun istediği gibi cevaplar vermiyorlardı. Kırık notlar alıyorlardı. Adamcağızın ünü,” Kırık Notçu”ya çıkmıştı. Ben edebiyat delisi olduğum için, onun dersleri benim için şölen saatleriydi. O güzel ses tonu ile anlattığı konuların içine girer, sanki bir kültür denizinde yüzerdim. En düşük notum 9’du. Behiye de çok iyiydi. O da bizi çok severdi. Lütfü beyle iletişimimiz okul bittikten sonra bile sürdü. O yıllarda yılbaşı dönemlerinde insanlar birbirlerine tebrik kartpostalları gönderirlerdi. Ben de sevgili hocama her yıl kart gönderirdim, o da kendi kartvizitine iyi duygularını yazar bana cevap gönderirdi. Yıllar sonra, ikinci oğlum Hay Eytan’ın doğduğu yıl, onu arabasıyla gezdirirken, karşımda hocamı ve eşini bir bebek arabası iterken görünce, sarıldık, öpüştük, onların elindeki bebek arabasının içinde, kızları Ayşen’in kızı “Günbike” vardı. Ben onların torununu, onlar da benim oğlumu okşadılar. Sonra sık sık Bahariye Caddesi’nde karşılaşırdık. Sevgili Lütfü Bey, Neve Şalom’da yapılan düğün törenime de gelmişti. 1998 yılında ilk kitabım “Biz Kadınlar” adlı ilk kitabım yayınlandığı zaman, bir kitabımı imzalayıp onun evine götürmüştüm. “Canım kızım, seninle gurur duyuyorum” deyip ağlamıştı. 1999 yılında, ilk oğlum Soni’nin düğün törenine, Neve Şalom Sinagogu’na eşiyle birlikte gelmişti. Her sene 24 Kasım Öğretmenler Günü, kızı Ayşen’e mesaj yazıp, sevgili öğretmenimi rahmet ve sevgiyle anarım.
O sene Mart ayının 17’sinde, Ari 2 yaşını bitirmişti. Yine çok kalabalık ve neşeli bir doğum günü partisi yapılmıştı. Oğlan artık büyümüştü. Konuşuyordu. Altın bukleleri vardı ve yine de hayatımın odak noktası oydu. Ablamların büyük bir arkadaş grubu vardı. 11 çifttiler ve çoğunun çocukları vardı. Toplantı sırası ablamlara geldiğinde, ben de aşağı kata inerdim. Hem kızlarla, hem bebeklerle oynardım. Ablamın arkadaşları Ester Halila, Viki Halila, İda Benkarmona, Perla Benkarmona, Meri (Nyego) Sadi, Reca Behar, Lizet Argun, Klara Amon, Ceni Nasi ve Lili Salerno idi. Bazılarının henüz çocuğu yoktu. Eşleri ayrı masalarda, kızlar ayrı masalarda kağıt oyunları oynardı. Sonra tatlı ve tuzlu sofraları kurulurdu. Ben hepsiyle çok yakındım. Beni severlerdi. Bu grup yaz aylarında da Pazar akşam üstleri genellikle Moda Çay Bahçesinde buluşurdu. Bazen ben de onlara katılırdım. Onlarla ilgili komik bir hatıram da var. Bir keresinde, sonbaharın başlangıcında, Caddebostan Maksim Gazinosu’na gitmeye karar verdiklerinde, ablamlar beni de götürmüşlerdi. O gece assolist Emel Sayın’dı. O dönemde en popüler Türk Sanat Müziği sanatçısı Emel Sayın’dı. Dünya güzeli bir kadındı. Sempatikti ve sesi muhteşemdi. Neyse, biz gazinoya gittik. Benim gözlerim miyop ya, hemen gözlüklerimi taktım, şarkıcıları izliyorum. Ester Halila ve Pepo Salerno bana gözlük numaramı ve cinsini sordular. Ben ”miyop 2 numara” deyince ikisinin de gözleri parladı. Meğerse onlar da miyopmuş ve o gece gözlüklerini evde unutmuşlar. O akşam sahneye çıkan her yeni sanatçıda ve Emel Sayın’da benim gözlüklerimi onar dakikadan dönüşümlü olarak kullandık ve bir geceliğine gözlük kardeşi olduk. Çok gülmüştük. Bunlar hep tatlı hatıralar.
1973 yazı geldiği zaman üst üste oturduğumuz evde, ablamların ev sahibi, oğulları evleneceği için evi boşaltmalarını isteyince, ablamlar Hacı Şükrü Sokağı’nda buldukları bir eve taşındılar. Bizim ev de en üst kattı ve 4 merdiven çıkardık. Annem de ev arayışına geçti ve bizim eski sokağımız olan İleri Sokak’ta, inşaatı yeni bitmiş çok güzel ve büyük bir daire buldu. Bizimkiler evi tuttular, ev temizlendi ve haziran 1973’de İleri Sokak’taki Kepenek Apartmanı 28 numaraya taşındık. Ev ikinci kattaydı. Her katta iki daire olan bir binaydı. Arka tarafında büyükçe bir bahçesi vardı. O devrin en modern evlerindendi. Salonu çok genişti. Annem eski sokağına ve kadim komşularına kavuştuğu için çok mutluydu.
Evin pencereleri çoktu ve annem salon perdelerini yenilemek istiyordu. Babama tavsiye ettikleri bir perde mağazasına gittik. Sultanhamam’da bir dükkandı. Annem, babam, eniştem Niso ve ben dükkana gittik. Biz annemle tülleri, ipekli kanatlarını falan seçerken, patron devamlı bana bakıyor. Adam orta yaşlı, baktı baktı, sonunda babama, “Beyefendi siz Musevi’siniz değil mi?” diye sordu. Babam “Evet” deyince, anneme döndü, “Bu kız sizin mi?” annem, ”Evet” deyince “Kaç yaşında? diye sordu. Annem, ”17 yaşında” deyince.” Harika, bu kız krallara layık, benim bu tüllerimi imal eden fabrikanın sahibi, Musevi, bekar, 27 yaşında, ve yakışıklı bir delikanlı. Tam sizin kızınıza göre. Çok varlıklı. Bu kız ona çok yakışır. Şimdi telefon edip onu buraya çağıracağım, birbirlerini görsünler” dedi. Telefona sarıldı. Konuştu. Kapatınca ”Tamam geliyor, 15 dakikaya kadar burada olacak” dedi.
Ben sinirden köpürüyorum. Adam benden 10 yaş büyük. Yaşını başını almış, eniştemin yaşında düşünebiliyor musunuz? Benim için yaşlı. Enişteme bakıyorum “imdat” gibi, o da “boş ver” diyor. Babamın yanına gidiyorum babam “istemiyorsan olmaz dersin” diyor. Annemi bu iş sardı. Fena mı hem genç, hem fabrikatör, hem Yahudi daha ne?, merakla bekliyor. “Ne genci be, adam geçkin.” Annem “saçmalama “diyor. Neyse bizim fabrikatör geldi. Perdeci tabureler çıkardı oturduk, çaylar ısmarlandı. Ben çıldıracağım. Saçlarım çok uzun ya, iki yanıma saldım, devamlı yere bakıyorum. Yüzüm pek görünmüyor. Ne nişanlanması ya, ben temmuzda İsrael’e gideceğim, hayatımı yaşayacağım, ben zaten üniversiteye gideceğim, büyük hayallerim var. Adam konuşuyor, kışın kayağa Bulgaristan’a gidermiş, yazları Güney Fransa’da tatil yaparmış. Çaylar şıkır şıkır karıştırılıyor. Ben sisler içindeyim. Adamın yüzüne bile bakmıyorum. Annem beni dürtüklüyor, ”Başını kaldır, kambur oturma” diyor. Fabrikatör babama kartını veriyor, ve cehennemi andıran bir saat sonra gidiyor. Perdeci, “Kızım bak, delikanlı seni beğendi galiba kartvizitini babana verdi, fırsatı kaçırma, kraliçeler gibi yaşayacaksın” diyor. Ben duvara bakarak başımı sallıyorum. Babam, perdelerin ücretini ödeyip, perde paketlerini eniştemle birlikte yükleniyorlar.
Annem sinirden ölecek. Babam onu susturuyor. Vapurda herkes suskun. Eve gelince annemle yılın kavgasını ediyoruz. Ben haykırıyorum ”Bu adamı istemiyorum. Ben daha nişanlanmak istemiyorum. İsrael’e gideceğim. Ben orada üniversite okuyacağım” diye tepiniyorum. Teyzem annemi içeriye götürüyor. Babam da arkalarından gidiyor. “Kızı rahat bırak” diyor. Çok şükür fabrikatörü hayatımdan çıkarıyorum. Babama, “o kartviziti yırt lütfen” diye yalvarıyorum. Babam hemen yırtıp çöpe atıyor. Ben derin bir oh çekiyorum. Bakalım bu yaz neler olacak? Bekle beni İsrael, sana geliyorum.
İngiltere’den bağımsızlığını elde eden Mısır’ın ilk Kralı I. Fuad ve kendisinden 26 yaş küçük olan ikinci eşi Nazlı Sabri’nin aylardır beklediği gün gelmişti. 1921’in 5 Kasım sabahında İskenderiye’de dünyaya gözlerini açan Fevziye bebek dillere destan güzelliğiyle adını tüm dünyaya duyuracaktı. Daha sonra Mısır kralı olacak I.Faruk’tan sonra gelen dört kız kardeşin en büyüğüydü. Doğduğu günden beri sıkı bir eğitim sürecinden geçti, sarayda yabancı bakıcılar tarafından büyütüldü. Üniversite okumak için İsviçre’ye gitmeden önce, sarayda yabancı dil ve müzik dersleri aldı. Arapçaya ek olarak akıcı bir şekilde Fransızca ve İngilizce de konuşabiliyordu. İsviçre’ye gittiğinde yolu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza Pehlevi ile kesişecekti. Üstelik Pehlevi onun hayatının dönüm noktalarından birinde başrolde olacaktı. İsviçre’den ülkesine döndükten sonra, alınan bir kararla hayatı altüst oldu. 18 yaşına kadar mutluluk içinde geçen ömrünün geri kalanında Fevziye’yi acı dolu günler bekliyordu.
İRAN ŞAHININ OĞLUYLA EVLENMEYİ KABUL ETTİ
1900’lü yılların ilk yarısında, İran Şahı Rıza Pehlevi kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alıyordu. Atatürk’ün inkılapları ve ileri görüşlülüğü, İran Şahı Pehlevi’nin ülkesinde yapacağı atılımlar için her zaman rehberlik etmişti. Atatürk yaptıkları bir görüşmede, Pehlevi’ye, Ortadoğu'da iki güçlü ülkenin bir akrabalık bağı kurmasının bölge için çok iyi sonuçlar verebileceğini söylemişti. O dönem Ortadoğu'da, 1.Faruk yönetimindeki Mısır hızla gelişiyor ve modernleşiyordu. İran Şahı Pehlevi, işlerin pek iyi gitmediği ülkesi için Mısır ile akrabalık kurmanın mantıklı olabileceğini düşünerek Veliahtı Muhammed Rıza Pehlevi’ye bu fikri açıkladı.
Genç prens, babasının düşüncesine sıcak bakınca, Mısır prenseslerinin fotoğrafları genç veliahta gösterildi. Aslında İranlı bir kıza aşık olan veliaht prens, Mısır prensesi Fevziye’yi bir İngiliz dergisinin kapağında görünce onunla evlenmek istedi. O sırada eğitimini tamamlayıp ülkesine dönen, daha sonradan güzelliği nedeniyle ‘Asya Venüsü’ lakabıyla tanınacak olan Fevziye ise sıkıcı bulduğu saray hayatına uyum sağlamaya çalışıyor ve hayatını değiştirebilecek hayaller kuruyordu.
MISIR PRENSESİ İRAN KRALİÇESİ OLDU
İki ülke arasındaki hazırlıklar iki tarafın da onayıyla hemen başlatıldı, Muhammed Rıza ve Fevziye düğünden önce birbirlerini sadece nişan töreninde görmüşlerdi. Eğitimli ve dünyalar güzeli prensesin hayatı artık değişiyordu. Mısırın son prensesi ve İran’ın ilk imparatoriçesi Fevziye ve Muhammed Rıza, 40 gün 40 gece süren törenlerle 15 Mart 1939’da Kahire’de Abdeen Sarayı’nda evlendi. Prenses Fevziye’nin acıklı günleri işte tam da bu evlilikle başladı.
Çiftin çocukları, evliliklerinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra dünyaya geldi. Takvimler 27 Ekim 1940’ı gösterdiğinde, Fevziye ve Veliaht Muhammed Rıza Pehlevi, Şehnaz adını verdikleri kız çocuklarını kucaklarına aldı. Evliliğin mimarı olan İran Şahı baba Rıza Pehlevi ise saltanatının son yılındaydı. Minik Şehnaz henüz 11 aylıkken, Prens Muhammed Rıza Pehlevi, babasının tahttan çekilmesiyle İran Şahı oldu. Takip eden yılda Kraliçe Fevziye’nin İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton tarafından çekilen fotoğrafı, dönemin ünlü haber dergisi ‘Life’ın 21 Eylül 1942 tarihli sayısının kapağı oldu.
KIZ ÇOCUK DOĞURDUĞU İÇİN SEVİLMİYORDU
Tüm gözler onun üzerindeydi ancak Fevziye mutlu değildi. Ortadoğu’nun en gelişmiş kentlerinden biri olan Kahire’den sonra Tahran, ’Asya Venüsü’ne hiç de cazip gelmiyordu. Şehrin yolları toprak, binalar ve evler demode, Gülistan Sarayı ise büyük bir villadan ibaretti. Kraliçenin İran’ın iklimine alışamaması nedeniyle sağlığının bozulması ve Şah’ın başka kadınları alenen Gülistan Sarayı’na getirerek kendisini aldatması gibi sebepler evliliğin bitmesi için aslında yeterliydi. Üstelik dillere destan güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla herkesi büyüleyen Fevziye, erkek yerine bir kız çocuğu doğurması nedeniyle, sarayda ve saray dışında da sevilmiyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ona çok kötü davranıyorlardı. Bu sıkıntılı günlerin ardından boşanmaya karar verdi. Takvimler 1945’i gösterdiğinde boşanmak için başlatacağı işlemlerin yeterli olacağını düşünüyordu. Ancak hesap edemediği çok önemli bir şey vardı.
BAŞINA GELECEKLERDEN HABERSİZDİ
Kızı Şehnaz’ı alıp Kahire’ye dönmeye karar verdi. Kocasi Şah Pehlevi, eşinin bu isteğine karşı çıkmamış ve kabul etmişti. Fevziye ummadığı bu kabulden sonra çok sevinmiş ve mutlu olmuştu. Fakat işler hiç de Fevziye’nin düşündüğü gibi kolay değildi. Kraliçe olduğu İran’dan, prenses olduğu Mısır’a dönmek istiyordu.
Kızıyla birlikte uçağa binen ‘Asya Venüsü’ artık Kahire uçuşunun başlamasını bekliyordu. Şah kızıyla uzun uzun vedalaşmıştı. Uçak henüz kalkmadan Şah arabasının içinde hala pistteydi. Protokol Şefi’ni uçağa göndererek kızı Şehnaz’ı son bir kez öpebilmesi için izin istedi. Fevziye kızını muhafıza verdi ve kızının, babası Şah’la son bir kez vedalaşması için gitmesine izin verdi.
FİLM GİBİ SAHNE
Minik Şehnaz uçaktan inince uçağın kapıları hızla kapatıldı ve Şah Pehlevi’nin emriyle Fevziye, kızı olmadan Kahire’ye yola çıkarıldı. Kocasının kurduğu tuzağı çok geç fark eden ve durumdan hiç şüphelenmeyen Fevziye’nin kızıyla yaşadığı yıllar süren ayrılığı işte bu film gibi sahneyle başladı. Uçakta haykırdı, kendini yerlere attı. Pilota geri dönmesi için yalvardı. Fakat emir kesindi. Şahın emrine kimse karşı gelemezdi. Kızı olmadan Kahire’de mutsuz günler geçirmeye devam eden Fevziye, kendisine büyük acı yaşatan kocası Muhammed Rıza Pehlevi’den resmi olarak ancak 17 Kasım 1948’de boşanabildi. Şah Pehlevi, Fevziye’den boşandıktan sonra önce Süreyya Bahtiyari ile, sonra ise Farah Diba ile evlendi.
KIZINA HASRET KALDI AMA PES ETMEDİ
Prenses Fevziye Fuad, Şah’tan boşandıktan beş ay sonra 28 Mart 1949’da Kahire’deki Kubbe Sarayın’da Çerkez asıllı diplomat ve 1. Faruk’un yaveri İsmail Şirin ile evlendi. Çiftin bir kızı ve bir oğlu oldu. 1952’de ağabeyi Kral Faruk tahttan indirilip sürgüne gönderilince, cumhuriyet ilan edildi ve kraliyet ailesi ülke dışına çıktı. Ancak ailesinin aksine Fevziye doğup büyüdüğü Mısırda kalmayı tercih etti.Kalan ömrünü İskenderiye ve Kahire’de geçirdi. 1994’te eşi, 2009’da ise kızı Nadia öldü. Dünyalar güzeli Mısır prensesi Fevziye’nin ihtişamlı hayatı, böyle hazin bir biçimde sona erdi.
Henüz 6 yaşındayken yollarının ayrıldığı kızı Şehnaz’la yıllar sonra İsviçre’de bir araya geldi. Kızı Şehnaz annesine mesafeliydi. Kızı onunla bir bağ oluşturmaya hevesli değildi. İkili birkaç kez buluşmalarına rağmen soğukluk ortadan kalkmadı. Fevziye bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Yaşadığı büyük hasret ve acıya rağmen hiçbir zaman pes etmedi
Fevziye yaşadığı zorluklara rağmen kararlı duruşu ve güçlü karakteriyle günümüzde de birçok kadına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Fevziye 2 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’ın İskenderiye şehrinde, 92 yaşındayken hayata veda etti.
Çocukları: İran prensesi Şehnaz Pehlevi. Ardeşir Zahidi ile evlendi ve Zahra Mahnaz adında bir kızı oldu,
İkinci eşinden; Nadia Şirin, Hüseyin Şirin Efendi.
Kaynak: Wikipedia